20 Yaş İhtiyarları ve 30 Yaş Gençleri

TAKİP ET

'korkudan ihtiyarlayabilir mi yirmi yaşında insan?' -Attila İlhan- Türkiye'de en genel haliyle iki tip insan olduğu kesin

“korkudan ihtiyarlayabilir mi yirmi yaşında insan?” -Attila İlhan-

Türkiye’de en genel haliyle iki tip insan olduğu kesin. Laik-dinci, köylü-kentli, yaşlı-genç gibi kategoriler bu iki tip insanı tarif edemiyor. Laikliği savunan kesim arasında en az dinciler arasında olduğu kadar hurafeler yaygın, aşı karşıtı delilerin itibar gördüğü bir havza burası. Kent tarifimiz sıkıntılı, saçma sapan bir yerel yönetimler kanunu benim dağ başımdaki köyümü bir gecede “mahalle” yaptı mesela. Bir yerleşim yerinin fiziki özellikleri onu kent yapar mı? Yahut nüfusu çok artmış bir köy, şehir olur mu; nüfusunu kaybetmiş bir şehir, köyleşir mi? Aldığı eğitimin kalitesi sebebiyle çok daha makul, yenilikçi ve global düşünen yaşlılarımız var, ancak gençlerimiz oldukça sığ bir vizyona hapsedilmiş durumda. Demografik ya da siyasi özellikler bu “iki tip insan”ı kategorize ederken yetersiz kalıyor. Belki birbirine paralel gelişen iki tip “kültür”den bahsetmek daha doğru, bu kültürlerin haliyle farklı cinsiyetler, yaş grupları, siyasi görüşlerden mensupları var. Bu iki kültürün özelliklerini tespit etmek için demografiden fazlasına ihtiyacımız var, o yüzden E. T. Hall’un çok sevdiğim “düşük bağlamlı – yüksek bağlamlı kültür” tasnifini kullanmak yerinde olacaktır. Hall, özetle iletişim ve etkileşimde bağlamın belirleyiciliğine göre kültürleri ikiye ayırır, düşük bağlamlı ve yüksek bağlamlı kültürler. Düşük bağlamlılık genelde kuzey-batı yönünde artar, yüksek bağlamlılık da güney-doğu. Fransa, İngiltere’ye göre daha yüksek bağlamlıdır, Japonya Fransa’ya göre. Bu kültürlerin özellikleri nelerdir? Düşük bağlamlı kültürlerde kelimelerin anlamı, mesajın asıl taşıyıcısıdır. İletişim daha doğrudandır. Yüksek bağlamlı kültürlerde mesajın asıl taşıyıcısı bağlamdır; kelimelerin anlamı kime, nasıl, hangi ortamda söylendiğine göre daha fazla değişir. Bu özellikler, kültürlerin organize oluş biçimlerinden zamanı kullanış biçimlerine birçok işlevini etkiler: Düşük bağlamlı kültürlerde, mesela, tartışmalar şahsileştirilmez, maksat hedefe ulaşmaktır. Yüksek bağlamlı kültürlerde tartışmalar şahsileşir; hakikate yahut hedefe ulaşmak önemli değildir. Düşük bağlamlı kültürlerde otorite katmanlara dağılır, yüksek bağlamlı kültürlerde (Hofstede’nin kuramlarıyla da harmanlarsak) güç aralığı çok açıktır, tepede güçlü bir otorite ve altında geniş bir eşitler katmanı bulunur. (Ayrıca şahsi kanaatime göre yüksek bağlamlı kültürler yolsuzluğa daha yatkındır.) Düşük bağlamlılık-Yüksek Bağlamlılık hususunun anlaşılması için bir örnek verecek olursak, Hall, hukukun “düşük bağlamlı” olması gerektiğini söyler. Zira öteki türlü çok fazla tefsiri yapılabilecek, eğilip bükülebilecek ve bağlama göre anlamı değişecek bir metin ortaya çıkar. Bu bahiste, sosyal medyada gördüğüm, Sadi Irmak’a atfedilen bir hatıra dikkat çekici. Atatürk, Sadi Irmak’ı tahtaya kaldırıyor ve “Denizin suyu tuzludur” ifadesini kaç şekilde yazabileceğini soruyor. Irmak 5 şekilde yazabiliyor, aynı ifadeyi Fransızca farklı şekillerde yazması istendiğinde ancak 2 versiyon çıkarıyor. Atatürk bunun Türkçenin lehine mi, aleyhine mi olduğunu sorunca, Irmak “Lehinedir, bu söyleyiş zenginliğidir” diyor. Atatürk itiraz ediyor: “Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır? (…) Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra da okunsa daima aynı anlama çıkar.” Konuyu biraz dağıtalım: Hindistan’da ilginç bir durum vardır. Bir bütün olarak ülkeye bakılınca, düşük bağlamlı bir kültür görürüz, bu da şaşırtıcıdır. Zira kolektif bir doğu toplumunun yüksek bağlamlı olması beklenirdi. Ancak deşelediğimizde göreceğimiz manzara, neden böyle olduğunu çarpıcı bir şekilde gösterir: Hindistan’da coğrafya çok geniştir, çok farklı kültürler ve daha önemlisi diller bir aradadır. Her bir grup, kendi içinde aşırı yüksek bağlamlı iken, ülke çapında ancak asgari bağlamlar paylaşılabildiğinden, genel manzara düşük bağlamlıdır. Bu bakımdan bir ülkede iki tür kültüre rastlayabilmek mümkündür ve bizim iki tip Türk’ü anlamaya çalışırken bu tasnifi kullanmamız belki işe yarayacaktır? Aklıma gelen bu fikirle, Türkiye’deki nesiller arası çatışmayı yeni neslin daha düşük bağlamlı bir kültüre sahip olmasına bağlayabilir miyiz sorusunu da düşündüm. Ufak bir test yapmaya karar verdim, Pasifik Üniversitesinin bireylerin düşük ya da yüksek bağlamlı kültürlerden hangisinin özelliklerini daha çok gösterdiğini ölçen bir testini sosyal medyada paylaşarak, çözenlerin eğitim, yaş ve memleket bilgisiyle bana göndermesini rica ettim. Elbette bu bilimsel açıdan eksik ve kusurlu, iki cihetiyle: Birincisi örneklem sağlıklı değil. İkincisi, test sorunludur, zira bağlamın belirleyiciliğini ölçmek yerine, bağlamın belirleyici olduğu yahut olmadığı toplumlardaki çeşitli davranış şekillerinin olup olmadığını ölçüyor. Bu biraz “suyunun suyu”dur, mezkur davranışların ortaya çıkış sebebinin yüksek bağlamlılık olup olmadığından tam emin olamayız, keşke direkt olarak bağlamın belirleyiciliğini ölçen bir test olsaydı. Fakat bilimsel isabetlilikte olmasa da bu test bize hala bir fikir verebilir, imkanlar müsait olduğunda daha isabetli bir şekilde sınayabiliriz. Gelen cevaplar üzerine düşündüğümde, ilk etapta yanıldığımı fark ettim. Gençlerimizin, özellikle hala eğitimine devam eden, ekonomik statüsü “öğrenci” olan arkadaşların testlerinde belirgin bir fark yoktu. Epey yüksek bağlamlı bir kültür olan Türk kültüründe beklendiği üzere yüksek bağlamlı kültüre has davranışları gösteriyorlardı. Elimizde veri yok, yalnızca şunu iddia etmek mümkün: Belki bütün Türkiye ortalaması baz alınınca birkaç puan daha düşük bağlamlı davranış özelliği gösterdikleri ortaya çıkar. Ancak bu yanılgının arkasında başka bir keşif vardı. Hem tanıdığım, hem de bu test vesilesiyle yeni tanışıp incelediğim/konuştuğum bir kesimde, tuhaf bir şekilde düşük bağlamlılık baskın çıkıyordu. Bu kesimin özellikleri aşağı yukarı şöyle: Ortalama yüksek lisans seviyesinde eğitim ve görece yüksek gelir seviyesi… Bu ister istemez 30’lu yaşlara tekabül ediyor. Memleketin ise sonuca etki etmediğini gözlemledim; İzmir’in gettosunda yaşayan adamla Erzurum şehir merkezindeki aynı davranışları gösteriyor, Kayseri’nin köyündeki adam, yukarıda bahsettiğim altyapıyı haizse, orta-yüksek sınıftan bir Londralı ile daha büyük bir benzerlik içinde. Bu ne anlama gelir? Her şeyden evvel aklıma gelen şu: Türkiye’de genç olabilmek için 30’lu yaşlarınıza gelmeniz gerekiyor. Gençliğin gerektirdiği dinamizm, iddialı pozisyon, özgürlükçü duruş ve çatışmadan kaçınmayan, bireyliğini ön plana çıkaran tavır, ancak 30’lu yaşlarda, toplumsal statü/unvan (eğitim/kariyer) ve tedirginliği gideren bir maddi gelir elde edildiğinde mümkün olabiliyor. Eğer gençlik yalnızca bir yaş kategorisi değilse, belli davranış özelliklerini de beraberinde getirmesi icap ediyorsa, Türkiye’nin kendine has sorunları nedeniyle bu ancak 30’lu yaşlarda ortaya çıkıyor. Sorun gençlerde değildir, yüksek bağlamlı, aşırı kolektif ve güç aralığının aşırı açık olduğu bir toplumda, ciddi bir güç ve mevzi elde etmeden birey olmayı imkansız kılan kültürümüzdedir. Pekala düşük bağlamlı kültür “Türk”ünün davranış özellikleri neler? Her şeyden evvel çatışmadan kaçınmıyor. Çatışacağı (söz gelimi birini eleştireceği) zaman karşısındakinin “kim” olduğu bir anlam ifade etmiyor. Şahsı ya da karşısındaki şahıs meselenin odağı olmuyor, netice, hakikat yahut iş-eylem-fikir mesele ediliyor. Daha rekabetçi, daha birey ve bireyci. “Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek” adına uzun uzun, neredeyse törensel, hatta ritüalistik girizgahlara ihtiyaç duymuyor, yanlış anlaşılabileceğini anlamıyor bile. Bu yönüyle bu Türk epey yalnızdır zira kendisiyle aynı kültür özelliklerini paylaşmayan kalabalık yığın, onun bu davranışını ciddi bir tehdit olarak algılıyor. Bu doğrudanlığı, ritüellere aldırışsızlığı kibir, tepeden bakış yahut saldırgan bir davranış olarak kodluyor. Tümevaran, gözlemleyerek büyük resme ulaşan, bireyliğinin farkında olup onu koruyan, sınırlarını çizen, sosyal anlamda zamanı ve mekanı kompartımanlara ayırabilen Türk… Eğitim düzeyi ve maddi konfor arttıkça, cemaat tipi dayanışmanın “hayatta tutan” ancak “birey olmayı engelleyen” çarkına duyulan ihtiyaç azalıyor ve bu Türk ortaya çıkıyor. Onca tarihi, hatta kronik sorunla boğuşan Türkiye’nin siyasi ve içtimai meseleleri, bu tip Türk’ün toplumda belirleyici olmasıyla daha kolay ve hızlı biçimde çözülecektir, burası muhakkak. Ancak bu tip Türk’ün belirleyici olabilmesinin tek yolu siyaset, burada da devasa bir duvar var: Vatandaşın siyasetten beklentisi. Siyaset beşeri sermayesini “Düşük bağlamlı kültür Türk”lerinden teşkil etmelidir. Yaş asıl indikatör değil, ama yukarıda bahsettiğim gibi bu aşağı yukarı 30’lu yaşlardaki bir kesime tekabül ediyor. Ancak bu kesim hangi partide siyaset yaparsa yapsın, siyaset kurumundan mevcut beklentiler nedeniyle memleketine sağlayacağı faydayı asla sağlayamayacaktır. Söz gelimi, Türkiye’de siyaset kurumu bir sadaka ve lütuf merciidir, yüksek bağlamlı kolektif kültürün insanları bundan rahatsızlık duymaz, memnuniyet duyar. Bunun kısa ve uzun vadedeki zararlarını, mahzurlarını, üstelik ahlaksızlığını ancak düşük bağlamlı kültürün özelliklerine uygun davranış düşünenler tespit edebilir. Bu tespiti yaptığınızda da, gereğini yerine getirirseniz, oy alamazsınız. Her şeye rağmen, cesaret ediş toplumun muvazenesini sarsacaktır. Bir tuhaf denge halindeyiz: Yüksek bağlamlı kültürün yarattığı siyaset mekanizmasından beslenen “ihtiyar”lar, 20 yaşında ihtiyarlamaya mecbur bırakılmış “genç”ler ve bu niceliğin karşısında cürmü kadar yer yakamayan ancak memleketin gelişmişlik endeksine göre en faydalı, en bilgili, en donanımlı, hepsinden daha önemlisi “gençlik özellikleri” gösterdiği için en “değiştirmeye muktedir” kesimi, orta yaşlılar… Tekrar edeyim, yaşları burada kolaylık olsun diye kullanıyorum, girişte bahsettiğim gibi asıl mesele, düşük bağlamlılık… Bütün yapmamız gereken, bu üçüncü grubun cesaret ede ede, sevgili bir ağabeyimin dediği gibi “put kıra kıra” varlık ve etkinlik alanını genişletmesi. Siyaset yapmak yeterli değil, siyasetten beklentinin değişebilmesi için, bu kesimin toplumu etkileyebilme araç ve imkanlarının (şöhret, makam ve maddi güç bakımından) artması gerekiyor. M. Bahadırhan Dinçaslan

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan