Bir Yol Hikayesi

TAKİP ET

Tatil bitmiş, okuduğu şehre dönmek için yeniden uzun bir yolculuğa çıkmıştı

Tatil bitmiş, okuduğu şehre dönmek için yeniden uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Bu döngü üç senedir tekrar ediyordu. İlk zamanlar yol ona çok uzun gelir, on iki saat süren yolculuğun ardından otobüsten ağrıyan bir sırt, tutulmuş bir boyun ve uykulu gözlerle inerdi. Fakat zamanla buna da alıştı. Artık uyur, uykusunu bölmemek için bazen molada dahi otobüsten inmezdi. Yol bazen ışıklı şehirlerden, kasabalardan geçer; bazen de yıldızlar dışında hiçbir ışığın görünmediği ıssız yerlere düşerdi. Uyuyamadığı zamanlarda, vakit gece yarısını geçmişse eğer bu ışıklara daha fazla dikkat eder, orada yaşananları tahmin etmeye çalışırdı. Orada yaşayan insanların hayatlarını, dertlerini, sevinçlerini, umutlarını düşünür; bazen kendi yaşantısı ile karşılaştırır ve onlar için en iyisinin gerçekleşmesini temenni ederdi. Birkaç kez otobüste kitap okumayı da denemiş ama başaramamıştı. Onun yerine müzik dinlemeyi tercih ederdi. Otobüs otogarı terk edip de anayola çıktıktan az sonra kulaklıklarını taktı ve henüz hava yeni kararmaya başlamışken, manzarayı izlemeye koyuldu. Bir süre daha denizle birlikte gideceklerini, daha sonra da ondan ayrılıp, bozkıra doğru yol alacaklarını biliyordu. Güneş ufuk çizgisi ile neredeyse birleşmiş, hafif bir kızıllık ile adeta denizin bu yakasını selamlıyordu. Birkaç gün öncesine kadar süren yağmurun da etkisi ile denizin kıyıya yakın kısımları çamurlu bir suya dönüşmüştü. Buna rağmen deniz, durgun ve sakin görünüyordu. Yanındaki koltuk boştu. Muhtemelen başka bir otogarda dolacaktı. Yılın bu vakitlerinde pek boş yer kalmazdı otobüslerde. Bir müddet yolu izledikten sonra yeniden dışarıya baktı. Hava artık kararmıştı. Kulaklıktan gelen müzik sesiyle birleşen manzara, yolculuğu daha güzel kılıyor; bir yandan da uykusunu getiriyordu. Memlekette geçirdiği sürede arkadaşlarını görmüş, ailesi ile vakit geçirmiş, yanında getirdiği kitapları bitirmiş ve bolca uyumuştu. Bunları düşünürken, gözleri yavaş yavaş kapandı. “Otuz dakika çay ve ihtiyaç molası” anonsunu duyduğunda, nerede olduğunu anlamak istercesine dışarı baktı. Burası ilk mola yeriydi. Üstündeki mahmurluğu attığında, yanındaki koltuğun dolu olduğunu fark etti. Kırk - kırk beş yaşlarında bir adam montunu giymiş, aşağı inmeye hazırlanıyordu. Gecenin bu saatinde otobüsten inenler için en büyük zorluk, kapıdan dışarı adım attıkları anda yüzlerine vuran soğuk rüzgârdı. Bu yüzden otobüsten inenler eğer sigara ve çay içmiyorsa genelde etrafta tur atar, böylece hem vakit geçirir hem de gecenin soğuğundan korunurdu. O da aynısını yapacaktı. Montunu giydi ve otobüsten indi. Sahilden içeri girdikleri için, bozkır ayazı artık kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu ayaz, özellikle sabah saatlerinde artar ve insanın adeta içine işlerdi. Şimdilik, idare edebilirdi. Yanından geçen garsondan bir bardak çay istedi ve ilk yudumu aldıktan sonra etrafı izlemeye koyuldu. Tesiste üç otobüs vardı ama biraz sonra sayının artacağını biliyordu. Bu, yolda gidip gelirken edindiği tecrübelerden birisiydi. Elindeki uzun fırça ve köpük dolu kova ile bir adam otobüsün yanına yaklaştı. Birazdan otobüsü yıkayacaktı. Diğer iki otobüs geleli on beş - yirmi dakika olmuş olmalı ki onların yıkama işi bitmişti. Tahmin ettiği gibi de oldu. Adam otobüsü yıkamaya başladığında o da dikkatini başka yöne çevirdi. İnsanlar masalarda sohbet ediyor, birer ikişer etrafta dolanıyor veya uygun buldukları yerlerde sigara içiyordu. Bazılarının otobüslerinden çok uzaklaşmamaya çalıştıkları belliydi. Bu bir temkin meselesiydi. Bazı insanlar için molaların en sıkıcı yanı, geri döndüklerinde otobüsü karıştırma ihtimaliydi çünkü. Bu sırada birkaç otobüs daha gelmiş, bir tanesi tam önündeki alana park etmişti. Bir alışkanlık olarak otobüsten inen yolcuları incelemeye başladı. Bu, gittiği pek çok yerde yaptığı bir şeydi: Mekânı, insanları, nesneleri incelemek ve yorumlamak. Hepsinin bir hikâyesi olduğuna inanırdı. İlk inen yolcular pek dikkatini çekmemişti. Fakat az sonra inen genç kız için aynı şey söz konusu değildi. Oldukça dikkatini çekmiş; hatta onu bir yerlerden tanıyor olabileceğini düşünmüştü. Saatine baktı. Otobüsün yeniden hareket etmesine yaklaşık on beş dakika vardı. Garsondan bir çay daha istedi. Genç kız ise ilerideki masalardan birine oturmuştu. Garsonun “Çay?” sorusuna eliyle hayır işareti yapmış, telefonu ile uğraşıyordu. Dikkatinin ona yönelmiş olduğunu fark ettiğinde bir mahcubiyet duydu. Çayı gelince iki çayın da parasını verdi ve çayını içip yeniden etrafı izlemeye koyuldu ama aklı genç kızdaydı. İndiği otobüsün nereye gittiğine baktı. Aynı yere gidiyorlardı. “Bizden sonra varacaklar” diye düşündü. Çayı bitmişti. Biraz yürümek ve otobüse dönmeden önce temiz hava almak için kalktı. Merdivenlerden inip, otobüslerin arkasındaki geniş alana doğru yürüdü. Burası rüzgâr alıyordu. Üstelik daha soğuktu. Hızlı adımlarla yürürse hissetmeyeceğini düşündü. Yine de montunun yakasını kaldırdı. Genç kızı bir yerden hatırladığına dair fikir halen kafasını meşgul ediyordu. Adımlarını sıklaştırdı, geçmişin tozlu sayfalarını çevirdi. Yine de bulamadı. “Belki de zihnimin bana oynadığı bir oyun. Yoksa hatırlamalıydım” dedi. Bir yandan da üşümeye başlamıştı. Otobüsün kalkmasına da az bir zaman vardı. Daha fazla dışarıda kalmasının bir anlamı yoktu. Otobüse geri dönerken, genç kızı bir kez daha görebilmek için oturduğu masaya baktı ama orada yoktu. “Nasip” dedi. Yan koltuktaki adam ondan önce gelmiş ve oturmuştu. Pencere kenarındaki yerine geçmek için müsaade istedi. Kulaklıklarını taktı, başını cama dayadı. Otobüs yavaş yavaş hareket ederken, kendini müziğe bıraktı. Birden gözlerini açtığında, otobüsteki ışıklar çoktan kapanmıştı. Yolcuların çoğu uyuyordu. Düğüm çözülmüştü. “Tabii ya!” dedi. “… Ama ne kadar da benziyor. İnsanlar çift yaratılmış dedikleri bu demek ki. İnsan zihni çok tuhaf. Uzun zaman önce gördüğü bir yüzü, yeni gördüğü bir resimle hemen eşleştirebiliyor. Oysa imkânsız. Bu vakitte, hala şehirde olmalı. Sılası da gurbeti de orası ne de olsa. Fakat neden? Nasıl benzettim ki böyle? Yoksa…” Bunları düşünürken, bir karar vermesi gerektiğini hissetti. Ya uyumaya devam edecek yahut dönülmez akşamın ufkuna varmadan harekete geçecekti. Telefonunu aradı. Koltuğun yan tarafına düşmüştü. Yurttaki arkadaşlarından birini aradı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ama bunu önemsemiyordu. “Hayırdır kardeşim, gecenin kör vakti?” dedi karşıdaki ses. “Uzun hikâye ama bana bir iyilik yapman lazım. Sabah altı buçuk gibi otogarda olabilir misin? Dolmuşlar çalışmaya başlamış olur.” Karşıdaki, birkaç saniye düşündükten sonra cevap verdi: “Peki. Şimdi kapat da uyuyayım bari biraz daha. Bakalım ne iş aldık başımıza?”. Rahatlamıştı. Otobüs otogara varana kadar birkaç saat daha vakti vardı. Yeniden kulaklıklarını taktı: “Türkü söyliyen uşak, durdu dillerin durdu…” Muavin’in otogara geldiklerini belirten anonsunu duyunca, hemen yerinden kalktı. Çantasını hızla toparlayıp otobüsten indi. Arkadaşı da gelmiş, onu bekliyordu. Sarıldılar. Bavulunu almak için sabırsızlanıyordu. Önündeki çift bavullarını aldıktan sonra o da kendi bavulunu gösterdi. “Kardeşim, bavulum sana emanet. Odaya koy, gerisine bakma” dedi ve hızla arkasını döndü. “Nereye?” diye seslendiyse de arkadaşı, duyuramadı. Çoktan kalabalığın arasına karışmıştı. Metroda bir yandan kendini tembihliyor, bir yandan da zihninde Cebeci’nin “bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum” dizesi dolanıyordu. Cebinden bir fotoğraf çıkardı. Toplu bir yemekte çekildiği belliydi. Hemen yanında oturan kız, dün akşamki kızın neredeyse ikiz kardeşi gibiydi. “Evet” dedi. “Bugün, aylardır söyleyemediğimi söyleme zamanı”. Gülümsedi, fotoğrafı özenle yerine geri koydu ve durakları saymaya başladı. -SON-