Bir Din Tüccarının Doğu Türkistan Provokasyonu

TAKİP ET

Hariciye, bilhassa gelenekli bir devletin hariciyesi, millî yahut dinî bir taassuptan müteessir bir vaziyette veyahut romantik dürtülerin çizdiği yol doğrultusunda adım atmaz

Hariciye, bilhassa gelenekli bir devletin hariciyesi, millî yahut dinî bir taassuptan müteessir bir vaziyette veyahut romantik dürtülerin çizdiği yol doğrultusunda adım atmaz. Evet, devletler de romantizmden beslenir zira o da milletin meydana getirdiği bir müessese olarak milletten çok da farklı genetik kodlara sahip değildir. Lakin devletlerin ağır sorumlulukları vardır, bu devir de pek kimse ciddiye almasa da vaktiyle müşterek bir çaba neticesinde karada, denizde, havada, uzayda beynelmilel bir hukuk teşekkül etmiştir ve kansız (daha az kanlı) nizamı korumak adına buna uymak lazımdır. Kan, işte bu hukuka uymayanı uydurmak içün dökülmelidir ki, bir büyük adamın da dediği gibi ‘cinayet’ olmasın. Pek tabii, bu son cümlede bilakaydüşart bir hüküm değildir, şerh düşmekte fayda vardır. Savaş, bazı durumlarda ihtiyaçtır ve hatta öylesi durumlar olur ki, Mondros sonrasının Türkiyesi içün olduğu gibi bir milletin, bir devletin son şansı, mecburiyeti oluverir. Fakat yine de önü ve arkası vardır. Mondros’u en basit bir paçavra gibi ayaklarının altına alan o büyük kumandan, Milli Mücadele kararının mantıklı bir tercih olmadığını biliyordu. Vahdettinlerin ortaya koyduğu veya Amerikancıların sığındığı diğer planlar, bağımsızlık savaşı vermekten daha mantıklıydı ama aynı zamanda şüphesiz daha şerefsizce ve onursuzca bir tercih olacaktı. Mustafa Kemal, devrimci ahlaka ve akla sahip bir liderdi. Mantığı bir kenara itip devrimciliği yürürlüğe koydu. Ancak diğerlerine nazarına daha mantıksız bir tercih olması, başarı ihtimalinin olmaması ve plansız programsız, sırf ölmek içün yola çıkılacağı manasına da gelmiyordu. Onun planı daha Mondros’taki imzaların mürekkebi kurumadan işlemeğe başlamıştı, bunu tarihî vesikalarla ortaya koymak pek ala mümkündür, başka bir yazıda buna da temas ederiz. Bu yazıda değinmek istediğim mesele bambaşka… Hak ettiği sıfatlarla bu yazıyı kirletmek istemediğim Akit TV adında, hepinizin bildiği bir televizyon kanalı var. Geçtiğimiz günlerde bu kanalda Sınır Ötesi diye bir programda konu edilen Doğu Türkistan meselesine dair konuşmacılardan birinin telaffuz ettiği tehlikeli cümlelerden bahsetmek istiyorum. Olmayan bir devletin -nasıl oluyorsa- konsolosluğunu yapmış Nurullah Çetin isimli bu beyefendi, Doğu Türkistan içün şu cümleyi sarf etti: “Artık Doğu Türkistan’ın Çin’e karşı cihat etmekten başka çaresi kalmamış.” Din tüccarının mayası bozuktur, başkasının canı üzerinden kalem oynatmakta, ahkam kesmekte en büyük kahramanlık destanının şairine bile rahmet okutur. Bu kadar atıp tutunca bazen ciddiye alınır bunlar fakat iş o raddeye geldiğinde ne olduğunu merak edenlere 4 Temmuz 2003’ü hatırlatmak dahi kafidir. Din tüccarı da netice bir tüccardır. Burnunun dibindeki Türk’ün canını, namusunu muhafazadan aciz bu aklıevveller kilometrelerce ötedeki Türk’ün canını savaş meydanına dökmeyi maharet bellese de doğruyu bilip konuşan, yazan birkaç kişi de elbette çıkacaktır. Türk diasporası, dünyanın en ideal rol modelini muhteviyatında barındırır. Kırım Tatar direnişinin ortaya koyduğu silahsız diplomasi örneği, en vahşi bir diktatoryayı dize getirmiş, Tatar’ın vatanına dönüşünün önünü açmıştır. 2014’te Ukrayna’nın içinde bulunduğu siyasi buhran devri ve Putin denen serserinin gözü dönmüşlüğüyle yeniden Rus işgaline giren Kırım içün bugün yeniden alevlenen Kırım Tatar direnişinin nasıl özel ve büyük bir ehemmiyet ifade ettiği tartışmağa dahi açık değildir. Peki, Kırım’da insanlarımız ölmedi mi? Öldü. Baskı ortadan mı kalktı? Hayır. Ancak bu kutsal direniş vesilesiyledir ki, büyük bir felaketin önüne geçilmiştir, geçilmektedir. Silahsız direnişin dünya kamuoyunda kazandırdığı, daha doğrusu mevcutta da olan fakat herkesin görmesini sağladığı meşruiyet, bunun sırrıdır. Silahlı mücadele de bir yoldur. Bugün bize karşı Kürtçü bir silahlı mücadele söz konusudur. Hedefi bağımsızlıktır ancak bu neviden kavga döğüşte yegane “başarıölçer” hedefe ulaşılıp ulaşılmaması değildir. Muhatabını masaya oturtabilen bir azınlık mücadelesi, kesinlikle başarısız addedilemez. Lakin Kürt hareketi, bu başarısını arkasındaki destekçilerine borçludur. Maaş alan terör örgütü elebaşları, yüklü teçhizat desteğinin yanı sıra yıllarca Türkiye’de vurup Irak’ta, Suriye’de, İran’da içlere kaçılmasına göz yumulması bilinmeyen bir gerçek değildir, aşikardır. Gelelim kendi meselemize, bu örnekle mukayeseye girişelim. Doğu Türkistan’da silahlı bir direnişi örgütleyecek istihbarî desteği hangi devlet sağlayacak? Haydi teşkilatlandırıldı. Düzenli maddi destek, askeri teçhizat ikmali hangi elle mümkün kılınacak? Haydi bu da sağlandı. Doğu Türkistan’da Çin askerini vuracak gerillalar, hangi sahaya çekilecek? Kazakistan’a mı, Kırgızistan’a mı, Pakistan’a mı, Hindistan’a mı? Türk dünyasında Çin’in nasıl at koşturduğuna dair bir şeyler karalamaya hacet var mıdır, bilemiyorum. Kazakistan’ın Uygur meselesine bakış açısını da soruna eğilen sivil toplum kuruluşlarından hesap edebilirsiniz. “Bir Kuşak Bir Yol” ile Pakistan ilişkilerinin yeni dönemi, bu sözde diplomatın bilgisi dahilinde midir? Hindistan’ın 20. yüzyılda yaşadığı sınır kavgasında yediği tokadı da hatırlatarak bu bahsin mümkün olmadığını peşinen söyleyelim ve meseleyi kapatalım. Doğu Türkistan diasporası sağlıklı bir yol takip etmektedir. Evet, zulüm büyüktür, kaç can yitirdiğimize dair sağlıklı bir bilgi akışımız dahi yoktur ancak mevcut mücadele metodumuzun bu haliyle alternatiflerinden daha doğru bir yol olduğu da açık bir biçimde görülmektedir. Bugün KTMM önderliğinde sürdürülen Kırım direnişi sayesinde çok daha büyük bir katliamın önüne muhkem bir set çekilmektedir, mesele gündemde tutularak yaptırımların sürekliliği sağlanmaktadır. Rusya’nın er geç beli kırılacak, Kırım bu mukaddes direnişin neticesinde hürriyetine kavuşacak ve Hansaray’ın duvarlarında en gür bir sesle ‘Ant Etkenmen’ diye haykıran binlerce Tatar’ın berrak Türkçesi çınlayacaktır. Pek saygıdeğer tüccarın Doğu Türkistan’da girişilmesini önerdiği, mecburiyet diye sunduğu silahlı mücadele de Türkiye’ye mi güvenilmeli? Kırım’ı domatesten daha kıymetsiz sayan, işgalci devletin Avrupa Parlamentosundaki oy hakkının geri verilmesine onay veren milli şuur mahrumu bir zihniyetin yönetimindeki Türkiye’ye sahiden güvenilebilir mi? Tüccarların siyasi mastürbasyonu, reyperestlerin alçakça çıkarları uğruna masum milyonların, uzaktaki soydaşların canı feda edilemez.