Bella'nın Kısa Donu

TAKİP ET

Camide Çav Bella okunması tartışmalarını anlamsız buluyorum

Camide Çav Bella okunması tartışmalarını anlamsız buluyorum. Dolar yükselince “Ezan dinmeyecek!!” diye açıklama yapan bir iktidar var karşımızda. 3 çıfıtın halt etmesinden ibaret bir olayı büyütüp iktidarın ekmeğine yağ sürmemek lazım. Vaktiyle Türkçe ezan işinde de böyle olmuştu. Önce daha zayıf isimlere söylettiler, baktılar olmadı, sabık CHP'li malum şahsa söylettiler sonra gürültü çıkardılar. Girme hiç o topa halbuki. Konuşma. Konuşmak zorunda mısın? Herkeste ezandan rahatsız olmadığını gösterme yarışı... Bu yarışa girdikçe, iktidarın "birileri ezandan rahatsız ama biz ezanı dindirmeyeceğiz" mesajı güçleniyor. "Faşizm ifadeyi engellemez, mecburileştirir" durumu, bir nevi. O yüzden bu konuda kasten yorum yapmamayı tercih etmiştim. Fakat bugün aynı zamanda profilinde “sosyalist” ve “feminist” yazan bir zatın tweetine denk geldim. Şöyle diyordu tweet: “Eşcinsellere evlilik hakkı tanınmasına toplum hazır değilmiş. Bu ne ki? Biz daha sizin köhnemiş, kadınların emeğine ücretsiz el konulmasına dayanan, tek eşli evlilik kurumunuzu dağıtacağız. Boşanmaları kolaylaştıracak, gönüllü birlikteliği özendireceğiz. Ey toplum, are you ready?” Bu aklıma 2 yıl öncesinin Çav Bella tartışmasını düşürdü, kısa donlu Bella’yı: Hilal Cebeci anladığım kadarıyla bir dizi tarafından yeniden popüler edilen Bella Ciao şarkısı için bir klip çekmişti ve sosyal medyada solcularımız tepki göstermişlerdi. Seksi -olduğu düşünülen diyelim- danslarla, kısa etekler, şortlarla çekilmiş, kültür endüstrisinin en kapitalist formundaki bir sektörün klibini, bu işe el atmasını “solcu değer”e yakıştıramamışlardı. Ne alakası var peki o Bella ile eşcinsellerin? Konuyu bağlayacağım, ama önce sosyalizme dair biraz konuşmamız lazım. Sosyalist-devrimci hareketler, aynı feminizm gibi 3 dalga teşkil ediyor demek mümkün: 19. Yüzyıl sonunda yeniden şekillenen ve globalleşen dünyada fırsat buldukları bölgelerde devrim yapan yarı çeteci, yarı entelektüel yapılar ilk dalgayı teşkil ediyordu. 20. Asır, soğuk savaş çekişmesinde, uygun bölgelerde ekseriyetle “Abi” Sovyetlerden finansal destek alan, klasik gerilla mantığıyla hareket eden ve faaliyet gösteren örgütlerin bolluk dönemiydi. 3. Dalga Sovyetler’in dağılmasıyla başladı ve “başka tür” sosyalist yorumlar da bu dönemde kendisine alan açabildi. Artık silahlı, gerilla tipi örgütlenmeler yerine, siyasi ve sivil örgütlenmelerin dönemi gelmişti. Doğuşundan bu yana sosyalizmin ideolojik çıkmazları ve arayışları epey teferruatlıdır, bu yazı da sosyalizmi çürütme yazısı değil. Ancak sosyalizm ideolojik çıkmazlar kadar, pratik çıkmazlarla da karşı karşıyaydı: Krediyle ev almış, iyi kötü arabası olan, yurt dışı tatil yapabilen işçilerin olduğu bir ülkede, Engels’in sosyalistliğine ilham olan 1850’ler Manchester şehrindeki işçiye hitap edeceğiniz dille konuşamaz, işçileri ikna edemezdiniz. Evet, teorik olarak hala “sömürü” olduğunu söyleyebilirsiniz, ancak bu eskisi kadar belirgin değildir ve zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz çok şey vardır artık. Bu yüzden sosyalist hareketler, tuhaf bir biçimde etnik çatışmalardan beslenmeye başladılar. (Aslında tuhaf değil. Sovyetler de kapıya Alman panzerleri dayanınca Alexander Nevsky posterleriyle, “anavatan” vurgularıyla propaganda yapmaya başlamışlardı. Bir ara Savaş ve Propaganda bahsinde Sovyetlerin milliyetçi propagandasını yazalım.) Burada iki yönlü bir ilişki söz konusuydu: Sosyalizme bir “insan kaynağı” lazımdı. Etnik direniş gruplarına da, çatışmanın doğası gereği kolektifçi bir ideoloji gerekiyordu. IRA muhtemelen böyledir: Sosyalist IRA’nın kurduğu devlet, bugünün standartlarında dünyanın en liberal ekonomilerinden biridir. Etnik çatışmanın olmadığı yahut önemini kaybettiği bölge ve bağlamlarda, özellikle 3. Dalga sosyalizm yeni bir insan kaynağı arayışına girdi. Günter Walraff’tan alıntıyla “en alttakiler” diyelim bunlara: Fuhuş alemindekiler, eşcinseller, işsizler, lümpen proletarya ve öğrenciler. Evet, öğrenci başlı başına ilginç bir vakadır: Öğrenci sınıfsızdır, ya da büyük oranda sınıfsızdır. Ancak bu “en alttakiler” sosyalist bir devrimin sürekli ve gözü kara fedaileri olabiliyorlardı artık, istisnalar kaideyi bozmasa da, en dar gelirli işçiyi dahi güç bela elde ettiği konfor alanından “çalmak” pek mümkün olmuyordu. Bu “3 Dalga”nın son ikisini PKK’nın “HDP”ye dönüşmesinde çok güzel gözlemleyebilirsiniz. Bütün bu süreçte, sol kendisine hala zemin ve destekçi, sempatizan bulduysa, bunu tamamıyle “popüler kültür”e borçludur; evet, kapitalizmin, devletin, kurulu düzenin, egemenin aleti olarak tanımladıkları popüler kültüre. Deniz Gezmiş’i olduğu gibi anlatırsanız, kaç genç kızımız “Bizim Deniz” diyerek vakur, gözlerinde bir ışıltıyla kafasını sallayacaktır? Kaç gencimiz sosyalizmin kuramından etkilenerek “solcu” olmaya karar vermiştir, kaçı şarkılardan, kitaplardan, dizilerden etkilenmiştir? Bilhassa Türkiye’de olmak üzere, bütün dünyada sol, iktidara gelemedikçe yahut devrime kavuşamadıkça, entelektüel birikimini ve yetenekli insanlarını medya, reklam sektörü gibi alanlarda istihdam ederek (ederek derken lafın gelişi, kasıtlı bir proje değildir bu) hayatta kalmıştır. Popüler kültür sayesinde “en alttakiler” ve “marjinaller”i, zaman zaman da bu gruplara girmeyenleri kendisine sempatiyle baktırabilmiş, bir kısmını devşirebilmiştir. O yüzden solun kısa donlu Bella’dan şikayet etmeye hakkı yoktur: Asıl tuhaflık Hilal Cebeci’dedir. Çav Bella dinleyen, sola sempati ile bakan, Deniz Gezmiş’i seven gençlerdedir. İktidara gelse zevk aldığı bütün eylemleri yasaklayacak olan bir düşünce sistematiğine, şimdilik muhalefette, mazlum ve mağdur olduğu için sempatiyle bakanlardadır. Şimdi gelelim eşcinsellere. Eşcinsellik insani bir özellik olmaktan çıkarılıp, "politik bir kimlik"e dönüştürülüyor ve bu yeni bir "cinsiyet teorisi" kapsamında yapılıyor. Bu teorinin de kerameti kendinden menkul. Durağı uçmağ olsun, sürekli bir temasımız olmadı ama epey genç olduğum dönemlerde bana özgüven aşılayarak üzerimde büyük emek sahibi olmuştu, rahmetli Acar Sevim, Türkçü olduğu kadar Alman kültürü ve felsefesi uzmanı kıymetli bir profesörümüzdü. Nihilizme dair konuşurken, şöyle bir laf etmişti: Nihilizme sosyalistler bir işlev biçmişlerdi, kurulu olanı, hakim olanı yıkmak. Nihilizm kurulu olanı sorgulayacak, zayıflatacak ve hatta yıkacak, sosyalistler bu boşluğu dolduracaktı. Şimdilerde eşcinselliğe böyle bir işlev yüklendiğini düşünüyorum. Çünkü eşcinselliğin toplumdaki oranının çok ötesinde bir temsili oluşmaya başladı ve çok ciddi “yatırım”, yani doğrudan “sermaye” gerektiren bir kampanya; diziler, filmler, eylemler yoluyla yürütülüyor. Bu eşcinsellerin sayıca çok oluşuyla açıklanamaz, evrimsel olarak sabittir ki, türler içinde eşcinsellik daima vardır ancak daima sınırlıdır, oran olarak düşüktür. Eşcinseller zulme uğruyor ve buna duyarlı “endüstri” bunu finanse ediyor desek; birçok başka alanda zulme uğrayan, ayrıma uğrayan kesim varken “neden eşcinseller?” sorusunu sormak icap eder. Hayır, görünüşe göre eşcinseller kesbettiği ehemmiyetin çok ötesinde bir temsile kavuşuyorlar ve bir “eşcinsel kampanyası” çok ciddi bir finans gücüyle yürütülüyor. (Bu arada ben eşcinsellerin evlenebilmesi taraftarıyım. Eşcinsel kampanyası ile, din, dil, ırk, cinsiyet fark etmeksizin hukuk önünde “kör eşitlik” taraftarı olmanın farkını vurgulamaya çalıştığım yazım için lütfen tıklayınız. Kampanya tabirini özellikle kullanıyorum ki, birey hak ve özgürlüklerine saygılı olanın kategorik olarak takınması gereken tavır ile, pespaye, saldırgan ve “bozucu” kampanyanın farkı anlaşılsın.) Bu kampanyanın neden yürütüldüğünü düşündükçe, aklıma başka bir neden gelmiyor: Bir komplo teorisi ama, “yeni sol” tandanslı sermaye sahiplerinin, kendi fikirlerine göre bir dünya teşkil edilebilmesi için “geleneksel aidiyetler”i yıkmak gerektiğine olan inançlarından ötürü özellikle kültür-sanat ve eğlence alanlarında bu kampanyayı finanse ettiğini düşünüyorum. Yani burada eşcinseller yalnızca bir aletten ibaretler: Eşcinsel kampanya üzerinden aileye, geleneksel aidiyetlere, toplumu uyum içinde tutan soyut kurumlara organize bir saldırı söz konusu ki, “millet” kavramı da bu saldırıdan nasibini alıyor. Bu iş o raddeye vardı ki, ahkamlı köşkemli uluslararası kurumların en üst düzey toplantılarında güvenlik açıkları değil de, “ordudaki eril dil” mesele edilir hale geldi. Meşhur “meleklerin cinsiyetini tartışan Bizanslılar” rivayeti gibi, Batı, post-modernizmin elinde, hiçbir işe yaramayan, saçmapasan, suret-i haktan görünürken multi-kulti kisvesiyle bizzat hukuk kavramının temeline dinamit koyan post-modern tartışmaların içine çekilmiş durumda. Entelektüel düzlemi, siyaset düzlemi, sanat düzlemi, hatta askeri düzlem bile böyle. Fayda, akıl, objektiflik rafa kaldırıldı, bir tuhaf “dumanlı” zihin yapısı bütün Batı’yı esir aldı; akademisinden başlayarak onu yükselten, ileri götüren, mutlu ve müreffeh yaşama kavuşturan her türlü kurumu, geleneği, motifi ve fikri yok etmeye programlı. İşte Bella’nın kısa donu budur; klasik Marksistler şikayet ededursunlar, yeni-solun popüler kültürü dünyaya savaş açmış durumda. Kapitalizmin nimetlerini bu “yeni-sol” amaçlar uğruna değme kapitalistten daha etkili kullanan bu yapı, bir başka anlayışın ve “ruh”un zamana hakim olabilmesi için, kurulu olanı yıkmaya en muktedir aletin eşcinsel-neofeminist bir öncü faaliyeti olduğuna karar vermiş gibi duruyor. Çav Bella yazısı yazmadı demesinler, bu yazı, komplo teorilerine savaş açarken, kişisel ve “ispatlanamaz” tahminlerimi sunduğum bir komplo teorisi olarak burada dursun. M. Bahadırhan Dinçaslan

cami Çav Bella Engels Günter Walraff kapitalizm komplo teorisi komünizm Manchester Marx Neofeminizm popüler kültür sosyalizm Sovyetler