Bir veya Üç Yüz Kişi

TAKİP ET

-I- 'Koca Eflâk'ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun

-I-

“Koca Eflâk’ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti… İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın hâşâlarına, sırma eyerlerine aldanma… Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama ellerinden bir şey gelmez. — Bunlar Türk değil mi? — Türk… Ne olacak? — Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser… — Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi koca bir devletin içinde ne yapabilir?” Birinci zabit ve kumandan arasında geçen bu konuşma, Ömer Seyfettin’in Topuz’unun bana göre en vurucu kısımlarından biridir. Hikâyenin nihayetinde ise elçinin elindeki topuz, prensin tacına iner ve salondaki kimse ses dahi çıkaramaz. Bu topuz, istiklal sevdasına düşenlerin acı sonunu temsil etmektedir. 300 atlı, elçi heyeti ve süslü kılıçlar ile topuz, Türk devletinin ulaşabileceği noktayı gösterir. Günümüze yakın döneme göre yorumlarsak da Türk Milliyetçiliği’nin uzun yolculuğunda adeta çok da kalabalık olmayan bir kitle ile ani çıkışını ve beklenmedik hamlesini resmeder. Tören kılıcı diye önemsenmeyen bir araç, Türk onu kullanmadan dahi etkisini göstermiş; tek kişi elinde birleşen bir güç olarak yorumlanabilecek topuz ise Türkün elinde bambaşka bir mahiyete bürünmüştür. Bu, aynı zamanda bizlere küçük, işe yaramaz, önemsiz, işlevini kaybetmiş diye görünen kişi veya kaynakların da doğru kullanılması halinde Türk Milliyetçiliği fikrine hizmetinin mümkün olduğunu gösterir. Önemli olan, elimizdeki kaynağı tanımak, bunu en verimli şekilde nasıl kullanabiliriz sorusuna vereceğimiz doğru cevabı bulabilmektir. Gerisi üç yüz atlı – kılıçlı maiyet veya tek kişi elinde bir topuzdur.

-II-

“Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk‘ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine: – Şunun kaftanını veriniz! dedi. Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti: – Buyurun, kaftanınızı unuttunuz. Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle: – Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.” Muhsin Çelebi, Şah İsmail’in huzurunda temsil ettiği devletin ayakta bekletilmesini ve böylece aşağılanmasını kabullenememiş, sırtından çıkardığı ve devletin gücünü / ihtişamını sergilediğine inandığı ve bunun için hazırlattığı Pembe İncili Kaftan’ı yere sermiş ve üzerine oturmuştu. Çok uzun sürmeyen konuşmanın ardından da ayağa kalkmış, kaftanı orada bırakmış, uzun yollardan geri dönmüş ve vazifesini yerine getirmiş bir Türk olarak payitahta ulaşmıştı. Kaftan için yaptığı harcama onu fakirliğe sürüklemiş, elindeki pek çok şeyi satmak ve önceki hayatına veda etmek zorunda kalmış; fakat Türk kimliğinin tepesi olarak gördüğü devletinden bunun için bir bedel istemediği gibi, bedeli de yine kendisi ödemişti. Onun için Pembe İncili Kaftan, Türk devletinin asaleti ve Türk milletinin belirli bir paha ile ölçülemeyecek gururuydu. Bu hareketi ile Muhsin Çelebi, “bedel sırasında önde, ödül sırasında arkada” diye bir dönem sloganlaştırdığımız sözün tam da temsili idi.

-III-

“Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor, – Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!… Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu…” Hikâyenin devamında Deli Hüsrev’in de sesi ile kendine gelen Kuru Kadı da “Allah Allah” nidaları ile düşman üzerine hücum etti. Mehmet’in yaptığı hareket, onun yaşlı bedenine adeta yeniden bir güç vermiş, kanından saklanan cevher-i aslisini harekete geçirmişti. Mehmet artık, terk-i diyar etmişse de bu terk edişteki son hamlesi, düşmana teslim olmayışı, kendini değil de ona seslenenin sesine verdiği ses, geriden gelenlere (en azından birkaçına) ilham olmuştu. Türk Milliyetçiliği de tam olarak buydu. Yol veya ilham olmak. Mehmet, kendisinin artık yolun sonuna geldiğini düşünerek yeise kapılmamış, yaptığı son bir hamle ile ardından umutsuzluğa düşmeye meyilli olanlara umut sunmuş, ışık olmuş, şevk vermişti. Bu, aynı zamanda Türk Milliyetçiliği’nin de tam bir temsili idi. Yaptıklarını yeterli görmemek, ben denedim ama olmadı dememek ve son denemenin dahi mahiyetine önem vermek ile geriden gelenlere bir yol sunmak mümkündü. Bu, ümitsizliğin değil, açılan bir bayrak, atılan bir adım, girilen son bir kavga ile geleceğe mum yakmanın işaretiydi. Daha önce Ömer Seyfettin hikayeleri hakkında yapılan “çocuklar için uygun mu değil mi” minvalindeki tartışmada tam olarak görüş belirtebilecek bir yetkinliğe sahip olduğumu düşünmüyorum. Nihayete doğru giden bu yazının da konusu bu değil zaten.  Ömer Seyfettin’in bu hikâyeleri Türk Milliyetçilileri için yeniden okunması, yorumlanması, üzerine düşünülmesi ve hatta daha iyilerinin yazılması için birer örnek mahiyetinde. Türk Milliyetçiliği’ni çok girift olmayan bir ağ içerisinde herkese anlatmış, bunu yaparken de sunduğu temsiller ile bizleri düşünmeye sevk etmiş birer önemli eser hepsi de. Türk Milliyetçileri bugün, bu eserlerdeki olayları düşünerek “azız, yolumuz nihayete ulaşamaz”, “yenildik, buradan bir zafer çıkmaz”, “kılıçlarımız keskindir ve ancak törenlerde kalmıştır, işe yaramaz” denklemlerinden kurtulmalı; özellikle Deli Mehmet gibi son hamlesi ile dahi geleceğe bir ışık sunmak ve onu izleyen birkaç kişi varsa dahi bunlara geleceğe dönük ilham / cesaret vermek mesuliyeti ve mecburiyetini üzerinde hissetmelidir. Bize kazandıracak olan şey, umuttur. Bu kazancı veya zaferi bizim göremeyecek olmamız ihtimali şahsi tarihimiz için bir talihsizlik olsa da, bizden sonra gerçekleşecek bir zafer ihtimalinde ufak bir katkı sunma ihtimalini ortadan kaldırmış veya bunun olmayacağına dair fikir sunmuş olmamız da bundan çok daha büyük bir talihsizlik, hatta gaflettir. Tarih ırmağı akmaktadır ve biz bu ırmağın bir ağzında sıkışıp kalmış olsak da, buradan öteye de bir yolun olduğunu görüyorsak, en azından bunun ihtimalini anlatmak ve bu uğurda çalışarak hayatımızı nihayete erdirmek durumundayız. Bunun aksine her davranış bizi uğruna mücadele ettiğimiz Türk Milliyetçiliği ülküsünden uzağa götürür. Baki muhabbetle…