Bir Nefes Sıhhat Gibi

TAKİP ET

Mehmet Can Kuyucu'nun kaleminden "Bir Nefes Sıhhat Gibi" öyküsü...

Papazyan Efendi’nin yardımıyla ceketini sırtına çeken Eşref, yayık olan ağzını daha bir yaydı ve sağ elini göğsüne bastırarak eğildi:

“Eyvallaah, Bey Baba...”

Gümüşsuyu, buz kesen havasıyla beraber sabah ezanına müteakip rengiyle kristal bir fanus kadar otantik, mavi parlıyordu. Yer yer, Dolmabahçe’ye inen yokuşta gök ve yer birleşiyor ve bu kristal fanus, masmavi bir pudra geçilmişçesine gökyüzü ile münasebete giriyordu. Böyle manzaraların soğukları bile iç ısıtan bir vaziyette tezahür eder. İşte Eşref de, sağa sola yalpalayarak her meseleye bir mısra yahut beyit uydurarak, bazen de sözden ibaret makamlar arasında şöyle bir seyahat ederek Kabataş’a iniyordu.

“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

İnsanın en tabii ihtiyacı, bir helalık meseleye binaen vahyolunan bu mısra, Eşref’in zihniyle ahenksiz bir uyum içinde yine vahyin kaynağı (Muhibbi) ve muhatabı (Eşref’in) arasında kalın bir ses tonu iteklemesiyle muhavere halini alıyor, karşılıklı atışmalar en nihayet Eşref’in ağzından kendini püskürüyordu:

“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Yokuş daha bir dikleşince vahyin kaynağı Nef’î oluyor, hafif bir düzlükte yeniden Muhibbi’ye tahtı devrederek devamlı bir yer değiştirme haliyle sarhoşun ruhuna bu kutsal dizeleri teşyi ediyordu.

“Âşık isen ağlamakla bitmez iş, bir çare gör

Sen gerek yaş dök, gerek hûnâb gelsün çeşmine”

1800’lerin ölmeyecek ruhu olan bu kadim yoldan her geçişte, büyük insanlar bir geçiş töreninde gibi gözlerinin önünden kafile kafile geçerdi ve bu geçiş törenine bazen cins-i latifler denk gelir, bu sırada sözü Karacoğlan almaya çalışsa da Fuzulî bu işte daima galip gelerek vahyi elden bırakmazdı:

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb

Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır”

Ruhun vecd hali ve uzviyetin kamaşmış sarhoşluğu bir canda mürekkep ise, çıldırmak işten bile değildir. Bu çıldırma, çırpınma haline uygun bir şiir yeryüzünde henüz yok. İşte bu yüzdendir ki Eşref’in aklına Tanpınar’ın sözleri geliyordu:

“Yakında herhangi bir şey veyahut hiç olacağım. Ona hazırlanıyorum.”

Saat kulesinin masmavi şark kültürüyle işlenmiş camlarının eşkali ve batı kültürüne namzet iskeleti Eşref’in gözlerine dokunmuştu şimdi.

“Nihayet...”

“Yola bir çıkıldı mı ömür boyunca gidilir.”

Ensesinin köküne Attila İlhan’dan şaak diye inen bu mısra, kendisini yere yuvarlamaya yetmişti. Belki de ayağı bir taşa takıldı, kim bilir? Islak asfalta kapaklanınca bir müddet uyuyup ardından sürünerek taştan bir oturağa gelip oturdu.

“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

“Bu mısranın muhakkak rahatlamakla bir alâkası var. Kanuni kim bilir hangi rahatlığın esrarında iken yazdı bunu... Belki bir kadın? Belki de hamamdan çıkınca yatağâ kendini atıp demiştir?

Yok yok, kesin tuvaletten çıkınca söyledi bunu!”

Asfaltın nemli kirpiklerine bulaşmış elleri şimdi simsiyahtı. Bu nemli ellerle cebini yoklayıp piposunu çıkardı ve tütün yatağına mermi misali, “captain black” taneleri sürdü. Ateşini harladı ve derin derin soluyarak içine çekti. Eşref, ciğerlerini bir filtre olarak tayin etmiş ve daha derinlere, beynine gidecek olan bu dumanı bir nebze meşgale olsun, kafam dursun diyerek içmeyi tercih etmişti. Sabahın ışıkları kenti kuşatmışken kışa rağmen mini mini etekleriyle koşan kadınları gördükçe içleniyor, içleniyor ve o kaybettiği (gitmek denemezdi buna) sevgilisini hatırlıyordu. “Kim bilir hangi kollarda? Hangi vahşi ve simsiyah eller taptaze göğüslerine dokunuyor acaba? Hangi sivri dişler o diri ve gül kokulu göğüsleri dişliyor? Acaba o hangi vahşettir ki, şimdi, hâlâ benim olan, benden başkasının olmayan o kadının bedenine sahip oluyor?"

Pufffff... Dumanı öyle bir çekip bırakmıştı ki, ciğerlerinin ve genzinin yanmasıyla kendine geldi. Öksürük periyotları da bu yanmanın müteakibi...

Tütünü silkeleyip kalkmıştı artık yerinden.

“Yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir.”

-Gidilir ya... Hele sevgilin senin değilse...

Ayağına takılan taşlara aldırmadan Valide Sultan’a değin inmişti. Bağdaş kurup devasa yeşil bir muşamba kapının önüne oturdu. Neriman buraya yakındı. Mini mini etekler ve kalçalarına ritim tutan topuklularıyla şimdi tam karşıdan geçecekti. Bazen öyle vakitler olur ki, sevgilimiz, sevdiğimiz, uzviyetinin her noktasına mühür vurduğumuz kimseler, uzaktan seyredilir bir yabancı dehşetine bürünür. Bu, hayatın bize en aşağılık cilvesiydi. Kim bilir hangi ince tesadüf zincirlerinin kavuşturduğu küçücük bir vuslat, yine küçücük ihtimaller şeridinde bizi yapayalnız bir yabancıya çevirirdi. Sırtını Allah’ın evine yaslayan sarhoş, kamaşmış zihnin bombardımanından yine sağ çıkamayacaktı anlaşılan. Başka birinin, şimdi yabancı olduğu kadına dokunma ihtimali olmasa... Olmasa, belki o zaman rahatlayabilirdi.

Uyuklar vaziyette bir hayli bekledi ve en nihayet...

Gözlerini açtığı zaman öğle olmuştu. Caminin pek kimsesi olmadığından rahatsız da edilmemişti. Peki ya Neriman? “Kesin geçti de görmedim. Ah, o güzel yüzü bir kere daha göremedim.”

Yokuşu gözüne kestirip zom olmuş kafasıyla Papazyan’ın meyhanesine gidecekti yine. Yokuşun eteklerine gelene kadar bir aksilik yoktu fakat tam yorulup dinleneceği sırada ardından bir sesin bağırdığını duydu:

“Huuu, Eşref! Bekle, bekle.”

Necla’nın pürtelaş haline bakılırsa ya çok iyi ya çok kötü bir havadis vardı.

“Ne’n var böyle?”

“Çok... Çok kötü bir haber Eşref. Neriman kendini asmış.”

“Kesilmiş bir kamış, ormanlıklardan

İnsan, rüzgârlara bağlı bir düdük...”

Necip Fâzıl’ın ve Necla’nın müşterek şamarı bu defa taşsız, engelsiz kendini yere yıkmasına sebep oldu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan Necla’nın nemli gözlerine bakıyor ve bir yandan da artık Neriman’a kimsenin dokunamayacağı düşüncesinin rahatlığıyla Muhibbi’yi yad ederek bağırıyordu. İşte bu bağırıştır ki, artık başkasının olamayacak sevgilisinin, Eşref’in göğsüne bıraktığı bir nebze huzurdan ibaretti:

“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

 

öykü edebiyat hikaye