Bedevinin Şerrinden Atatürk'e Sığınmak

TAKİP ET

Türkiye tuhaf bir iç savaş yaşıyor; buna bir tür dijital iç savaş ya da anlatılar savaşı diyebiliriz

Türkiye tuhaf bir iç savaş yaşıyor; buna bir tür dijital iç savaş ya da anlatılar savaşı diyebiliriz. Toplum hemen hemen ortasından ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta Lozan’ın hezimet olduğu, Cumhuriyet devrimlerinin “bizi” başkalaştırdığı, asimile ettiği, kadınların çalışmasının ve eşit bireyler olmasının İslam’a aykırı olduğu gibi zırvalardan ibaret ancak çok güçlü ve taraftarı bol bir anlatı var. Diğer taraftaki anlatı parçalı, güçlü değil, net tespitleri yok ama bir konuda emin: Atatürk’ün hikayesini anlatıyor. Muhalif kesimin geniş, etkili ve isabetli bir anlatısının olmaması, Atatürk’ün bir “toplumsal ikon” olarak yeniden ele alınmasına, bütün görüşlerin Atatürk adına dillendirilmesine neden oluyor. Muhaliflerde Atatürk’ün arkasına saklanma taktiği yaygın diyebiliriz, ama bunu olumsuz bir anlamda söylemiyorum. Muhalif olmak Türkiye’de ciddi bedel ödetiyor, üstelik kültürümüz öyle fikir özgürlüğüne, birey lehine taleplere sıcak bakan bir kültür değil. İşsiz kalma, çevrenden dışlanma, dayak yeme, evlatlıktan reddedilme… Muhalifin başına birçok şey gelebilir, o yüzden bir ikonun arkasına sığınma ihtiyacı hissediyor. Her ne kadar zayıflatılsa da Atatürk kültü hala çok güçlü, üstelik hem solcular, hem milliyetçiler, hatta hem de muhafazakarlar arasında etkisi devam ediyor. Bu yüzden herhangi bir toplumsal ya da siyasi talep, Atatürk’ün arkasından dile getirildiğinde, gelecek tepkinin radikalliğini azaltıcı bir etki yapıyor: Hala, sosyal medya trolleri ve beşinci sınıf kalemşörler hariç, siyasi misyonu yahut müvekkilliği olan kimse, Atatürk’e doğrudan saldıracak kadar cüretkar değil. Tabii burada Atatürk’ün “değişmesi” meselesi de var. Dünün Atatürk’ü ile bugününkü bir değil; herkes kendine göre bir Atatürk tarif ederek, karşısında duran kitleyi ikna kaygısını da sürekli göz önünde bulundurarak anlatısını tesis ediyor. İlginç bir örneği, Eric-Jan Zürcher’in “Baba, öğretmen ve kahraman adına: Türkiye’de Atatürk şahıs kültü” başlıklı makalesinden alalım. Zürcher, aslında Atatürk’le alakası olmayan siyasi manevralarını Atatürk’ün arkasına sığınarak yapan ilk siyasi topluluğun, Demokrat Parti olduğunu isabetli bir şekilde gösteriyor. Uzun yıllar başbakanlık yapmış, sonra Milli Şef olmuş ve ahiren muhalefete düşmüş bir İnönü, elbette özellikle orduda, siyasette ve ekonomide ciddi müttefikleri olan bir rakipti. Bu rakibin karşısına çıkarken, ondan daha güçlü bir anlatı gerekiyordu, Demokrat Parti bu yüzden İnönü’nün karşısına Atatürk’ü koymuş, İnönü kültünün oluşmasını engellerken, eski dönemden kalma nüfuzun yeni partiyi boğmasının önüne geçmiştir. Benzer şekilde, Oxford El Kitabı: Komünizm’in Tarihi başlıklı derleme eserdeki Şahıs Kültü ve Simge Siyaseti başlıklı makalesinde Daniel Leese, komünizm harici rejimlerdeki şahıs kültlerine üç örnek veriyor: Mustafa Kemal Atatürk, Josef Pilsudski (Polonya) ve Sun Yat Sen (Çin). Bu “makbul” şahıs kültlerinin ortak özelliklerini ise, ekseriyetle askeri bir zaferin ardından, ülkedeki “geleneksel akımlar”ı bilimsel, milli egemenliğe dayalı ve milliyetçi politikalarla değiştirmek için yaratılan bir tür “aydınlanmacı vesayet” olarak tespit ediyor. (Greenfeld’in milliyetçiliği moderniteye geçişi mümkün kılan bir araç olarak görmesiyle uyumludur.) Şu halde, diyebiliriz ki, Atatürk herkese lazım oluyor. Onun gerçekte kim olduğundan, insani yönünden ötede, bir “kültürel gösterge” olarak “ne” olduğu önemlidir. Bunun cevabı da, evet, bir ikon; hatta bir put. Ancak ihtiyacımız olan bir put, bize gerçekten nimetler sağlayan bir put. Anayasadan tutun kanunlara, okul sıralarından paraya, Türkiye Cumhuriyeti’nde “mesaj”ın ve “sembol”ün olduğu her yere Atatürk’ün girmiş olması, İslamcılığın Türkiye’de başlattığı karşı devrimin karşısındaki en kıymetli ve hayati mevzidir. Sahip olduğumuz tek güçtür. “Kemal’le hesaplaşıyoruz”, “Kemalizm’le hesaplaşıyoruz” diyen sözde liberallerin anlamadığı tam olarak buydu. Semboller, kahramanlar bu işe yararlar. Türkiye gibi modernleşme süreci –maalesef- hala devam eden bir ülkede, sembollere ve kahramanlara (ve tabii, milliyetçiliğe) her zaman ihtiyacımız vardır. (Sinsi bir kesimin Enver Paşamızı Atatürk’ün karşısına alternatif ikon olarak çıkarma çabalarını bu gözle okuyunuz.) Atatürk’ün gölgesi olmasa, sokaklarda kırbaçlı adamlar gezer, şeriata uygun davranmayan, düşünmeyen, yaşamayan yahut kırbaçlı adamların bir şekilde canını sıkan herkesi pataklardı. Atatürk’ü koruma kanunu, dün İnönü karşısında bir anlatıya ve ikon gücüne ihtiyaç duyan Demokrat Parti’ye yaradı, ancak bugün bize yarıyor. Çünkü kimsenin Atatürk’ün şahsıyla bir problemi yok, onun temsil ettiğiyle, yani milliyetçi Türk aydınlanmasıyla problemleri var ve bu problemleri çözebilmek için, Atatürk mevzisini yıkmak zorundalar. Atatürk’ü normalleştiren (Mustafa filmini hatırlayın), sıradanlaştıran, muzır eleştiriye, lüzumsuz, magazinel tartışmaya açan her eylem, kasten ya da bilmeden, karşı devrime hizmet edecektir. Atatürk’ün yanına yeni semboller, ikonlar eklemekte beis yok, ancak hiçbir ikon, hiçbir kahraman Atatürk kadar kültleşmemiştir ve faydalı değildir. Yeni muhalefetin siyasi söylemlerini inşa etmeye soyunan herkesin, 70-80 yıl önce 2000 rakımlı bir Avşar köyünde işlenen cinayete ağıt yakan kadının, “Gazi Paşa bunu duysa / Asker salar orduyunan” dediğini aklında tutması gerekiyor. Ancak Atatürk böyle bir mertebeye erişmiştir, zulme uğrayan köylü Türkmen kadınının yegane ümidinin Atatürk olduğunu gösteren sembolik bir ifade olmasının yanında, o Türkmen kadınının devlete, popüler kültüre, hatta dine ve milli kimliğe dair birçok motifi bilmediğini, ancak Atatürk’ü tanıdığını gösterir. Bu bakımdan, muhalefetin Ayasofya açılışına verdiği destek anlamsız ve yanlıştı, ancak Ayasofya açılışındaki hutbede Atatürk’e yapılan terbiyesizliğin tantanasını koparmak doğruydu. Hala istedikleri nesilleri yaratamamışken, o Türkmen kadınların kendileri ve çocukları hala yaşarken, Atatürk Türk-İslamcı hezeyanların bütün muzır neşriyatına rağmen hafızalarda hala kahramanken, tazeyken, AKP’yi bu zeminde tartışmaya çekmek doğrudur. AKP’nin Atatürk’e saldırmasını sağlamak ve Atatürk şampiyonluğunu yapmak, AKP’nin istediği Allah-Atatürk ikiliğine değil de, Erdoğan-Atatürk ikiliğine girişmek; doğrudur. Dini vurgu ve hezeyanlarla dolu, ancak Nurslu Said’in talebelerinin Anadolu’ya yayılması ve Soğuk Savaş dönemine anti-komünist söylemle ittifak yapması sebebiyle popülerleşmesinden beri epey güçlü, takvim yapraklarından popüler tarih kitaplarına, şimdilerde televizyonlarda yer bulabilen anlatının büyüklüğü ve yıkıcılığı, beş para etmez adamların vaktiyle falanca cemaatin keşkülüne kaşık salladıkları yahut filanca gençlik örgütünde şeriat eylemi yaptıkları için devletin en tepesinde görev alabilmesinde görünür hale geliyor. Bu devasa gücün karşısında Atatürk’ün putlaşmasıyla, dokunulmaz olmasıyla yahut insani yönüyle meşgul olunmaz. Atatürk’ün arkasına geçilir ve o büyük Türk’ün, sevdiğim bir yabancının ifadesiyle Fransız ve İngiliz taarruzlarını titanyum hayalarıyla durduran o kahramanın, bu bedevi istilasını gölgesiyle durdurabilmesi için projektör tutulur. M. Bahadırhan Dinçaslan

cumhuriyet Daniel Leese Demokrat Parti Enver Paşa Eric-Jan Zürcher Greenfeld islam İslamcılık İsmet İnönü Josef Pilsudski Kemalizm kültürel gösterge Lozan antlaşması Milli Şef Mustafa Kemal Atatürk Nurslu Said