Bir Mum Bir Işık

TAKİP ET

90'ların son yarısı, hatta sonlarıydı

90’ların son yarısı, hatta sonlarıydı. Kitap bulmanın para bulmakla eşdeğer olduğu, bulduğum kitapları türünü ayırt etmeden okumaya çalıştığım zamanlardı. Belirli bir okuma sistematiği kuramamıştım henüz. Küçük bir ilçede, elime ne geçerse onu okuyordum. Hangi kitabı okumam gerektiği meselesi, kitap bulma meselesinin yanına dahi yaklaşamazdı.  Açıkçası bunun bir mesele olduğunu da düşünmüyordum o dönem. Kitapçıya sipariş verdirdiğim bir kitabı üç hafta beklediğim oluyordu. Ve kitap, sanki çok yüksek bir mertebeden izinle geliyordu. 2000’lerin hemen başında, Öğretmen Lisesi’ndeydim. Kadir Hoca girmeye başlamıştı Edebiyat dersimize. Kazakistan’daki (yanlış hatırlamıyorsam) görevinden yeni dönmüştü. Haftanın bir dersi birlikte kitap okuyorduk. Biz okurken o dolaşıyor, neler okuduğumuza bakıyordu. Biz de elimize hangi kitap geçerse onu okuyor, bazılarımız ise sadece okur gibi yapıyor, zamanı öldürüyordu. Okulun güzel bir kütüphanesi vardı ama genelde orayı yatılı öğrenciler kullanırdı. Yerini bilirdim ama içeri bir kez dahi girmemiş, kitap almamıştım. Bir sebebi yoktu aslında. Bizi engelleyen bir yasağın olduğunu da hatırlamıyorum ama sanki başka bir boyutta, sadece izinle geçilen bir kapı gibi geliyordu. Belki de içine bir kez bile girmediğim içindi, bilemiyorum. İşte, Kadir Hoca o sene yeni bir isimle tanıştırmıştı bizi: Cengiz Aytmatov. Bu ismi daha önce duymamıştım. Tolstoy’ların, Dostoyevski’lerin, Çehov’ların arasından çıkıp gelememişti demek ki. Buna sebep benim henüz yerleştiremediğim okuma kültürüm müydü yoksa bize yol gösterenlerin azlığı mı bilemiyorum. Hangisi olursa olsun, okuma yazmayı öğrendikten sonra geçen 10 yıl boyunca tanışmamıştık. Şimdi ise yeni bir ufuk vardı önümde. Okudukça, çok şey bulmuştum hikâyenin içinde. Marallar, köyde sabah tan atımından hemen sonra, hafif kızıllık varken birkaç kez ancak gördüğüm o elik keçilerine benziyordu. Issık Göl’ü bulmuştum atlastan. Koca dünya bir kağıtsa, o bir kalem ucu kadar görünüyordu kâğıt üstünde. Oysa ne büyüktü kitaptakiler için. Olaylar ilerledikçe Türk Dünyası, Turan, “dilde, fikirde, işte birlik”, hepsi bir cisme bürünmüştü benim adıma. Çocuğun, dedenin, Issık Göl’ün, maralların, uzanan bozkırın görüntüleri eski tarihin canlandığı zamanlar gibiydi. Kür Şad da buralardan geçmiş miydi acaba bir zaman? Edebiyat, böyle bağlıyordu zamanı zamana, mekânı mekâna. Tarih yazımının ötesinde, toprakla bağını koparmamış olanlara, toprak üzerinden anlatıyordu hayatı, maziyi ve geleceği. Zaten sonraki basımların birinde Aytmatov da bahsediyordu aynısından; “ Beyaz Gemi'deki 'adsız oğlan' , sadece benim yetiştiğim döneme mahsus bir tip değildir. Geleneğinden ve köklerinden kopartılmış nesillerin, dünyanın her tarafında yaşadıkları ve yaşayacakları büyük trajedinin kahramanlarından biridir. Dünyada her zaman vardı ve var olacaktır' “adsız oğlanlar. Ben Beyaz Gemi'de bu kayıp nesillerin dramına işaret etmek istemiştim. Devir değişti artık; Soğuk Savaş'ın sıcak günlerinde değiliz. Kaybolan adsız oğlanları aramak ve bulmak için bugün daha fazla şansa sahip olduğumuzu düşünüyorum…” diyerek. Bugün ‘adsız oğlanları’ bulmak için daha fazla şansa sahibiz. Bu mana bütün çabamızın, uğraşımızın, gelecek adına atacağımız adımların özeti olacak duruluktadır. “ Neden hala çaba gösteriyorsun? ” sorusu bize sorulduğunda veya aynı soruyu kendimize sorduğumuzda, bu cevap hepimize yetecektir. Edebiyatta, sanatta, ilimde yükselmeye hazır olan “adsız oğlanları ve kızları” bulacağız. Onlar, birer balık adam olup, hedefleri olan Beyaz Gemi’ye yüzmek için kendilerini Issık Göl’ün koynuna bırakmadan önce.