En Zorlu İkilem: Gitmek mi Zor, Kalmak mı?

TAKİP ET

Sene 1994

Sene 1994. Koridorda duruyorum. Uzun zamandır uzaktan izlediğim diğer sınıftaki güzel kız yanıma geliyor; yaşım 18 ve güzel bir kız yanıma geldiğinde dilimin dolaşması yeni yeni geçmiş. “Should I Stay Or Should I Go şarkısını kim söylüyordu” diye soruyor pat diye. Şans eseri bildiğim bir soru “The Clash” diyorum, teşekkür edip arkadaşlarının yanına gidiyor koşar adım. Yaşadığımın farkındaymış diye aptalca bir sonuç çıkarıyorum. Sanırım âşık oluyorum (evet, başkasına değil gelip bana sordu diye). Adımı bile unutmuştur çoktan, onun için gönül rahatlığıyla anlatıyorum bunları. Ben ona âşık oldum, o benim ne hissettiğimi hiç fark etmedi. Yanıma gelip o soruyu sormasının da hiçbir kişisel sebebi yoktu, bir konuşma başlatmak falan değildi derdi, o an ben vardım koridorda. Sonra yavaş yavaş anladım zerre kadar şansım olmadığını, o güzeldi, popülerdi, bende istediği hiçbir şey yoktu. Yıllar sonra, sanırım 1999’un son günü dayanamadım; yıllardır onu ne kadar sevdiğimi, ama durumun umutsuzluğunu fark ettiğimi, vazgeçtiğimi ve teslim olduğumu yazdım. Ama aslında 2007’ye kadar aklımda dolanan tek isim onunkiydi. Daha en başlarda, çok da aptal olmadığım için, aşkımın zerre kadar karşılığı olmadığını anlamıştım, yalan yok. Üniversitedeydik, kendimizi ve dünyayı öğreniyorduk, duyuyordum flörtler falan ediliyordu. Ama ben onda takılı kalmıştım. Yanlış anlaşılmasın, gidip pek az konuştum, rahatsızlık vermedim, evde, yurtta, 1 saat süren Avcılar-Vezneciler hattında onu düşündüm. O fikirden, umut-bile-olmayan-o-umuttan vazgeçemedim. Başkalarına bakmadım, kimseye “yürümedim” dersem yalan olur, ama neredeyse on beş yıl adımı hatırlasa, beni arayıp bulsa, “gel!” dese her şeyi yakıp gidecek mesafede oldum. Demedi. Neden vazgeçemediğim konusunda çok düşündüm. Beni o mesafede tutan ilk birkaç seneden sonra asla umut değildi. Neden adını aklımdan, gönlümden silip atamadım o zaman? Çünkü vazgeçmek “doğru” gelmedi bana. Eğer âşıksam bunun hakkını vermeliydim. Aşk bunu hak ediyordu, hatta bunu gerektiriyordu. Aşk bana ait bir şeydi, bir histi, batılıların tanımladığı gibi iki kişilik bir ilişki olmak zorunda değildi, doğuluların tarif ettiği gibi seni yakıp kavuran bir ateşti belki, başkasının odun atmasına gerek yoktu! Sevgimin Marx amcanın tarif ettiği gibi bir talihsizlik olduğunu kabul edemiyordum belki: “Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir”.  Ya da belki bir daha denemekten, yenildiğimi kabul etmekten, yeni deneyimlere açılmaktan korkuyordum; yenilginin sağladığı kesinlik hissini sevmiştim. Hepsini düşündüm. Cevabı bugün bile bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, bu hayatımda üzerinde düşündüğüm, şahsen deneyimlediğim en zorlu ikilemdi. Gitmeli miyim, kalmalı mıyım? (Zorunlu açıklama: Bu noktadan sonra artık aşktan bahsetmiyorum sadece) Gitmek, yani yenildiğini, beceremediğini kabul etmek midir doğrusu, yoksa kalmak ve devam etmek, çabalamak, çırpınmak ve o acının “tadını” çıkarmak mı? Aslında sorunun cevabı basit görünüyor değil mi? Ama değil. Çünkü basit ve aldatıcı cevap şunu diyor bize; “Denedin, beceremedin, hadi git başka şeyler dene!” Yenildiysen zorlamazsın. Anlamı yoktur çünkü. Yenildiğini anladığın andan itibaren devam ettiğin her an duygusal davranıyorsun, kopamıyorsun demektir. O zaman şunu soralım, ne zaman “yenildiğimizden” tamamen emin oluruz ya da olmalıyız? Kaç denemeden, kaç selamdan, kaç günden sonra? Sorup ret cevabı alınca mı mesela? Vazgeçmemizi söyleyen arkadaş sesleri artınca mı? Çabuk vazgeçmek genel bir hastalık bana göre. Bizde de var, bir sonraki nesle de geçiriyoruz. İstiyoruz, kavuşunca/erişince/alınca değerini çok kısa sürede kaybediyor. İstediğimizi bir denemede ele geçirmezsek nadiren ikinci bir hamleye zaman/enerji ayırıyoruz, çoğunlukla hemen vazgeçiyoruz. Mesela o “bir işte uzmanlaşmak için 10.000 saat emek vermek gerekir” lafını küçümsüyoruz, mesela disiplin gerektiren sporlar onun için pek az ilgi çekiyor. 21. yüzyılın bize sunduğu mega-mağazada seçeneğimiz bol, o olmazsa başka şeyi deniyoruz, biri bizi reddederse hemen bir başkasına koşuyoruz. Hepsinin tadını çıkarmaya çalışıyoruz ama mağaza büyük, ömür kısa; hepsinden bir ısırık alamayacağız bile. Ama hepsini tatmak istiyoruz. Seçeneklerin çokluğu çıldırtıyor bizi, ya hepsine aynı anda saldırıyoruz ya da seçemeyip bloke oluyoruz. Bu arkadaş seçiminde de böyle, ilgi alanlarında da, kariyerde de, aşkta da, sporda da… Asıl başarılı olanlar sebat edenler, bir şeyi seçip ona çok emek verenlerdir demek isterdim ama o da büyük bir yalan olurdu. Çok emek vermek başarının garantisi falan değildir, bazen bütün bir ömrü harcayıp başarısız olmak da gayet mümkündür, hayat adil olmak zorunda değildir. O zaman ne yapacağız ey çok-bilmiş diyor olabilirsiniz. Ben ne yapıyorum, onu söyleyebilirim sadece. Çoğu şeyden kolayca vazgeçiyorum. Ama bazen içimden bir ses “vazgeçme!” diyor, “bu konuda kabullenme yenilgiyi”. O zaman her ne kadar aklıma, mantığıma, aklına-güvendiğim-dostlarıma ters gelse de hayatla inatlaşıyorum. Açık söyleyeyim, inatlaşıp kazandığım tek bir maç yok! Bir tane bile! Ama inatlaşıyorum işte, içimden gelmiyorsa vazgeçmiyorum. Takip ediyorum, zorluyorum, görüş mesafesinde durup bekliyorum. Vazgeçme diyen o ses susana veya durum kendime olan saygımı yitirmeye başlamama neden olana kadar… Erkin Çam