Bizden Neden Bir Halt Olmaz

TAKİP ET

İnsanoğlunun kurduğu sistemlerden en çok iz bırakanı, mirası hala gözle görünür olanı, herhalde Roma'dır

İnsanoğlunun kurduğu sistemlerden en çok iz bırakanı, mirası hala gözle görünür olanı, herhalde Roma’dır. Alfabenin yayıldığı, insan nüfusunun arttığı bir dönemde çok geniş bir coğrafyaya hükmeden Roma, yalnızca kurucu unsuru yahut hükmü altına aldığı unsurları değil, asırlar sonrasının keşif ve fetihleri yoluyla başka kıtaları dahi etkilemiştir. Fakat Roma neden çöktü? Teknolojik gelişmeler toplumun ihtiyaç duyduğu alanlarda, yatırım olması halinde ortaya çıkar. Bu yatırım mutlaka sermaye değildir; mesela eski Türklerde “demircinin hükümdar olması motifi” vardır. Demir işlemek savaşta üstünlük sağlar, demiri iyi işleyip iyi silah üretenlerse avantaj sağlarlar. Bu avantajın sürdürülebilir olması için, Türk efsanelerinde, anlatılarında demirci kutsallaştırılmış, övülmüş. Demircinin aletleri dahi kutsanmış. Bu da bir yatırımdır, demir işleyiciliği bu şekilde teşvik edilir ve daha iyi demir işlenmesi sağlanmaya çalışılır. Roma’da da iki alanda çok ciddi ihtiyaç ve teşvik/yatırım vardır: Askeri teknoloji ile büyük ölçekli altyapı teknolojisi. İlkinde, seri üretilebilecek, en az hammadde kullanımıyla en çok korunma sağlayacak zırhlar ve düşmana en çok zarar verecek savaş aletleri üzerinde bir gelişim söz konusu. Roma, silah altına aldığı her askere, savaş doktriniyle uyumlu, seri üretimi kolay ve işlevsel zırhlar, silahlar sağlamış, bu zırh ve silahlar da düşmanların getirdiği yeni silahlar karşısında değişmiştir. Örneğin, Dacia’nın fethi esnasında Dacialılar büyük bir orağa benzeyen “falx” isimli silahlar kullanıyorlardı. Bu klasik lejyon düzenini bozuyordu, çünkü bu kıvrımlı silahlar kalkanın ardına zarar verebiliyor, Roma’nın en büyük askeri üstünlüğü olan lejyonun yekpareliğini bozuyordu. Bu silahın etkisi hemen kendisini gösterdi, özellikle Dacia fethine katılan lejyonlarda bu silahın etkilerine karşı koyan zırh varyasyonları ortaya çıktı. İlerleyen yüzyıllarda kısa Roma kılıcı gladius uzayarak spatha’ya dönüştü. Altyapı teknolojisi bahsinde şüphesiz en önemli örnek aqueduct denen su kemerleridir. Çok küçük ancak sürekli bir eğimle su kaynağından gelen suyu dağlar ve vadiler üzerinden yerleşim yerine taşıyabilen bu kemerler, Roma mühendisliğinin en önemli ürünleriydi. Yollar ve su kemerleri sayesinde Roma çok geniş bir araziye hükmedebilmiş, bu arazideki önemli tarım ve ticaret merkezlerinin nüfusunu oldukça arttırabilmişti. Fakat Roma’da tarımın gelişmesini sağlayan bir inovasyondan söz etmek mümkün değildir. Sebebi basit: Roma’da köle emeği vardı. Bir tür “equilibrium”a ulaşılmıştı. Köle emeğiyle tarım fazlası yaratılıyor, bu sayede geniş bir ordu için insan ve besin ayrılabiliyor, bu ordu daha fazla tarım sahası açıp, daha fazla köle topluyordu. Tarımın köle emeğiyle yapıldığı bir toplumda, daha iyi çiftçilik yapmak için inovasyon arayışına girmezsiniz. Osmanlı’da olduğu gibi, Roma’da da reform hareketleri vardı ve yine Osmanlı’da olduğu gibi, Roma’da da reformların önceliği askeriyeyi yeniden tanzim ederek eski işlevselliğini kazanmasını sağlamaktı. Kimse yeni üretim metodları yahut yeni ticaret yolları arayışında değildi. İspanya ve denizle kuşatılmış Portekiz’in kaşif olması bir zarurettir. Fakir ve tarıma elverişsiz bir toprakta yaşayan Hollandalıların kapitalizmi icat etmesi de öyle. Ulusların yükselişi, bu bakımdan, bir eksiklikten kaynaklanır. İşleyen bir sistem kurulduktan sonra, eğer sistem “tabii ve fıtri” bir yenilenme mekanizmasını haiz değilse, yenilenme ve “ileri gitme” imkansızlaşıyor. Günümüzde serbest piyasa ekonomisi yegane “tabii ve fıtri” yenilenme mekanizmamızdır, hayatın her alanında yeniliklerin, farklılıkların ortaya çıkmasını sağlar, ya da sağlaması beklenir. (Bu yenilik ve farklılıklar “ileri”dir, ancak ileri yalnızca zaman çizelgesindeki bir referanstan ibarettir. Mutlaka olumlu anlamda değildir.) Roma, Bizans, Osmanlı gibi devletler bu yüzden çöktüler: Çok iyi bir sistem kurmuşlardı. Fakat dünya yerinde durmuyordu, başka başka havzalardan yeni icatlar çıktıkça, bu icatların ve parametrelerdeki diğer değişikliklerin (göç gibi) yarattığı dönüşüm baskısına ayak uyduramadılar. Onları “yukarı” ve “ileri”ye taşıyan sistemden saptıklarını, o sisteme geri dönerlerse yeniden büyük olacaklarını düşündüler. Roma’yı “barbar”lar yıktı, koskoca Bizans’ı yerleşik yaşama bile büyük oranda geçmemiş Türkler. Osmanlı'ysa, son dönemlerinde bir avuç baldırı çıplağın kurduğu çetevari ordulara yeniliyordu. Fakat coğrafyanın yahut ekonomik ilişkilerin yegane belirleyici olmadığını gösteren bir başka amil var ki, Türkiye bundan mustariptir. O da kültür. Millet olma hali de diyebiliriz. Bir insan nasıl çocukluk travmalarının, iyi ve kötü günlerinin, insanlarla iletişim ve etkileşiminde başına gelenlerin yarattığı birikimle karakter geliştirirse, milletler de öyle karakter geliştiriyorlar ve bir kolektif hafızaları, bilinçleri, alt-bilinçleri var. Şu an Türkiye eksiktir, dezavantajlıdır, ancak potansiyel avantajları çok fazladır. Büyük bir değişim ve kalkınma hamlesi için çok güzel bir malzeme, Türklerin bir yol, bir yeni yöntem icat edip, bu büyük nüfus ve fırsatlar havuzunda bir atılım yapmaları beklenir. Fakat aksine, Türkler bir “altın çağa dönüş” arayışında. İmparatorluk bakiyesi bir ulus, bu geçmişini unutamaz. (Bkz. Post-Imperial Melancholy) Türkler, hala vaktiyle Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın düştüğü hataya düşüyorlar. Kendilerini Osmanlı zannediyor, onları “yukarı”ya ve “ileri”ye taşıyan eski sistemi yeniden ihya ederlerse, yukarı ve ileri gideceklerini düşünüyorlar. Üstelik Türklerde ihtiyaçlar ve teşvikler oldukça berbat bir halde. İhtiyaçları belirleyen ve teşviki yönlendiren mekanizmalar, toplumun çökmesi için gerekli olan her türlü olgunun ortaya çıkmasını sağlıyor. Bir siyasinin yalan söylemesinin, dün söylediği sözü hiç söylememiş gibi davranmasının, sözünde durmamasının bedel ödettiğine, 29 yıllık Türklük tecrübemde hiç rastlamadım. Rastladıysam bile hatırlamıyorum ve tam tersinin yaygın olduğunu düşünüyorum, zaten asıl önemli olan budur: Nasıl algıladığım. Yalan söyleyen, kendiyle çelişen, sözünde durmayan siyasetçi bedel ödemek şöyle dursun, kazanım elde ediyorsa… Bu toplumda sosyal sermaye nasıl birikecek? Yalanın, dönekliğin ve hainliğin bu derecede ödüllendirildiği bir toplumda mesela nasıl ticaret yapılır? Herkes potansiyel birer dolandırıcı değil midir? Ticaretin böyle kusurlu ve zehirli olduğu bir toplumda refah nasıl mümkün olur? Son günlerde Ethem Sancak gündemde. Bizzat devlet eliyle zengin edildiğini gerine gerine anlatıyor. Devletin buna mal peşkeş çektiğini, onun da Katarlılara peşkeş çekerek kar elde ettiğini söylüyor. Mazisine baktığımızda uzun bir süredir devlet eliyle zenginleştirildiğini görüyoruz. Şu halde burada serbest piyasa işler mi? Bizim yarım akıllıların “kahrolsun kapitalizm kahrolsun bu zenginler” diyerek eleştirdikleri şey kapitalizm değil aslında, bu. Bu da serbest piyasa değildir, bir tür oligarşidir ve sosyalizme çalar. Yalanın, hainliğin itibar gördüğü, zenginliğin iyi ürünü daha ucuza satmanı sağlayan rekabetçi inovasyonla, icatla, keşifle ya da doğru planlamayla değil, doğru tarikate girmekle, doğru adamın kıçında gezmekle geldiği bir ülkede, elbette gelişme olmayacaktır. Üstelik çözüm arayışlarımız bu gerçekleri gündemine almaktan çok uzak. Hepimiz bir “altın çağ” düşlüyor, ona döndüğümüzde sorunun çözüleceğini düşünüyoruz, yukarıda bahsettiğim gibi post-Osmanlı sendromudur bu. Sözde muhafazakar seçmen Osmanlı özlemi içinde, laik seçmense Atatürk Türkiyesinin yol ve yöntemlerini ilaç zannediyor. Atatürk Türkiyesi ile 2019 Türkiyesinin aynı olmadığını, dünyanın da bambaşka bir yere gittiğini görmüyor. Mesela dün, Ziya Gökalp çarşıda pazarda Türk’ün parasının gezdiği bir düzenin iyi olduğunu düşünüyordu, çünkü Türklerde sermaye birikimi yoktu. Fakat bugün doğrudan yabancı yatırım çekmek iyidir, çarşımızda yabancı parası gezerse bu işimize gelir. Romalılığımızı Osmanlı’dan miras aldık, bakın askeri teknolojide ve büyük altyapı projelerinde iyiyiz. Fakat bunlar Roma’yı kurtaramadı, çünkü “güç”ün tanımında, formülünde tek bir parametre yoktur, binlerce parametre vardır. Mesele çok iyi bir sistem kurmak değil, sürdürülebilir, kendi imkanlarıyla kendisini sürekli ve rasyonel olarak yenileyebilir bir sistem kurmaktır. Her şeye rağmen, Türkiye’de namuslu ve becerikli çok fazla insan görüyorum. Sorun, bu insanların karar alıcı mekanizmalara sirayet edememesindedir. Şu halde, uzun vadede kıtalararası balistik füze teknolojisi geliştirmemizden daha önemli ve faydalı olan şey, siyasi partiler kanununu değiştirmemizdir. Namuslu ve becerikli insanın karar alma mekanizmasına dahlini sağlamak ve namussuzlar karşısında dezavantajlı oluşunu önlemek, büyük çöküşümüzü engellemek için atmamız gereken ilk adım. Fakat atılır mı? Zannetmiyorum. Çünkü bizler Turanlılarız. Eslafımıza çünkü hakiki halefiz biz / Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz.

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan