Bir Mustafa Hikayesi

TAKİP ET

Çiseliyordu...

İnce, cılız bir örtü istasyonun üstüne doğru iniyor, gece susan bu demir ve beton yorgununu uykuya çekilmesi için hazırlıyordu.

Mustafa yokuşun başında oturmuş, olanı biteni izliyordu. Önce gözüne birkaç ışık takıldı. Sonra başka ışıklar. “Gece nasıl da tuhaf bir şey” dedi kendi kendine. Yıkıntılar, kondular, kentsel dönüşüm hikâyeleri, kalkmayan enkazlar, hiç düzelmeyen kaldırımlar… Gecenin karanlığına çekilmişti pek çok şey. Meydan her yanı bezeyen ışıklara kalmıştı. Şimdi yıldızlar bile bu ışıkları kıskanırdı.

“Gülveren” dedi. “Bize neden dert verdin?”

Elindeki çalıyla yere bir şey yazdı, sonra hızla sildi.

“Bu saatlerde her şey ışık ama senin için karanlık ha Mustafa?”

“Evet” dedi birden. “Evet. Bu çamur deryaları, bu is, bu yalnızlık duygusu, ağzımdaki bu acı tütün tadı. Yetmiyor bu ışıklar!” Ayağa kalktı, sanki içinden bir şeyleri söküp atmak ister gibi bağırmaya başladı. Çise yavaş yavaş yağmura döndü, yağmur artmaya başladıkça o da sesini yükseltti. “Ne hatırlıyorsun dünden, önceki günden? Ne kaldı sana geçen senelerden? Hangi dost, hangi düşman, hangi anı, hangi acı? Şu taşlı yolu kaç yıl çıktın, şu çatının altında kaç ömür tükettin? Ne zaman güldün en son Mustafa? En son kiminle güldün?”

Kendini birden yere bıraktı. Oturacak bir yer arama ihtiyacı dahi hissetmedi. Dizlerini kendine çekti, kollarını dizlerinin üzerinde birleştirdi, ayakuçlarına bakarken yavaş yavaş sakinleşmeye başladı. Uzaktan bakanlar, ilk anda onu sokağın ortasına bırakılmış bir çuval zannederdi. Rengi dönmeye başlamış pantolonu, siyah gömleği, rengi atmış eski deri montuyla, gecenin içinde yarı seçilir haldeydi. Boşluğa baktıkça, boşluğun kendini çektiğini hissetti. Yüzünden muzip bir gülümseme geçti. Son hıza ulaşana kadar koşmayı, sonra kendini karanlığın içine bırakmayı düşündü. “Göklerden bir kapı, açılır mı ha Mustafa?”

Pantolonu iyice ıslanmış, yağmur suları ona çarparak, birazı arkasında birikerek akıyor, yolda bulduğu ufak çukurlarda birikiyordu. Eline geçirdiği bir taşı bu çukurlardan birine fırlattı. Sonra diğerine ve diğerine. Bir şeylere müdahil olmayı, düzeni bozmayı severdi. Eliyle ceplerini yokladı, bulduğu sigara paketini ezerek kontrol etti. Birkaç dal kalmıştı. Memnuniyetsiz bir ifade ile cebine geri koydu. Gecenin bitmediğini ve belki de hiç bitmeyeceğini biliyordu ve bu yetmezdi. Ayağa kalktı, ıslanan paçalarını düzeltti, montunu omzuna doğru çekti ve kendini yokuştan aşağı bıraktı. Yolla beraber amaçsızca gidiyordu. Bazen yürüyor, bazen hızlanıyor, bazen de ayağını sürüyordu. Yokuşu bitirip döndükten az sonra, ileride duvar dibine sinmiş bir köpek gördü. Tüyleri uzamış, bazı yerlerde ise tamamen dökülmüştü. İyice büzüşmüş, sanki yağmurun dinmesini bekliyordu. Tereddüt etmeden yanına yaklaştı, “Merhaba dost” dedi, montunu çıkarıp üzerine örttü.

“Demek dışarıda kaldın. Ben de öyle. Yani öyle sayılır işte. Eve girmek ağır geldi bu akşam.” Konuşurken bir yandan çömeldi, sırtını duvara yaslayıp oturdu. Eliyle bir şeyler aradı, sonra köpeğe döndü. “Paket sende” dedi gülerek. Köpeğin üstüne attığı montun cebinden paketini çekti, duvara doğru döndü, ellerini siper ederek bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip, yanan sigarayı avucunun içinde çevirdi. Yağmurun daha ilk nefeste sigarasını söndürmesini istemezdi. Köpek gözleri ile onu süzerken konuşmaya devam etti.

“Sen güngörmüş bir hayvana benziyorsun. Söyle bakalım. Aklımızdaki ipler, bütün gemileri limana bağlamaya yeter mi? Yoksa herkes kendi denizine mi açılmalı?” Köpek başını ön ayaklarının üzerine koymuş, karanlığa doğru bakıyordu. “Peki, mutlaka bir limana ihtiyaç var mı? İnsan bütün ömrünü denizlerde dolaşarak, mutlak bir liman olmadan, istediği limanlara uğrayarak geçirebilir mi?” Köpek, merak etmiş gibi birden başını kaldırdı. Karanlığın içinde bir ses duyduğunu biliyordu ama köpeğin verdiği bu tepki hoşuna gitmişti. Onu dinlediğini farz edip devam etti. “Serseri bir hayattan bahsetmiyorum. Hem bahsetsem de fark etmez ya demek istediğim o değil. Bu ana limanı nasıl belirleyeceğiz. Aha benim ev şurada mesela. Kaç yıl bilmem ama kendimi bildim bileli o konduda yaşarım. Şimdi oradan çıksam, aylarca, yıllarca uğramasam, hatta dökülmeye başladığında dahi yanına varmasam, limanımı yakmış mı olurum? Başka bir yerde yeni bir liman inşa etme veya bütün limanlardan vazgeçme hakkımız yok mu?”

Yağmur suları sokakları yıkayarak, yolların ortasından bulduğu yerlerden geçerek, akıp gidiyordu. Sigarası bitmiş, hiç beklemeden diğerini yakmıştı. “Görüyor musun? Şu semte yıllardır doğru düzgün çivi çakılmadı. Şu yolun bile ne olduğu belli değil. Asfalt mı beton mu toprak mı? La burası bir kere yol mu?” Belirli belirsiz bir şey mırıldandı, sonra köpeğe dönüp “Özür dilerim birader” dedi. “İstemeden çıktı ağzımdan ama şuraya baksana. Farkı var mı romanlardaki uzak kasabalardan? Sanırsın Paris’in banliyöleri. Yıl bin yedi yüz bilmem kaç” Bu ani yükseliş köpeğin dikkatini çekmiş olacak ki cılız bir ses çıkardı.

“Haha. Haklısın. Ne diyor bu deli diyorsun. Hepsi de yalan değil ya. Mesela bura bir roman olsa, ben köşe başında görününce insanların kaçtığı adam olurdum. Senin uzağından geçerlerdi. Sonra ışıklı bir yer bulur, orada saatlerce oturup, dünya nasıl daha güzel bir yer olur diye tartışırlardı. Oysa şu çarpık yapıların içinden nasıl düzgün bir hayat çıkar, nasıl güzel bir düzen kurulur. Derler ki Hakan abimiz kazandığı ilk parayla muz alıp yemiştir. Muz, nasıl büyük bir hayal olabilir güzel kardeşim? Nasıl?” Sigarası bitmişti. Köpeğe baktı, “Bir yere ayrılma, geliyorum ben hemen” dedi. “Mont sende kalsın.”

Yağmur sırtından akıp geçiyor ama Mustafa başka bir dünyayı yaşıyordu. Büyük ışıklarla aydınlatılmış yere girdi, adamla göz göze geldiler, parmağı ile işaret etti, alacağını aldı, parasını verip çıktı. Tek kelime etmediler. Biri yorgundu, diğeri konuşmayı sevmezdi. Birbirlerini tanırlardı. Gereksiz samimiyete inanmazlar, dünya kavgasında tafsilata gerek duymazlardı. Yağmura çıkmadan önce sigarasını yaktı, derin bir nefes verip üfledikten sonra yürümeye başladı. “Uyuyun bakalım” dedi. “Siz uyurken neler oluyor şu dünyada. Siz de zannediyorsunuz ki uykularınız ve güzel rüyalarınız sizi kurtaracak. Hakikat, sabah sizi bekler. Ayağınızı kapıdan dışarı attığınızda, yüzünüze inen tokadı hissedemiyorsanız, öldünüz demektir. Limanlarınız, kapanlarınız olmuş. Kafesleriniz olmuş. Giriyorsunuz, çıkıyorsunuz, kendinizi özgür zannediyorsunuz. Saatlere, kiloluk yoğurda, akşam ekmeğine, çocuklarının gözüne bakamayan babaya and olsun ki ziyandasınız. Her gününüz müsavi, her gününüz bir kayıp. Uyduruk zaferlerinize tüküreyim” Bir yandan söyleniyor, bir yandan yürüyordu. Köpek, son bıraktığı yerde duruyordu. Onu görünce bu sefer tepki verdi. “Geldim dostum” dedi. “Hem gelmeyip ne yapacağım. Daha iyi bir işim yok ya.” Yeniden sigarasını yaktı. Köpeğe baktı. “Bırakmaya çalışıyorum ama zor” dedi. “Bu is, kömür, toz, duman. Hepsini soluduğumuz yetmiyor gibi bir de bu var. Nasıl başladım, ilk ne zaman geçti elime bilmiyorum ama elimden çıkıp gitse üzülmem. Sen de anlat derdim ama dinlemeyi seviyorsun Bak ne diyeceğim. Sen de kentsel dönüşüme girecek misin?” Gülmeye başladı. Gülme sesi gittikçe artıyordu. Şen kahkahaları karanlığa doğru gidiyor, bir yerlere çarpıp geri dönüyordu. “Düşünsene seni de güzelce yıkayıp, tüylerini kesip, bakımını yapıp, sitenin birine veriyorlar.” Birden ciddileşti. “Neden olmasın” dedi. “Sen de semtin çocuğu değil misin? Ne olacak bir yer de sana verseler. Ama yapmazlar. Menfaat devşirmedikleri horozun sesini dinlemezler. Hem senin sesin nasıl onu da bilmiyoruz. Deminden beri buradayım, bir kez konuştun. Onda da ığk mı dedin vağk mı belli değil.”

Vakit gece yarısını aşmıştı. Mustafa sırılsıklam, köpek sessiz, dakikalardır duvarın dibinde oturuyorlardı. Birkaç kişi gelip geçmiş, bir göz ikisine bakmış, tekinsiz sayıp, hızlı adımlarla uzaklaşmışlardı. “Görüyorsun ya” dedi. “Bütün ihtimam çula. Gerçi montlu bi köpek de tuhaf manzara ha. Yanında da delinin biri.”

Bir süre hiç konuşmadı. Gözlerini kapattı, başını biraz geri yasladı, öylece durdu. Sonra birden ayağa kalktı. “Ben gidiyorum” dedi. Onun aniden kalkmasıyla köpek de kalkacak oldu. Elini başına koydu. “Rahatsız olma” dedi. “Yolu biliyorum. Mont kalsın.”

Karanlığın içine yürürken mırıldandı: “Beni sıkıyor, sanki bir kalıptır bu dünya. Benim için nasıl da boşalıptır bu dünya”*

Veysel Çıtlak

*Bahtiyar Vahapzade / Gurb Düşünceleri