Bir Zamanlar Ankara'da

TAKİP ET

Soğuk bir Ankara günüydü

Soğuk bir Ankara günüydü. Yurttan çıktığında aslında okula gitmesi, sınıra yaklaşan devamsızlığını daha fazla artırmaması gerekiyordu ama bunu yapmadı. Onun yerine yolun karşı tarafına geçti, yüzünü uyuşturan soğukla biraz mücadele ettikten sonra gelen ilk dolmuşa bindi. Dolmuş neredeyse balık istifiydi. Sabah mesaiye geç kalmamak için erkenden kalkan insanlar bir yığın oluşturmuş, erken binip oturanlar yarım kalan uykularına devam ediyorlardı. Ayaktakilerin bazılarının yüzüne daha şimdiden günün gerginliği oturmuş, bir köşede ise iki genç kendi aralarında bütün bu yorgunluk ve durgunluğa tezat oluşturan şen şakrak bir sohbete durmuşlardı. Adeta bir blok halinde hareket ediyorlardı dolmuş yoluna devam ederken. Telefonunun cebinde titrediğini hissettiğinde de bulunduğu mekândan sıyrılmış, yolu seyre dalmıştı. Arayan, okuldan arkadaşıydı. Telefonu açtı, bugün gelmeyeceğini, biraz sıkıldığını ve dolaşmak istediğini söyledi. Çok konuşmadılar. Genelde birbirlerine detaylı sorular sormaz, anlatmak istediklerinde ise bıkmadan birbirlerini dinlerlerdi. Oysa Gökçen farklıydı. O her zaman daha fazlasını sorar, söylenmeyeni de duymaya, anlamaya çabalardı. Bu onu bir nebze tedirgin etse de, bu farklılık aynı zamanda onunla olan ilişkisine de farklı bir boyut getiriyordu. Aslında kendisine sorular sorulmasından, zihninde kapıların açılıp kapanmasından, yeni bir şeyler keşfedebilme ihtimalinden her zaman hoşlanırdı ama arkadaşları bunu pek yapmazdı. Belki de ilk günden beri aralarındaki ilişki öyle kurulduğundan dolayı böyleydi. Bunları düşünürken Gökçen’e bir mesaj yazdı. Sözü çok uzun tutmamış, müsaitse bir çay içmeyi teklif etmişti. Eğer müsait değilse pek çok kez yaptığı gibi Kızılay’dan Cebeci’ye kadar amaçsızca yürüyecek, yolda kafasındaki düşünceleri boşaltacak, belki dönüşte bir yerde bir kahve içecek ve yurda geri dönüp, akşam yemeğine kadar uyuyacaktı. Sıkıcı bir rutindi bu ama bazı günler bunu yapar, hayata ufak bir ara verdiğini hissederdi. Fakat buna gerek kalmadı. Mesajına cevap gelmişti. Gökçen’in o gün dersi yoktu ama gelmesi zaman alacaktı. “Ben geçiyorum o halde, seni bekliyor olacağım” yazıp gönderdikten sonra telefonu yeniden cebine koydu. Yer belirtmemişlerdi çünkü her görüşmelerinde genelde aynı yere giderlerdi. Dolmuştan inince ağır usul geçer, o gelene kadar bir çay içer, etrafta olan biteni gözlerdi. Gitmeden önce bir kitabevine girip, kitaplara bakmak da güzel olurdu ama insanları bekletmeyi sevmezdi. Kızılay’a indiğinde, burada havanın birkaç derece daha sıcak olduğunu hissetti ama yine de kış kendini belli ediyordu. Montunun yakasını kaldırdı, parkın içinden ağır usul yürüdü. Karşıya geçip, kendini ara sokağa attığında, sokağın çok da kalabalık olmadığını fark etti. Burası daha ziyade akşamları ve hafta sonları kalabalık olurdu. Ana sokağa giden merdivenleri çıkarken, merdivenlerin hemen başında dergi satanları, etrafta birilerini bekledikleri her hallerinden belli olan insanları ve mesaiye yetişmek için hızlı adımlarla ana caddeye doğru yürüyenleri gördü. Kaçıncı kez geçtiğini hatırlamadığı bu sokağı yine öyle sıradan bir gün gibi geçti. Buluşacakları yere inen yokuşun başına geldiğinde üzerine bir çekidüzen verip içeriye girdi. Burası kapalı ve açık iki bölümden oluşan, çay evi diye tanımlanabilecek, tabureler ve küçük masalardan müteşekkil, daha ziyade üniversite öğrencilerinin geldiği bir yerdi. Çayı çok güzel denemezdi ama piyasa şartlarına göre uygundu ve belki de bir öğrenci için ilk kriter buydu. Oturduktan biraz sonra, rutin servise çıkmış olan garson yanına yaklaşmış, “Çay?” diyerek bardağı çoktan eline almıştı. Başıyla olur işaretini aldıktan sonra bardağı masaya koydu ve diğer masalara yöneldi. O da artık ortam ile arasına girecek kimse kalmadığı için etrafı izlemeye koyuldu. Birkaç masada henüz ders saati gelmemiş lise öğrencileri sohbet ediyor, az ileride birkaç çift muhtemelen işe gitmeden önce bir çay içimi hasret gideriyor, içeride ise garsonlar yavaş yavaş mekânı hazırlıyordu. Burası geç sayılabilecek saatlere kadar açık olduğu için garsonlar dönüşümlü olarak gelir; bu yüzden, bir sabah erken vakitte gördüğünüz bir garsonla, ancak birkaç gün sonra yine aynı saatlerde denk gelebilirdiniz. Olanları izlerken ve düşünürken, yanı başında bir hareket fark etti. Döndüğünde Gökçen karşısındaydı. Ayağa kalktı, “Hoş geldin” dedikten sonra “Gel otur, yorulmuş gibisin, yoksa yine koşturdun mu” diye sordu. Gökçen de insanları bekletmeyi sevmez, bir yere geç kaldığını hissettiği zaman adımlarını hızlandırır, neredeyse koşar adım gideceği yere varmaya çalışırdı. Ailesi İç Anadolulu esnaf bir aileydi. Gökçen ise burada iki arkadaşı ile kalıyor, okuldan arta kalan zamanlarda kitap okuyor, siyaset ve felsefe ile ilgileniyordu. Genelde ilk tanıştığı insanlar ile arasına bir mesafe koyar, zamanla onları tanıdıkça aradaki mesafeyi yavaş yavaş kapatırdı. Arkadaşlarına karşı ise bu duvarlardan eser görülmez, ortama girdiğinde bir neşe kaynağı olarak kendini çabucak belli ederdi. Burayı da ilk o keşfetmişti. Oturup, biraz nefeslendikten sonra az önceki soruya cevap verdi: “ Yoo, koşturmadım ama biraz hızlı yürümüş olabilirim. İnsanları bekletmeyi sevmiyorum. Son dakika haber vermiş olsalar dahi”. Tufan, cümledeki imayı anlamıştı ama haklıydı. Diyecek bir şey bulamadığı için sadece “Haklısın” dedi. O sırada eliyle garsona işaret etmiş, Gökçen’e de ne içeceğini sormuştu. Cevabı biliyordu aslında. “Çay” demişti Gökçen. Parmağı ile ‘iki çay’ işareti yaptıktan sonra Gökçen’e baktı. Çantasından telefonunu çıkarıyordu. Garson masaya neredeyse ışık hızıyla çayları getirip, bırakmıştı bile. Adisyona bir çarpı attıktan sonra yeniden işinin başına döndü. Sessizliği bozan Tufan oldu. “Hadi iç çayını, dışarısı buz gibiydi yine, üşümüşsündür. Senin geldiğin yer daha da yüksek” dedi. Gökçen’in cevabı gecikmemişti, “Sen kendi kaldığın yere bak. Kar yağdığı zamanlar aç kurtlar yemek aramaya iniyormuş. Birkaç kez sizin semte giremeyip, helikopterden yiyecek atmışlar”. Bu cevap Tufan’ı güldürmüştü. Çayından bir yudum daha aldı ve etrafı izlemeye başladı. Mekân yavaş yavaş doluyordu. O geldiğinde masaların çoğu boştu ama şimdi sadece birkaç boş yer kalmıştı. Garsonların neredeyse hepsi işbaşı yapmış, etrafta dönüyorlardı. 10-15 dakikada bir tepsiyi dolduruyor, masalara çay servisine çıkıyorlardı. Bu “boş yere masa işgal etmeyin, birer çay için” demek yerine tercih edilen bir yoldu. Genelde de sormazlar ve bardağı masaya bırakır, adisyonu işaretler ve yollarına devam ederlerdi. Mekana sürekli gelen ve göz aşinalığı olan müşteriler ise bu duruma dâhil değildi. Onlara karşı daha esnek davranılırdı. Masalara ve garsonlara dalmışken, Gökçen’in sesi duyuldu: “Susuyorsun!” Tufan, etrafı seyre daldığını ve bunu bir alışkanlık olarak yaptığını fark etti ama bir cevap vermeliydi: “Ben pek konuşmam zaten, biliyorsun.” Gökçen bu cevapla tatmin olmamıştı. - Biliyorum ama sanmıyorum! Sanki bir şeyler anlatmak istiyorsun ama bir türlü bulamıyorsun. - Cebimden düşmüştür belki yolda gelirken. Tufan’ın bu konuşmayı yumuşatma çabası pek işe yaramamıştı. Gökçen kararlı bir ses tonuyla yeniden söze girdi: - Fena sayılmaz ama bunun seni kurtaramayacağını biliyor olmalısın. Üstelik seni tanımadığım konusunda çok da emin olma. Ne zaman bir şeyden kaçmaya, bir gerçeklikten uzaklaşmaya çalışsan aynısını yapıyorsun. - Bir şey yapmıyorum. - Yapıyorsun! Oturduğumuzdan beri çayını içip etrafı izliyor ve doğru düzgün bir şey söylemiyorsun. İlk defa gelmiyoruz buraya. - Fakat, insanlar yeni. Bir miktar göz…. Gökçen birden söze girmiş, onun sözünü tamamlamasına müsaade etmemişti. Alındığı, hatta kızdığı belli oluyordu. - İnsanlar yeni mi? Eski dost olmak makul değil yani. Senin alanına girmek için etrafta sohbet eden, gülen, hayatta hiç dertleri yokmuş gibi çay içen, incelenmeye değer yabancılar mı olmak lazım? - Hayır, tabii ki. - O halde, konuşmayacak mısın? Yoksa yine aynı şeyi mi yapacaksın? Tufan ne yaptığını bilmiyordu ama Gökçen’in gözlem gücünden ve hafızasının güçlü olduğundan emindi. Olayı anlamak için, “Ne yaptım ki” diye sordu. - Birazdan yapacaksın muhtemelen! Daha önce yaptığın gibi. Şaşkın ve sorgular gözlerle kendisine bakan Tufan’ın soru sormasına fırsat vermeden konuşmaya devam etti: “Birazdan çayını bitirecek, kalkıp hesabı ödeyecek ve başucumda durup, “Biraz yürüsek mi? Bu şehir sanki yürümek için yaratılmış” diyeceksin. - Öyle mi diyorum. - Diyorsun, evet! Sonra yürüyoruz. Sen bana tabelaları okuyorsun, geçen insanlar hakkında yorum yapıyorsun, sonunda da yolu ne yapıp edip dolmuş durağına çıkarıyorsun. Ve "geç oldu vakit, sorun çıkmasın yurtta" deyip, beni gönderiyorsun. Bunu neden yapıyorsun? - Söyledin ya işte. Yurda geç kalmanı ve sıkıntıya girmeni istemiyorum. - Bu hikâyeleri arkadaşlarına anlat bence! Ben mantıklı bir cevap arıyorum. Neden bu kaçış, benden mi yoksa kendinden mi? - Bunu başka zaman konuşsak? - Al Tufan, tabure. Başka zaman buna anlatırsın. -Devam Edecek-