Bir Zamanlar Ankara'da - II

TAKİP ET

- Ne anlatmamı istiyorsun? - Neden böylesin mesela? - Böyle derken? - Ketum

- Ne anlatmamı istiyorsun? - Neden böylesin mesela? - Böyle derken? - Ketum. Sanki hazinen var da yağmalarım, sırrın var da yayarım, korkun var da üstüne gelirim gibi davranıyorsun. - Belki vardır! Gökçen bunu duyduğunda sorgular bir şekilde bakmıştı. Tufan, gözlerini önündeki çay bardağına dikmiş olduğu halde bu bakışı fark etti. “Sırrım veya sırlarım vardır belki de” diye geçiştirmeye çalışsa da Gökçen’in hala aynı şekilde baktığını biliyordu. Başını kaldırdı ve ona bakarak konuşmaya devam etti: - Biliyorum aklından geçeni ama evet. Belki de en çok senden saklamalıyım bu sırrı. Ona vakıf olman sana çok şey katmaz belki ama benden almış olman… İşte, onu anlatabilmek kabil değil. Belki bir gün hal ehli oluruz ve konuşmadan anlaşırız. Gökçen bu cevaptan sadece memnun olmamakla kalmamış, aynı zamanda bu duruma biraz kızmıştı. Bu duygusunu göstermemeye çalışıyordu. - Seninle anlaşmanın bir yolu olduğunu zannetmiyorum Tufan. İçinde neler var bilmiyorum ama dışarı taşmadıklarını söyleyebilirim. - Sanırım, ben de bilmiyorum. Zihnim bir geçit töreni gibi, hele uyku önceleri. O kadar fazla şey geçiyor ki içinden. Sadece bazen dağınık yürüyorlar ve bu bir miktar sinirimi bozuyor. - Seni rahatsız eden bir şey var o zaman. Belki biraz da bu yüzden anlatmalısın. Olağandan fazla yer kaplayan her şey bir zaman sorma yormaya başlar insanı. Aklın, kalbin, ruhun hatta bedenin... Akıntıya karşı kürek çekmek bu. - “Belki” dedi Tufan. “Belki de anlatmalıyım. Fakat bunun zamanı konusunda emin değilim. Seninle bunu konuşmaya hazır olduğum konusunda da. Hatta genel olarak bu konu hakkında konuşmaya hazır değilim dahi diyebiliriz.” Gökçen, onun kaçmaya çalıştığını fark etmişti ama sakladığı şeyi açığa çıkarmak için üstüne gitmesi gerektiğini biliyordu. Sözlerine sert bir girişle başladı: “Allah aşkına, ne anlatıyorsun Tufan? Bu karışık cümlelerden çıkardığım tek şey, kafanın karışık olduğu. Bunu da yalnızca sen çözebilirsin. Cümlelerin bir yandan yardım isterken, bir yandan da duvarlar çekiyor. Hem koşmak hem de tam tersi yöne kaçmak istiyorsun. Ayaklarına bağladığın ağırlıklar ile yol yürümekse niyetin, bunun mümkün olmadığını biliyor olmalısın. Susmak, bir şeyleri değiştirmiyor. İkrar diyeceğim ama ikrar edecek bir şey de koymuyorsun ki ortaya. Susarak vakit öldürüyoruz sadece. “ Masada bir süre sessizlik oldu. Gökçen sinirlenmişti ve Tufan, bu siniri fark ettiği için bir ara vermesi gerektiğini biliyordu. Garsonun “Çay” dediğini duyduklarında Tufan “Alalım” dedi ama Gökçen “Ben istemiyorum” diye karşı çıktı. Tufan, bu havayı yumuşatması gerektiğini düşünerek başka bir hamle yaptı. “Bize iki Türk kahvesi, az şekerli” dedi. Gökçen herhangi bir tepki vermemişti. Garson da başını sallayıp, içeriye seslendikten sonra diğer masalara çay servisine devam etti. Ortam biraz yumuşamıştı ama Tufan hala söze girme konusunda bir tereddüt yaşıyordu. Sanki aşması gereken bir duvar daha vardı. Düşünmek için hızlıca etrafa baktı ve işte, bulmuştu. Ayağa kalktığını görünce Gökçen, “Hayırdır, kaçıyor musun” diye sordu. Tufan ima edilen şeyi anlamıştı ve anında karşılık verdi: “Hayır! Hemen geliyorum.” Köşedeki müzik kutusuna doğru ilerlerken, mekânda sabahtan beri çalan müziklerin artık değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Müzik kutusunun yanına gidip listeyi baştan aşağı inceledi. Onlara hitap edecek birkaç şey bulması için bir müddet mücadele etmesi gerekti. Sonunda birkaç şarkı seçti, bozuk paraları kutuya attı ve Gökçen’in yanına döndü. Bir süre konuşmadılar. “Seninle bir kahve içmeden yurda gitmene razı olamazdım bugün” diyen Tufan, sessizliği bozan kişi olmuştu. - “Lütfettiniz” dedi Gökçen, sinirinin henüz geçmediğini belirten bir ses tonuyla. Tufan bu kısa cevaba alınmadı. Aksine, bu onun için olumlu bir şeydi. Tek kelimelik bir cümleyle de olsa konuşması, sinirinin geçmeye başladığını gösteriyordu. O sırada müzik kutusundaki şarkı bitmiş ve bir türkü yükselmeye başlamıştı: “Çocukların bir masala kandığı gibi, ben de senin gözlerine kanmışım”... Türkü başlayınca Tufan’ın yüzüne hafif bir tebessüm yerleşmiş, Gökçen’in bunu görmemesi için diğer tarafa dönmüştü. “Kahveler daha olmadı herhalde” dedi. Gökçen’in cevabı yine kısaydı: “Herhalde”. Bu kısa cümleler aynı zamanda Tufan’a konuşması gerektiğini hissettiren bir vurgu içeriyordu. Tufan, bunu anlamıştı. - Ne söylememi istiyorsun Gökçen? - Bir şey istediğim yok. Senin anlatmak istediğin bir şey varsa dinleyebilirim. - Yok, dedi Tufan. En azından özel bir şey yok. Bu sırada kahveler gelmişti. “Hadi, kahvelerimizi içelim” dedi. Garsona başıyla teşekkür ettikten sonra da Gökçen’in bir şey söylemesini beklemeden sözüne devam etti: - Sabah aslında okula gitmem gerekiyordu ama yurttan çıkınca kararımı değiştirdim. Niyetim yolun karşısına geçip, gelen ilk dolmuşa binmek ve son durağa kadar gitmekti. Kızılay dolmuşu geldi ilk. - Tesadüf, dedi Gökçen. - Bazı şeylere tesadüf demek, hayatın akışına haksızlık. Bir düzen var sözü değil, bahsettiğim. İnsanın bir şeyi yürekten çağırması belki. Belki zihninde çarkların hep o yönde dönmesi. - Yani, aslında Kızılay’a gelmek mi istiyordun? - Evet, sanırım, dedi Tufan. Ve sonra yine sustu. Bu sefer Gökçen de bir şey demedi. Tufan’ın yavaş yavaş açıldığını görüyor ve belki de sonunda konuşacağını ümit ediyordu. Kahvelerini içmeye devam ettiler. Az önceki türkü ise sona ermiş, müzik kutusunda yeni bir türkü başlamıştı: “… Kilimin dilinden ancak anlayan okur”. Tufan kahvesini bitirince Gökçen’e kalkmayı ve biraz yürümeyi teklif etti. - Hava soğuk biliyorum ama biraz yürüyelim. Soğuk her zaman benim zihnimi açar. Hem yürürken konuşmak da güzel olur. Bir de hediyem var sana ama daha alamadım. Kitapçıya gelir misin benimle? - Peki, dedi Gökçen. Bugün seni daha fazla zorlamayacağım. Ayrıca alacağın kitabı da merak ediyorum. Tufan hesabı ödemek için kasaya giderken, Gökçen de toparlanmaya başladı. Fakat bir gözü ile Tufan’ı takip ediyordu. Çantasından çıkardığı küçük bir kâğıdı ikiye katlayıp, usulca Tufan’ın çantasının cebine yerleştirdi ve kendi işine döndü. Az sonra Tufan da hesabı ödemiş ve geri gelmişti. “Kalkalım mı” dedi. Gökçen başıyla onayladıktan sonra birlikte çay evinin yokuşunu çıkıp, kalabalığa karıştılar. Kitapçıya doğru yürümeye başladıklarında ikisi de susuyordu. Kitapçıya girdiklerinde ise bir vahaya girmiş gibi hissettiler. - “Sen etrafa bakın biraz, ben hemen geliyorum” dedi Tufan. Alacağı kitabı çoktan seçmişti, bu yüzden çok araması gerekmedi. Bu bir şiir kitabıydı. Her gece bu kitaptan şiirler okurdu. Aynı kitaptan Gökçen’de de olmasını istiyordu. Parasını ödedi, kitabı hediye paketi yaptırdı ve Gökçen’in yanına döndü. Gökçen edebiyat kitaplarının önünde durmuş, güzel bir manzaraya bakar gibi hayranlıkla bu kitapları seyrediyordu. - Kitabı aldım, dedi Tufan. Fakat istersen biraz daha bakabiliriz etrafa. Gökçen, boş ver manasında başını salladı. - Yine geliriz nasıl olsa. O zaman ben de sana bir kitap alırım. Birlikte kapıya doğru yürüdüler. Gökçen önde, Tufan arkada olduğu halde kendilerini yeniden soğuğun içine bıraktılar. “Ne yapacaksın” diye sordu Tufan. - Senin bugün pek konuşma niyetin yok, dedi Gökçen. Yurda gidip biraz kitap okurum. Sen de düşünürsün hem. Belki zihninde geri attıklarını bulursun. Hani şu sırlarını. En azından bugün biraz yol kat ettin. Üstüne düşünürsen, yakında sonuca varacağını tahmin ediyorum. - Öyle olsun, diye karşılık verdi Tufan. Ben seni dolmuş durağına bırakayım. Bunu dedikten sonra güldü. Gökçen de aynı anda gülmüştü. Daha önce Gökçen’in söyledikleri geldi ikisinin de aklına. - Tamam, dedi Gökçen. Yine malum son. Tufan bir şey dememişti. Yürümeye başladılar. Sabah tek geçtikleri yolları, bu sefer beraber yürüyorlardı. Bu ikisine de tuhaf bir mutluluk veriyor ama bunu birbirlerine ifade etmiyorlardı. Merdivenleri indiler, yaya geçidinde ışığın yanmasını bekleyip ışık yanınca kalabalıkla birlikte hızlı adımlarla yolun karşısına geçtiler. Buradaki ışıklar kısa yanıyordu ve hızlı yürümezseniz her an yolun ortasında kalabilirdiniz. Parkın içinden dolmuş durağına geçmeleri çok sürmedi. Nihayet ayrılık vakti gelmişti. - Kendine dikkat et, dedi Tufan. - Peki beyefendi, dedi Gökçen. Yaparız bir şeyler! Tufan bu söz üzerine tebessüm etti. Gülümseme yüzüne ve gözlerine de yayılmıştı. “Kitabını unutma” dedi elindeki hediye paketini uzatırken. Gökçen kitabı aldı, hafif bir tebessüm etti ve dolmuşa bindi. Tufan, dolmuş kalkana kadar bekledi ve dolmuş ağır usul yola çıkarken, telefonunu çıkarıp Gökçen’e bir mesaj yazdı. “Kitabın ilk sayfasına bak. Akşam 6’da Kuğulu’da” yazdı ve gönderdi. Gökçen mesajı aldığında dolmuş henüz ana caddeye çıkan yolu bitirmiş, köşeyi dönüyordu. “Sen de çantanın dışındaki küçük cebe bak” yazarak geri gönderdi ve hediye paketini açtı, kitabın ilk sayfasını heyecanla çevirdi. El yazısıyla yazılmış şu dizeleri gördü: “Seni düşlüyorum sensiz odamda, esrikler misali dönüyor başım, neye derman zaten sensiz düşünceler? hep bu odada kaldı bağırtılarım, hep bu ak kağıtlar üstünde…” Tufan ise mesajı aldığında otobüs kuyruğunda bekliyordu. Hızla çantasını karıştırmaya başladı. Küçük bir not kâğıdına yazılmış yazıyı buldu ve elleri heyecanla titrerken açtı: “Sen gözlerinle konuşuyorsun. Dilin sussa da kabul!” Veysel Çıtlak'ın kaleminden "Bir Zamanlar Ankara'da" öyküsünün ilk bölümü için tıklayınız.