Ayasofya

TAKİP ET

Ayasofya bin bir gulgulenin içerisinde, Danıştay 10

Ayasofya bin bir gulgulenin içerisinde, Danıştay 10. Dairesi’nin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptali ve 2729 sayılı, 10 Temmuz 2020 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı’nın yayımlanması neticesinde tekrar ibadete açıldı. Böylelikle yıllardır süregelen Ayasofya eksenli tartışmalar şimdilik nihayete kavuştu gibi gözüküyor. Tabii kavuştu kavuşmasına fakat bu sefer de pek çok tartışmanın doğmasına sebep olarak. Bu mesele, Danıştay kararından 24 Temmuz’daki Cuma namazının bitimine kadar pek çok farklı yönüyle ele alındı, sahnelenen olaylar vesilesiyle birçok hesaplaşmanın yapılmasına imkan verdi lakin meselenin zuhur noktası olarak kabul edilebilecek olan Danıştay kararı ne yazık ki esası itibariyle yeterince gündeme getirilmedi. Kısaca Danıştay’ın vakıf hukukunu Türkiye Cumhuriyeti’nin kamu hukukuna yeğlediği bir karar olarak özetleyebileceğimiz bir biçimde karşımıza çıkan bu kararın tespit edebildiğimiz kadarıyla hukukî anlaşmazlıklara mahal verebilecek altyapısını ve kararın emsal teşkil etmesi açısından gelecekte doğurması muhtemel sorunları gündeme getirmek bizce mühim bir vazifedir. Bu mesele biraz da yaklaşık 570 sene önce yazılan bir vakfiyenin ve dolayısıyla bu vakfiyenin meydana gelmesi için gerekli şartları oluşturan İslam vakıf hukukunun günümüz Türkiye’sindeki statüsünün meselesidir. Mesele direkt olarak Cumhurbaşkanlığı Kararı’yla hallolabilecek durumdayken Danıştay’ın sürece dahil olması tercih edildi. Danıştay verdiği hükümle Cumhuriyet devrinde, 1934’te, alınan bir Bakanlar Kurulu kararına erken modern dönemin vakfiyesini yeğlemiştir. Bu da vakıfların ve vakfiyelerin statüsüne Cumhuriyet döneminde getirilen çerçevenin dışında bir karar olarak göze çarpmaktadır. Bu noktada da yapacağımız şey öncelikle Danıştay kararındaki mekanizmayı anlamaya çalışmak olacaktır. Hepimizin bildiği üzere, Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’nin Danıştay’a açtığı dava sonucunda, Danıştay 10. Dairesi Ayasofya’yı müzeye çeviren 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmişti. Danıştay’ın bu kararında Fatih Vakfiyesi’ni bir özel mülkiyet hukuku vesikası olarak değerlendirdiğini ve buradan hareketle de Osmanlı dönemi selatin vakıflarının günümüzdeki geçerliliği üzerinden yola çıktığını söyleyebiliriz. Girişte vurguladığımız ve üzerinde ima ile olsa dahi herhangi bir tartışmaya rastlamadığımız can alıcı nokta da tam olarak bu tür vakıfların özel hukuk içerisinde değerlendirilmiş olmasıdır. Burada sultan vakıflarının mahiyetine biraz göz gezdirmek faydalı olacaktır. Tarihçilerin ve fakihlerin de hakkını teslim edeceği üzere selatin ve hanedan vakıflarının statüleri bir hayli çetrefilli bir mevzudur. İstanbul’un fethinin akabinde Fatih Sultan Mehmed’in şehrin tüm toprakları üzerinde hak iddia ettiğini söylemek mümkündür. İslam hukuk geleneğine göre, hükümdar ve mümessilleri kamu yararı için kamusal mülkleri vakfedebilirdi. Bu tarz bir tahsisata da irsâdi vakıf denilmekteydi.[1] Bu şer’i kurumu göz önünde bulunduran Fatih, kamusal mülkiyetin ve menfaatin vasisi sıfatıyla muhtemelen tüm İstanbul’u bir vakıf kendisini de vâkıf olarak telakki etmekteydi.[2] Fatih muhtemelen İstanbul’da kamu mülkiyetinin vasisi olmasından kaynaklanan haklarına istinaden taşınmaz malları devlet adamları arasında paylaştırdı ve onların kamu menfaatine yönelik projeler gerçekleştirmelerine ve irsâdi vakıflar tesis etmelerine izin verdi. Osmanlı’da fethedilen topraklar mîrî toprak olarak sınıflandırılıyordu ve gelirleri de büyük ölçüde askerî hizmetleri karşılığında Müslüman ve gayrimüslim askerlere tahsis edilmişti. Zaman zaman idareciler bazı toprakları ve mülkleri şahsî mülkiyet olarak bağışlıyorlardı. Mesela Fatih, İstanbul’daki nüfusu ve refahı arttırmak amacıyla şehrin yeni sakinlerine şehirdeki boş evleri bağışlamayı vaad etmişti fakat bir süre sonra evlerin değil ama üzerinde bulundukları arazinin vakıf olduğunu söyleyerek bu evlerde oturanlardan bir tür vergi yahut kira almaya başlamıştı.[3] Fatih Sultan Mehmed, muasırlarının gözünde, özellikle de saltanatının son on yılındaki faaliyetleri sebebiyle, vâkıfın şartını şâirin nassı gibi kabul eden fıkhî kaideyi bizzat çiğniyor gözüyle görülüyordu. Âşıkpaşazâde’ye göre Fatih, vakıf arazilerini mîrî araziye tahvil etmiş ve merkezi idarenin söz konusu arazilerin gelirlerini toplayabileceğini yahut askerî görevlilere tahsis edebileceğini ilan etmişti.[4] Tursun Bey de 20.000’den fazla köyün mîrî arazi olarak kaydedildiğinden bahsetmektedir.[5] Velhâsıl selâtin vakıfların kullanımının böylesine çeşitlilik gösterdiği göz önünde bulundurulduğunda Danıştay’ın vakıf hukukunun esaslarını dikkate alarak aldığı kararın sıhhatini sorgulamak mümkündür. Bu kararı diğer selatin ve hanedan vakıflarına teşmil ettiğimiz takdirde Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukî meşruluğuna gölge düşürmesinin önüne geçmekte itibar edilecek hukuk hangisi olacaktır? Öte yandan bütün vakıfların statüleriyle ilgili bir içtihatta bulunulacaksa bu süreçte nasıl bir karar alma mekanizması yürütülecektir? Bu soruların cevaplarının hayatî mahiyette olduğunu düşünmek olağandır. Bu soruları sorduktan sonra Danıştay’ın hükmüne göz atmak faydalı olacaktır. Ayasofya, mazbut vakıf statüsünde bulunan Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’na ait ve vakfiyesi gereğince cami olarak kullanılması gereken hayrat taşınmaz niteliğindedir. [Hayrat taşınmazlar ibadethane, hastane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır. Bu taşınmazlar, gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gerekse hâlen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca “ammenin istifadesine” terk edilmiştir. Dolayısıyla, bu taşınmazlar hakkında, esas itibarıyla özel mülkiyet hükümleri tatbik olunamaz; hayrat taşınmazlar satılamaz, rehnedilemez, haczolunamaz; bunlar için ne mülkiyete ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz. Vakıf hayrat taşınmazların temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında, bizzat Devlet’e karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devlet’in koruması altında olması, Devlet’in istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, vakıf mallarının kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Ayasofya'nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı'nın mülkiyetinde olduğu, Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu, Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği, bu hususun tüm gerçek ve tüzel kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcı olduğu, Devlet’in, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu, kuşkusuzdur. Bu durumda, Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan Vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya'nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.] Danıştay’ın hükmü gayet açık. Bu kararı okuyan her kişinin aklına birtakım soruların gelmesi gayet muhtemeldir. İmdi, eğer ki vakıf hukukunun hükmü geçerliyse misâlen Ayasofya’nın masraflarının devlet bütçesinden değil bizzat vakfa ait gelir kaynaklarından karşılanması gerekmektedir. Bu noktada da Ayasofya’nın masraflarını karşılama vazifesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamının değil yalnızca vakfiyenin vakıf vesikalarında belirtilen sâir muhit esnafının ve gelirleri ve ürettikleri Ayasofya’ya tahsis edilmiş bazı köylerde mukim vatandaşlarımızın boynunun borcudur. Yahut bu vakıf hakkına verilen birincil itibarı göz önünde bulundurarak kamusallaştırılan yahut başka şahısların mülklerine dönüşen öbür vakıfların akıbetleri hakkında sorular yöneltmek de mümkündür. Vakıayı bu karar perspektifinde incelediğimizde Danıştay’ın İslam vakıf hukukunu, Türkiye Cumhuriyeti kamu hukukunu hatta Anayasa’yı dahi sınırlayan bir norm olarak kabul ettiği çıkarımını yapabiliriz. Daha sarih bir ifadeyle 1934 yılında Anayasa’nın verdiği yetkiye dayanarak bir hükümde bulunan Bakanlar Kurulu kararı, İslam vakıf hukukunu ihlal ettiği gerekçesiyle iptal edilmiştir. Tabii hukukçular metinde alenî bir ifade bulunmadığından dolayı bu çıkarımımıza itiraz etmekte haklıdırlar, lakin metin hukukî mantık çerçevesinde incelendiği takdirde bu sonuca varmak hiç de abes değildir. Ayrıca mevzubahis hükümde, sultan vakıfları direkt olarak özel hukuk çerçevesi içerisinde ele alınmıştır. Zât ile ofis/saray/hanedan arasındaki ayrımın henüz billurlaşmadığı 15. yüzyılda fetih sonrası sultanın vakfa dönüştürdüğü hizmet ve taşınmazların özel hukuk normu içerisinde değerlendirilmesi ciddi soru işaretlerinin doğmasına mahal verecektir. Bu tür vakıflara bağlı taşınmazların, tarihî misallerle de desteklediğimiz üzere kamu malı olarak sayılması çok daha isabetli olacaktır. Mesele Erken modern Osmanlı İmparatorluğu bağlamında incelendiğinde sultanın fetih sonrası vakf eylediği gelirlerin ve bu gelirle yürütülen hizmetlerin günümüzde kamu hizmetleri olarak kabul edilen fiiliyata tekabül ettiği aşikârdır. Dolayısıyla, bu vakıflar kamu hukuku çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu meselede, zaman aşımı kavramının söz konusu olmadığı İslam vakıf hukukunun, Cumhuriyet anayasasına, kamu hukukuna ve medeni hukuka galebe çaldığını söylemek mümkündür. Vakıf hukukunun anayasayı ve kamu hukukunu sınırlayan bir norm olarak kabul edildiği bir cihetten bakıldığında da Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına inanan ve kanunun hakkını teslim ederek itibarını düşürmemeye gayret eden her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bu meseleden endişe duyması ve Danıştay’ın bu derme çatma kararının üzerine gitmek istemesi kaçınılmazdır. Türk milletinin yaklaşık 570 yıllık gözbebeği olan Ayasofya, paranoid bir iktidar şehvetiyle ve muhtelif teo-politik figürlerden himmetle gülünç duruma düşürülmekten ve üzerinde tasarrufta bulunabilmek için çeşitli garabete sebep veren hükümlerden çok daha fazlasını hak etmektedir. Unutulmamalıdır ki, ne amaçla kamuya açılırsa açılsın Ayasofya Türk milletine aittir ve kendisine yaraşır muameleyi sonuna kadar hak etmektedir. [1] Abdurrahman Atçıl, Erken Modern Osmanlı İmparatorluğunda Âlimler ve Sultanlar, s. 71, Klasik Yayınları, 2019 [2] Fatih’in vakfiyelerinden birisi İstanbul’u muhasarası sırasında sultanın şayet şehri alırsa tüm topraklarını din ve hayır kurumlarına vakfedeceği yönünde Allah’a ahdettiğini bildirmektedir. (bkz. Fatih II. Vakfiyeleri, faks 31-32, Vakıflar Umum Müdürlüğü, 1938) [3] bkz. Aşıkpaşazade, Tevarih-i Âl-i Osman, s. 415 – Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l Feth, s. 201-205 [4] Aşıkpaşazade, Tevarih-i Âl-i Osman, s. 479 [5] Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l Feth, s. 27 Fatih’in Bursa ve çevresindeki vakıfları lağveden 1480 tarihli fermanının bir nüshası için bkz. Halil İnalcık, Bursa Şer’iye Sicillerinde Fatih Sultan Mehmed’in Fermanları”, Belleten XI/44 (1947) 702-703 Bahtiyar Türkkan