21. Yüzyılda Türkçü Mücadelenin Yanlışları

TAKİP ET

Türkiye'de Türkçülük, kitleselleşmeye ve hem devlete hem millete fayda sağlamaya en yatkın, en müsait fikirlerden biridir

Türkiye’de Türkçülük, kitleselleşmeye ve hem devlete hem millete fayda sağlamaya en yatkın, en müsait fikirlerden biridir. Fakat her memlekette olduğu gibi burada da insan kaynağı, rakip fikirlerle müşterektir. Bu da erken davrananın avantaj kazanmasına vesile olur. 20. yüzyıl Türkiyesinde Türkçü örgüt veya örgütler, tıpkı sol/sosyalist/komünist fikir örgütleri gibi mücadelenin kaybeden tarafı olmuştur. Sol, 20. yüzyıldaki mağlubiyetinin muhasebesini erken dönemlerde yapmış, hatta sol düşüncenin bazı ideologları mağlubiyet henüz yaşanmadan bu mağlubiyetin öngörüsünü muhtevasında barındıran satırlar dahi kaleme almıştır. Türkçülerin içinden bu mağlubiyetle adam akıllı yüzleşmeye cesaret eden kalem sahibi ise ne yazık ki pek çıkmamış, çıktıysa da sistematik bir şekilde izahata yanaşmamıştır. Bunda belki tarih bilincine hizmet edecek bu doğru tavrın belki de bizzat tarih bilincinin ehemmiyetini kavrayamamanın payı vardır. Yanı sıra Türkçüler, rakip görüşe göre görece başarı elde etmeyi sağlayan taraf olmuş, kısa vadeli hedeflerinden birinde mutlak zaferi tatmıştır: Bu, Türkiye’yi sol idareye teslim etmemek ve SSCB uydusu olmak tehdidini bertaraf etmektir. En azından bunu başarabilmiş olmanın yarattığı tatmin duygusu sahiden de haddinden fazla bir boyuta ulaştıysa büyük ölçekte yaşanan acı mağlubiyetle hesaplaşmanın önünü tıkayan etkenlerden biri olduğu da pek ala düşünülebilir. Son olarak bazı şeylerin farkına varmalarını sağlayacak bir bilinçten uzak olduklarını da itiraf etmek gerekir: 1) 20. yüzyıl bittiğinde bunun ne manaya geldiğini ekseriyet bilmiyordu. 2) Soldan farklı olarak çok daha belirgin ve büyük bir liderleri vardı ve kavga dövüş ortamı yatıştıktan sonra da hala başlarındaydı, bu da mücadelenin sürdüğü yanılgısına kapılmalarına, yeni bir mücadele başlatmaları gerektiğini algılayamamalarına sebebiyet veriyordu. Siyasal İslam, bir zafer kazanmıştır ve bunun meyvesi koca bir salkım en tatlı üzüm ise onu son bir tanesine kadar yemeye fazlasıyla kararlıdır. Fakat o salkımın büyük ölçüde bitip tükendiğini de göremedikleri için Türkiye, 21. yüzyılda doğal olarak yeni bir mücadeleye gebe kalmıştır: İktidar mücadelesi. Mağlubiyetinden bîhaber mağlup Türkçüler, 21. yüzyıla işte böyle girdi. Burada yüzeysel de olsa gerçekle ilk yüzleşme ve bunun yarattığı farkındalıkla örgütlenmeye hız verilmesi 2010’ların başında gerçekleşti. Bu yeni nesil örgütlenmeler, otoritesiz sahada görece hızlı kitleselleşiyor ve kamuoyunda ses getiren eylemlerle büyüyebiliyordu. Yıllarca büyüyenler kitleselleşmenin hızını nedensellikle açıklamaktan, açıklayabilenler ise kitleselleşebilmekten uzak bir grafik çizdi. 20. yüzyılın başarısız bazı sosyalistlerinin başarısızlığıyla yüzleşme metodundan faydalanarak 21. yüzyıldaki Türkçülerin bu başarısızlık serüvenine belki bir izahat getirebiliriz. Ernest Mandel, büyük sosyalist devrimin önünü kesenin çağın büyük bir çelişkisi olduğunu savunur. Bu çelişki, zafer için gerekli nesnel ve öznel koşulların olgunlaşması arasındaki çelişkidir. Öznel koşullardan kasıt, proletarya ve önderliğin bilinç düzenidir. Tıpkı bizim milliyetçilerimiz gibi o dönemde kısa vadedeki ufak edinimleri büyük zafer sanan Stalinistlere öfke duyan Troçki de bu çelişkiyi tespit ederek bir geçiş programı tasarlamıştır. Fakat bu noktadan itibaren söz konusu programı incelemek bizim sorunumuza herhangi bir derman sunmaz, bu nedenle çizgiyi tam olarak burada çekiyoruz. Yukarıdaki satırlarda mevzubahis ettiğimiz çelişkiye dair ifadelerde dikkatimizi çekmesi gereken sözcük bilinçtir. Sahiden de bir bina yaratmanın, bir devrimi başarmanın anahtarı işte budur: Bilinç. 21. yüzyılda ortaya çıkan Türkçü örgütlerin hızlı kitleselleşebilmesine vesile olan şey tam bir bilinçsizlik menbaıydı: Türklüğe ve Türkçülüğe hücum eden İslamcıların muktedir konumda olması, bizzat bu güruh tarafından Türk ordusunun yıpratılması ve tabii en büyük bir etken olarak “Çözüm” adı verilen ihanet süreci. Yeni Türkçü örgütlerin kurucularının büyük çoğunluğu sonradan katılım sağlayanların büyük çoğunluğu gibi acil bir soruna çözüm arıyor, acil bir ihtiyaca cevap vermeye çalışıyor, aksiyon yerine reaksiyon sergileyerek kendi kurgulamadığı bir oyunun figüranı olmak çaresizliğine kendisini bilinçsizce mahkum ediyordu. Kitleselleşmede acil taleplerin vitrinden sunulması anlaşılır bir avantaj kaynağıdır. Fakat bunu yaparken işin başındakilerin kitlelerin istenen bilince erişemeyeceğinin bilincinde olması, sürekliliğin sağlanabilmesi ve talep ortadan kalktığında hızlı örgütlenmenin daha da hızlı bir çöküşe sürüklenmemesi için elzemdir. Söz konusu Türkçü örgütler işte bu hayati hatanın kaçınılmaz sonucuna boyun eğdi. Onlar sayılarının hızlıca artmasını, beklenmedik kitleselleşmelerini yıllardır bastırılan fikirlerini örgütlü bir şekilde millete sunabiliyor olmalarının karşılığı olduğu yanılgısındaydılar. Zannediyorlardı ki, içinde bulundukları bin bir türlü imkansızlık ve tepelerindeki büyük baskıya rağmen etraflarında toplanıp kenetlenen binlerce insan, onların söylediklerinin büyüsüne kapılıyor… Hayır, bu insanlar da tıpkı örgütçüler gibi kırmızı çizgilerinin çiğnenmesine alışmamak arzusuyla çırpınışlarını dışa vuruyordu. Bu hataya kapılıp sürüklenen örgütlenme sayısı o kadar çoktur ki, dışarıdan bir göz bütün Türkçü örgütler için bir genelleme yapmaya kalkarsa ona haksız demek haksızlık olur. Ama biz içeriden bir göz olarak istisnalara da hakkını teslim edelim, tabii onların da günahlarını göz ardı etmeden. Hatalı çoğunluk, bilinçlendirmeyi bırakınız, bilinçlenmenin dahi kıyısından geçemeyecek kadar nitelik yönünden cılızdı. Bunlar azami programı dillendirdiğinde bir karşılık bulamadığı için asgari programın kârını kaybetmemek adına daima gündemin meseleleriyle alakadar olarak – istemeden de olsa – düzene ayak uyduruyorlardı. Söz konusu istisnalar ise büyük ölçekteki analize odaklanmıştı ve o azami programda çok ısrarcıydı. Bu nedenle onlar da kitleselleşemiyor ve yaptıkları analizler, kıymetlerinin karşılığını bulmaktan uzak kalıyordu. Uzak geçmişteki farklı cenahlardan örnekler, asgari ve azami programı sıraya koymak hatasıyla yok olup gitmişlerdi. Yakın geçmişteki bizim cenahtan örnekler ise bu programın tasnifini bile maalesef yapamamış olup örgütlenmelerini sağlamış kaosun örgütlenmelerinin sonu olması gerçeğinden kaçamadıkları için yok olup gittiler. Ne programsız ne de hatalı bir programla hedefimize koşabiliriz. Azami programımızı, yani uzak hedeflerimizi oluşturmamız için çok uygun bir süreçten geçiyoruz. Türkiye, iktidar değişikliğine gidiyor ve gelecek kadrolar şu veya bu partiden olmayacak. Yine tıpkı bugünkü gibi bir kaos hasıl olacak. Fakat bugünkü bizim adımıza menfi bir netice veriyor, yarınki fırsatlar doğuracak. Süreci iyi değerlendirebilirsek önümüzde yol almak, ilerlemek için bomboş bir kulvar kendiliğinden oluşacak. Türkiye siyasetinden kopmak, “halka doğru” yürüyüşten vazgeçmek ve küçük işlerle uğraşmayayım derken büyük işleri de ıskalamak demektir. Bütün dünya Türklüğünün insan hakları ihlallerinden adalet ve demokrasi arayışlarına kadar bugün kavgasını verdiği her meseleyi mesele edinmeli ve üzerine konuşmalıyız. Türkiye’deki bir işçi sendikasının kıdem tazminatı direnişi de Azerbaycan’da dikta rejiminin Rüstem’in hürriyetini gasp etmesi de sesine ses vermemiz gereken mağduriyetlerdir. Ne anayasa değişikliğiyle tiranlığa meşruiyet gömleği giydirebileceğini sanan Ruslara karşı direnişinde KTMM’yi yalnız bırakabiliriz ne de Sovyet alışkanlıklarından vazgeçemeyen Kazak idaresinin Serikjan Bilaş'a reva gördüklerine karşı üç maymunu oynayabiliriz. Türk dünyasındaki her bir Türk’ün güncel sorununu, yani bugününü ona daha iyi bir yarın vadedebilmek adına mukaddes davanın penceresinden bakarak, taviz veremeyeceğimiz ilkelerimizle ele alabilmeliyiz. Önce asgari, sonra azami programı değil; asgari programı azami programın ilkeleriyle işleyerek yürüyelim. Acil talepleri devamlı olarak işleyerek kitleselleşmek, az kalmamak mecburiyetindeyiz. Bunu yaparken yanımıza çekeceğimiz insanların bir yığın oluşturmasını istemiyorsak, nicelik kadar niteliği de önemsiyorsak – ki bu, böyle olmalı – gelen insanları işlemek de farzdır. Azami programı, bütün detaylarıyla yaratmak demek, kendimizi yeterli bilinç seviyesine yükseltmek demektir. Bu yarattığımız programı, günün meselelerine sunduğumuz çözümler vesilesiyle kazandığımız insanlara anlatıp kavratabilmek demek, yükseldiğimiz bilinç seviyesine bu insanları da yükseltebilmek demektir. Birkaç aylık, hatta birkaç yıllık da değil, uzunca bir sürelik emeklerimizi isteyen bir dava… Önce yükseltecek insan yükselsin demek şudur, milletimizi dikenli bir yolda yürümeğe değil, dikenlerini temizleyeceğimiz yolda yürümeğe davet edelim. Yükselecek ve yükselteceğiz, yükselmeli ve yükseltmeliyiz de… Yerimiz bu yer değil. A. Kutalmış Işık