Bencilliği Nasıl Öğreneceğiz

TAKİP ET

İzliyor muydunuz bilmem, Masterchef diye bir yarışma programı var

İzliyor muydunuz bilmem, Masterchef diye bir yarışma programı var. İtiraf edeyim ki ben bayıla bayıla izliyordum. Bir sürü genç, yarı-profesyonel aşçı veya aşçı adayı zorlu bir yarış içindeydi. Aynı zamanda jüri olan şeflerin öğrettiği şeyleri hızla öğrenseler ve uygulasalar da, bir konuda çok zorlanıyordu şefler. Yarışmacılar “yaratıcı” bir tabak istendiğinde boş bakıyor, tezgâhın altına saklanmak istiyor, kendilerine ayrılan o değerli ve kısa sürenin ilk birkaç dakikasını düşünerek geçiriyorlardı. Sonuçta ortaya çıkan tabaklar ya klasik bir tarife eklenen 1-2 ek malzeme veya pişirme tekniğiyle, ya da jüri olan şeflerden gördükleri yaratıcı tabakların bir değişiği/bileşimi oluyordu. Jüri ne kadar delirse de son birkaç kişi kalana dek gerçekten yaratıcı tabaklar göremedi. Yarışmacıların bu hali garip geldi mi size? Bana hiç garip gelmedi. İlkokuldan, hatta kreşten başlayarak eğitim sistemi, çalıştıkları usta-çırak sistemi ve ülkenin kültürel yapısı nedeniyle gerçekten “yaratıcı” şeyler yapmalarını beklemek bence saflıktı. Jüri “Düşünün! Hayal edin!” dedikçe yarışmacılar boş bakıyordu hep. Hayal etmeyi bilmiyorlardı. Keşke bu kadar tembel olmasam da o “Türk gençlerinin hayali yok” istatistiklerini bulsam, şuraya iki etkileyici sayı ekleyebilsem. Ama o sayılar olmadan da hepimiz biliyoruz, gençler hayal kurmaktan uzaklar, çoğunun bir hayali değil, iş bulmak gibi somut ve hedeflediğimiz standartlardaki başka ülkelerde olmasa da Türkiye’de gerçekleştirmesi zor hedefleri var. Hayal kuracak ortama da, fırsata da sahip değil gençler – onlardan böyle bir şey iş hayatına atılana kadar hiç istenmiyor. Oysa hayal kurmak, o hayale inanmak, o hayali gerçeğe dönüştürmek için çabalamak, senden başka kimsenin inanmadığı bir hayale inanmakta sebat, ısrar ve hatta inat etmek değil midir yaratıcılık? Biz daha hayal kurma aşamasında bin tane engelle karşılaşıyoruz. Bize kurallara uymak, var olanı devam ettirmek veya isteneni yapmak öğretiliyor. Sorgulamak, ufak da olsa değişiklikler yapmaya çalışmak, kendi yolundan gidip aynı sonuca ulaşmak okulda da, askerde de, iş yerinde de pek kabul görmüyor. Bunu Türk kültürünün bir hatası olarak görmüyorum hayır, ama Türk modernleşme serüveninin bir eksiği olarak görüyorum. Yaratıcılık 200-300 yıl öncesine kadar pek matah bir özellik değildi, sanatçılarda bile fazlasına tahammül gösterilmiyordu. Ne zaman ki birey felsefi olarak değil, somut biçimde de değer kazanmaya başladı, bireysellik yükselen bir değere dönüştü, yaratıcılık da hız kazandı. Biz modernleşmenin bu yönünü biraz pas geçtik sanki. Birey haklarını ve özgürlüklerini kendi almadı bizim modernleşme serüvenimizde, devlet verdi onları (bu yüzden de değerleri pek bilinmedi). Bireyin genelden farklı düşünen veya düşünebilen bir “benlik” geliştirmesine çok izin vermedik millet olarak. Farklı düşünen, farklı hisseden, bunu ortaya koyan insanları pek desteklemedik – benliğini geliştirmek için bencil olmak gerektiği halde insanlara bencillik hakkı vermekte cimri davrandık. Oysa çalışkanlık, dürüstlük, merhamet gibi erdemler bir milleti hayatta tutsa da milleti ileri götürecek olan güçlerden biri de yaratıcılık değil mi? İnsanların yaratıcı olabilmesi için hayal kurması, hayallerine tutunması, onlara zaman ayırması, zamanını başka şeylere vermekten kaçınması gerekmiyor mu? İşte böylesi bir bencilliğe izin vermedik, vermiyoruz. Bencillikten kastım elbette sadece kendi çıkarını düşünmek, komşusunun evi yanarken bana ne demek değil, böyle de anlaşılabilir. Çok daha basit ve naif bir bencilliğe ihtiyacımız var; bir odaya kapanabilmek, kendi başına düşünebilmek, hayal kurmak, o hayale ulaşmak için çabalamak… Sabah 9 akşam 6 mesaisiyle değil, günde 14 saat çalışmayı istemek. Hayatından bir sürü elzem gibi görünen şeyi çıkartıp, gerekirse dostlarla muhabbeti azaltıp işine odaklanmak. Okumak, denemek, yazmak, çizmek. Annen yemeğe çağırdığında “bir dakika!” demeyi bile unutacak kadar odaklanmak… Hayran olduğunuz, dahi dediğiniz insanların hayat öykülerini okur musunuz? Ben okurum. Çoğu böyle insanlardır. Onların hakkında konuşacak pek az insan bulurlar belgeseller için, çoğunu anlatan kişiler eski proje ortakları, iş arkadaşlarıdır. Bir odaya kapanır, akıllarındaki şeyi becermeden çıkmazlar. Çok acıkmadan yemez, bayılmak üzere olmadan uyumazlar. Sevilmezler pek, arkadaşları yok denecek kadar azdır. Deli gibi çalışırlar, kendilerinden zeki birini bulunca onu da işin içine çekmeye çalışırlar. Bu kadar çok çalışanların neredeyse hepsi kendi fikirlerinin, hayallerinin, hedeflerinin peşinden gidenlerdir, kimse Ahmet Bey’in hedefi için zorlamaz kendini bu kadar – ancak kendisine, kendi fikrine inanan insanlar böylesi bir özveriyle çalışır, didinir, çabalar, sıfırdan bir şeyler kurar. Ziya Gökalp kendisini bir odaya kapatıp çalışmıyor muydu sanıyorsunuz? Atatürk Amasya Kongresinden sonra “O-ho, saat altı olmuş” deyip işi gücü seriyor muydu? Cemil Meriç yazıp okumaya vakfetmemiş miydi günlerini? Zaferlerin sahibi, imparatorluğun mimarı Fatih Sultan Mehmet kendi zamanında çok sevilen biri miydi? Diğer milletler kadar Türk milletinden de örnek verebiliriz, ama bizdeki örnekler korkarım münzevi yıldızlar gibi, bir parlayıp bir sönüyorlar. Biri parlayınca arkasından onun izinden beş tanesi daha gelmiyor sanki. Kaçınız bir işe böyle yürekten sarılan, gecesinin gündüzüne katan, kendi hayallerinin peşinden koşan ve onlara ulaşan birini tanıyoruz ki? Ya da kaçımız çocuğumuz kendini odaya kapatıp bize göre “uyduruk” bir projeye saatlerini, günlerini gömse onu zorla işinden uzaklaştırmayız? Bir sıçrama yapacaksak böyle insanlara alan bırakarak, destek olarak, böyle çocukların önünü kesmeyerek yapacağız. Hatta yeni neslin böyle düşünmesini sağlayarak, yaratıcılığı özenilecek bir özellik haline getirerek, benliğe özgürlük tanıyan bir iklim oluşturarak… Gelin bunu nasıl yaparız, onu konuşalım.