Dünden Bugüne Kimlikçi Siyaset Üzerine Düşünceler

TAKİP ET

Her lafın başında sonunda, her konuda olur olmaz etnik kimlikleri sıralamak bölücülüğe verilmiş rüşveti kelamdır

Her lafın başında sonunda, her konuda olur olmaz etnik kimlikleri sıralamak bölücülüğe verilmiş rüşveti kelamdır. Milleti parçalayıp azınlıklar yaratmayı amaçlayan çağdaş ırkçılığın cilalanmış biçimidir, kimlik siyaseti. Neden mi? Bu dil; birey/yurttaş ve kimliksiz/yansız kamusal alan üzerine kurulmuş, tek tek insanların hukuki ve siyasi eşitliğini temel olarak kabul etmiş bir devletin yani yurttaşlar Cumhuriyetinin çözülüşünü hızlandırır. Çocukluk yıllarını hatırlıyorum; rahmetli dedem sufi meşrep dindar bir insandı fakat ne çocuklarına ne de başka bir insana "ibadet baskısı" anlamına gelecek bir söz sarf ettiğini duymadım. Köyümüzün büyükleri siyasetçileri ve devlet adamlarını değerlendirirken en sevmedikleri hakkında bile hakaretamiz bir laf etmez, edenlere de engel olurlardı: "Hepsinin memlekete hizmeti vardır". İnsanlar birbirlerinin namazını niyazını, dinini diyanetini gözetlemez, mezhep ve ırk/etnisite muhabbeti yapmayı ayıp sayarlardı. Bu tip değerlendirmeler yapanlara da; "Orasını geç gözüm insan evladı mı, adam mı" diye mukabele ederlerdi. Uzun asırlardan süzülüp gelen daha çok kapalı yaşamaktan kaynaklı ön yargılar elbette vardı fakat insanlar günlük yaşamlarında, sosyal/kamusal alanda bunları dillendirmeyi ayıp sayan bir yaşam pratiğini de edinmişlerdi. Özünde kadim Türk irfanının kavramları ile kendini dışa vuran bu durum özde yerleşmeye başlayan Cumhuriyetçi ahlakın Türk köyündeki yansımasıydı: Devletimiz nasıl ki memuriyete alım ve kamusal hak ve ödevlerin ifâsında insanların ne olduğuna bakmıyorsa, vatandaş da günlük yaşamında kimin ne olduğu ile ilgili değildi. Devletin ölçütü "yurttaş", toplumun ölçütü "insanlık"tı. Her iki düzlemde de bu çizgide ilerlemek yani "fazilet" rejimi olan cumhuriyetin erdemli vatandaşları olmak; pratiğin tüm engellerine rağmen tek bir millet/ulus olma şuurunu besliyordu. Nihayetinde bu yolun sonunda herkes için genel iyilik olduğu inancı paylaşılmaktaydı. "Asri olan" değerli ve iyi idi. Maniler bile; "Dumansız baca/Kaynanasız koca/Asri pencere/Düdüklü tencere" şeklinde kadınların dillerinde yeni hayata özlemin ifadesine dönüşmüştü. 1960 Anayasası: Dönüm Noktası 1960 Anayasasının yürürlüğe girmesinin ardından iki kutuplu dünyada soğuk savaşın tırmanışa geçmesine paralel olarak o zamana kadar yer altında örgütlenmiş Marksist/Leninist/Komünist/Sosyalist (kısaca radikal sol diyelim) ve İslamcı/Şeriatçı/Tarikatçı hareketler (kısaca siyasal İslam diyelim) yer üstüne çıkıp legal kurumsal yapılarını oluşturup çalışmaya başladılar. Cumhuriyetle hesaplaşmak için; onun getirdiği vatandaşlık anlayışına, eşitlik hukukuna ve gösterdiği  modernleşme hedefine cephe alamayan radikal sol; mücadelesini cumhuriyetin üzerine kurulu olduğu "Türk Milleti"/Ulus Devlet ilkesine yöneltmiştir: “Türkiye’de tek bir ulus yoktur. Türkiye halkları vardır ve Kurtuluş Savaşı da Türk Ulusunun değil Türkiye halklarının ortak hareketidir ve Cumhuriyet kurulurken Türkler diğerlerini dışlamış ve asimilasyoncu bir siyasete yönelmiştir". Siyasal İslamcılığın Cumhuriyet değerlendirmesi de farklı değildir. İslamcılara göre de; "İstiklal Harbimiz ümmetin gayret ve cesareti ile kazanılmış fakat daha sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları memleketin yüzünü batıya çevirerek içeride de sadece Türk ırkına dayalı bir yapıya gitmişler ve bu baskı düzeni böyle kurulmuştur. İslam'da kavmiyetçilik haramdır milliyetçilik de kavmiyetçiliktir, ırkçılıktır; insanı dinden çıkarır. Ve üstelik sen Türk'üm dersen o da Kürt'üm der". Tüm bu ideolojik kurguların temelinde belki de sahip olunan eşitliğin fazla gelmesi vardır: Kurumsallaşmış ayrımcılıkların olduğu ülkelerde (tipik örnek ABD) eşitlenme mücadelesi gelişir. BİZ ZATEN EŞİT OLDUĞUMUZ İÇİN İMTİYAZ/AYRICALIK talepleri ortaya çıkıyor. Türk milletinin etnik çekirdeği olan geniş Türkmen kitlede sivil ayrımcılık kültürü olmadığı için onların deyimi ile "Türk dilli halk" kimseyi ırkçı nefretle dışlamadan çok kolay bir şekilde sosyal bünyeye kabul ettiği için olmalı ki; kabul edilenler bir süre sonra bu insancıllığı galiba bir tür "ahmaklık" olarak görüyor ve kahvehane tabiriyle ifade etmek gerekirse ana kitlenin tepesine binmeye kalkıyor. Türkiye'de insanların kabul görme sorunu olmadığından değişik kültürel gruplar ulusal kültüre gönüllü ve kendiliğinden, kolayca eklemleniyorlar. Kökeni ve inancı ne olursa olsun sonuçta bu ülkede sivil ayrımcılık kültürü ya da kristalize olmuş sivil nefret olmadığı için yaşamın günlük pratiğinde ABD ve diğer batı toplumlarında tarihte görülen ve bugün de dünyanın bir çok yerinde hala var olabilen sivil gettolaşma da yoktur. Hayatı insanların kimliklerine göre ayrıştırmak ve insanları o ayrışmış alanlarda yaşamaya mahkum etmek bize yabancıdır. Günümüzde "Kolektif Haklar" diye tanımlanan haklar kategorisi; özellikle azınlık yaratmak ve grupları ulusun bir parçası olmaktan çıkarıp kimlik endüstrisinin profesyonellerinin geçim kaynağı olmaktan öteye gitmeyecek bir kadere mahkum etmenin adıdır. İnsanlar; yaşamlarını "kimlik " diye daha çok kendi dünyalarının dışındaki kişi ya da gruplar tarafından tanımlanan/politize edilen, doğuştan getirdikleri özelliklerin sınırları içinde yaşamaya zorlanamazlar. Fransız Devriminin insanlığa armağanı olan siyasi ULUS, insanların eşit bireyler olarak yararlandıkları özgür ve evrensel bir zemini sunuyor aslında. Post modernizm cilası ile cilalanmış kimlikçi (etnik,dinsel,cinsel vesaire...) anlayış ise tam tersine yeni bir parçalı düzen/yeni bir ortaçağ inşa etmenin derdinde. Ülkemizde sürekli olarak tedavülde tutulan bu kimlikçi söylemi tahlil için medyanın günlük haber dilini çözümlediğimizde nasıl bir ikiyüzlülük  ya da zihinsel karmaşanın yaşandığını görüyoruz: Hiç unutmuyorum ŞARLİ HEBDO saldırısını yapan teröristler için Fransız Cumhurbaşkanının "İKİ FRANSIZ TERÖRİST" ifadesini kullanması Türk medyasında "insanların kökenine vurgu yapmadığı için" övülmüş ve "Fransa'nın ne kadar uygar bir yaklaşım sergilediğine" örnek olarak gösterilmişti. Oysa aynı kişiler, aynı Fransız Cumhurbaşkanı Türkiye'de konuşsa tartışmasız bir şekilde "etnik inkarcılıkla" suçlayacak olan kişilerdi. Fransa Cumhurbaşkanı Fransız anayasasında tanımlanan ULUS/Millet tanımına uygun bir tanım yapmıştı. Doğru olan buydu. Teröristlerin Cezayir asıllı olması bir şey ifade etmiyordu çünkü onlar Fransız vatandaşı olarak Fransız olmuşlardı ve etnik bir Fransız'dan farkları yoktu. Milletin çağdaş ve evrensel kullanımı budur: Arap kökenli Fransız, Türk/Ermeni/Alman/Bröton kökenli Fransız..." tabirleri hiçbir yadırganma ile karşılanmaz, doğrusu da budur. Gelin görün ki; 1876 Anayasasından beri temelde aynı millet tanımı ile bugüne gelmiş ve sınırları içinde tüm  vatandaşlarını Türk milli kimliğinde eşitlemiş Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olunca "Kürt kökenli Türk, Çerkez kökenli/Arap/Laz kökenli Türk" ifadeleri hemen "İNKARCILIK ve ASİMİLASYONCULUK" olarak mahkum edilir. Bu kimlikçi/azınlıkçı zihniyete göre Türk sadece Türkmen olandır. Yani anadili Türkçe olandır. Hemen ardından eklerler; öyleyse "grup haklarını istiyoruz egemenliği paylaşalım". Kimse de demiyor ki; kardeşim egemenlik tarihsel sürecin sonucudur ve biz nasıl aldıysak sen de ancak öyle alabilirsin ancak! Egemenliğin fiyatı her yerde bellidir ve ödeme aracı kılıçtır. "Beni asimile ettin, dilimi yasakladın" cümlesi o kadar dillere pelesenk edildi ki; artık bir çoğumuz matematiksel aksiyom muamelesi yapar olduk: 1- İmparatorlukların yıkılmasından sonra kurulan ulus devletlerde ulusal birliği inşa etmek için ulusal dilin dışındaki dillerin yasaklanması  evrensel bir olgudur. 1970'e kadar Fransa'da yasaktı yerel diller, daha sonra da “anadil öğrenimi” hakkını verdiler, “anadilde eğitim hakkı” ayrılıkçıların uydurduğu bir propaganda siyasetidir ve hiçbir çağdaş ülkede temel kural olarak uygulanmaz. Ancak azınlık kabul edilen grupların bu hakları vardır. Türkiye'de ise bu taleplerde bulunanlar "farklı ama eşit" gibi ancak bir şiirde mısra olarak kullanılabilecek, nereye çeksen oraya gidecek lafların dışında bir şey söylemiyorlar. Azınlık mı olmak istiyorsunuz; hayır! Öyleyse ne?... 2-Ayrıca sürekli olarak vurgu, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna yapılmaktadır: "Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan asimilasyon süreci..." "Yalancının..." diye şöyle bir sunturlu sallayası geliyor insanın ama bu yazının ölçülerine gitmez: OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİNDE TÜRKÇE RESMİ DİL OLDUĞU GİBİ EĞİTİM DİLİ İDİ. İsteyen 1876 Anayasasına baksın. Hiçbir grubun dili ile anadil eğitimi ya da resmi eğitim filan yapılmazdı. Bu gerçeği gizleyen kimlikçi söylem, asıl amacın cumhuriyeti mahkum etmek olduğunu ortaya koyuyor. Osmanlı ile Cumhuriyet; formatları farklı (İmparatorluk ve Ulus Devlet) fakat renkleri aynı (TÜRK) yani aynı milli kimliğin iki devleti idi. Kendinizi bu yalanlarla kandırdığınızı düşünmüyorum ama bizleri de kandıramayacağınızı bilmelisiniz. 3- Türkiye'de "anadilimiz" (doğrusu annedilidir. Ana(temel)dil resmi dildir) diye ortaya sürülen taleplerin çoğunun temelinde; milli kimliği parçalamak isteyen çevrelerin teşviklerinin olduğunu, ülkemizdeki Türkmen ana kitlenin dışındaki diğer kültürel grupların Türk milletinin gönüllü olarak ayrışmaz bir unsuru haline geldiğini gördük. En somut göstergesi; yıllardır anadil öğrenimi tercihe dayalı ders olarak MEB'in müfredatına dahildir, kaç kişi seçti? "Kürtçe yasağı kalksın" diye kıyamet kopuyordu. Doksanlardan iki binlere dil kursları açıldı, kaç kişi gitti? Neden konuşulan annedillerini eğitim dili haline getirmeye yönelik bir toplumsal talep yok? Cevabı belli çünkü kimse bu ülkede sivil ayrımcılığa maruz kalmadı. Bu ülkede kimlerin azınlık olduğu bellidir. Onlar bile pratikte kültürel olarak ulusa entegre olmuşlardır. Şimdi adama sorarlar: DİLİMİZ YASAKLANDI DİYE KIYAMET KOPARIYORDUNUZ. ÖYLE ANLATIYORSUNUZ Kİ; SANKİ DİL YASAĞI DÖNEMİNDE KÜRTÇE KONUŞANIN DİLİNİ KESMİŞLER. GÜNDÜZLER DEVLETİNSE GECELER SANA AİTTİ, YATAĞA GİRMEDEN KAÇ TANE ŞİİR YAZDIN ANADİLİNDE? YASAĞA TEPKİ OLARAK YER ALTINDA NEDEN BİR EDEBİYAT DOĞMADI? Daha kestirmeden soralım: KÜRT BİR TOLSTOY çıkardınız da "T.C." idam mı etti? CEVABI BELLİ: ÇÜNKÜ TÜM BU YASAKLARA RAĞMEN SEN BU ÜLKEDE KAMUSAL HAKLARDAN YARARLANMA ve MAHRUMİYET NOKTASINDA HERKESLE EŞİTTİN. RESMİ VE SİVİL DÜZLEMDE AYRIMCILIĞA MARUZ KALMADIĞIN İÇİN KİMLİK ACISI ÇEKMEDİN! Bütün derdin, SURET-İ HAKTAN GÖRÜNEREK TERÖRE MAZERET ÜRETMEKTİ. ONUN İÇİN YALAN SÖYLÜYORSUN: Meselen, kesinlikle kimlik değil! Meselen; her türlü eşitliğinden yararlandığın bu ulusun birliğini parçalamak ve ayrı bir devlet kurmak. Ve o kadar zavallıca ki bu ayrılıkçı fitneyi örgütleyen terör ağası: "Devletimizi kurduktan sonra en az elli sene resmi dilimiz Türkçe olacak" demişti. Yaşama tarzınız, kimliğiniz ve dilinizle her şeyinizle Türksünüz, kökeniniz ne olursa olsun. Buna rağmen politik zorlama ile IRKSAL FARKLILIK üzerinden bir kimlik kurgusu geliştiriyorsunuz. Bunu da geliştiremiyorsunuz çünkü ırkçı yaklaşımın sonu aşiret kimlikleri ve kabilecilik bataklığına saplanıp kalmaktır. Vatandaş eşitliği (eşit vatandaşlık değil) üzerinde "muasır milletler seviyesinin üzerine çıkma" hedefi ile devletleşmiş olan Türk Milliyetçiliği bu insani ve uygar tavrından geri adım atmayacaktır. Üniter, milli, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetini savunmaya devam edecektir. Sonuç yerine; yetki ve sorumluluk sahipleri, kamu gücünü kullananlar ağızlarını açtıklarında etnik kimlik, inanç ve mezhepleri sıralamaktan vazgeçmelidirler. Bu kimlikleri sahiplerine/bireylere/insanlara bırakmalıdırlar. Zira bu dil; bölücülüğü meşrulaştırmasının dışında toplumda sivil nefretin gelişmesine zemin hazırlıyor. Vatan topraklarının bölünmesine müsaade etmeyeceğimiz gibi Belçikalaşmaya da yol açmamalıyız. Bu ülkede kimse ne Valon ne de Flamandır... Twitter: @kurtbasfaruk