Firdevsi ve Nevaî Üzerinden Hedefe İlerleme

TAKİP ET

930'lu yıllarda doğan Firdevsi, Gazneli Mahmud'un en yakınlarından biri olup Türk Hakanının isteğiyle yazdığı Şehnâme ile adını ölümsüz kılmış ve İrân'ı Arap etkisinden büyük ölçüde kurtarmıştır

930’lu yıllarda doğan Firdevsi, Gazneli Mahmud'un en yakınlarından biri olup Türk Hakanının isteğiyle yazdığı Şehnâme ile adını ölümsüz kılmış ve İrân'ı Arap etkisinden büyük ölçüde kurtarmıştır. Bilhassa eski İran kültürüne hayranlık besleyen Firdevsi, iyi düzeyde Arapça bildiği halde asla ve kat'a kullanmaya yanaşmamış ve yaklaşık altmış bin beyitlik güzide eserinde tekrarlarla birlikte yaklaşık bin küsur Arapça kelimeye yer vermiş ve yine bu uğurda dağdaki çobanın bildiği beyitleri eserine koymuştur. Geçmişe büyük özlem duyan Firdevsi, bir beytinde İran'ı Acem'den geri dirilttiğini ayan beyan ortaya koyar: "Bıys-i renc bordem der in sal-ı siy / Acem zinde kerdem bed in parsi". Dediği şudur: "Çok sıkıntı çektim ben bu otuz yılda /Dirilttim İranlıyı ben bu Farsçayla". Eserinde tarihi İran’dan başlatır ve bütün hadiseleri İran üzerinden döndürür. Misal eserin mühim kişilerinden biri olan Kawa, Taberî Tarihi’ne göre Kabi adıyla iki yerde geçerken Şehnâme’de ise neredeyse bin yıl İran’a hizmet eder. İran'ın Turan ile yaptığı savaşları konu alan kitapta Alp Er Tonga ile ilgili şu iki beyit dikkat çekicidir: "Çun ferda berayed bulen da fitap / Men-i gürzi be meydan-ı afrasiyap / Çenanet be kudem be gürzi giran / Ger pulat gu ded ahenk giran". Dediği şudur : "Seher vakti gün doğarken er meydanında elimdeki gürzle harp ederken seni öyle bir döverim ki demircilerin demire vurduğu gibi kafandan ses çıkar". İran ve Turan'ı bir babanın iki oğlu olarak gösterip yer yer Afrasiyap'ı övse de genelde ağır yermeler ve sövgüler vardır. Arapçaya bu denli tepkili olan Firdevsi tabii ki açıkça Arapları yerden yere vurur. Özellikle sahip oldukları yaşayış biçimi ve kültürlerini ağır dille eleştirir ve buna rağmen İran'ı feth etmelerinden dolayı feleğe sitem eder: "Ez şir-i şotur u hordeni sosmar / Arap ra becayi reside est kar / Ki tac-i kiyani konet arzu / Tufu bertu ey gerdun-u felek tufu". Dediği şudur : "Deve sütü içip çekirge yiyen Arap işi o raddeye getirdi ki, kayzer tacı takmak istiyor. Vay ben böyle feleğin çarkına tüküreyim". Gördüğünüz gibi Firdevsi ömrü boyunca İran’a tıpkı Kawa edasıyla yılmadan hizmet etmiştir. Milletlerin tarih sahnesine çıkışıyla alakalı bilhassa Kürtleri anlatışı Taberî'ye göre daha sert ve kitabın konusu İran olduğu için adeta İran'ın Kürtlere bir lütfuymuşcasına anlatır. Hikaye aynen şöyledir: Şeytanın omzunu öpüşüyle iki yılan taşımaya başlayan Dahhak Hekim'in tavsiyesi ile onları insan yedirerek besler ve onlardan kurtulmayı umar. Her gece ister halktan ister seçkin sınıftan iki kişinin beynini yedirir. Bu hale bir son vermek isteyen Ermayil ve Kermayil gizlice iki kişiden birini öldürüp diğerini kurtarırlar ve Dahhak'a o bilmeden koyun beyni sunarlar. Her gün kurtarılan bir kişiyi dağa yollarlar. Gel zaman git zaman kaçan sayısı iki yüzü bulur. İşte Kürtlerin aslı budur. Bunlar mamur şehir nedir bilmezler, çölde çadırda yaşarlar. Tanrı korkuları yoktur. İşte hikaye aynen böyledir. Nesebsiz ve tesadüf olarak ortaya çıkmış bir kavim. Konumuza dönecek olursak Firdevsi bundan bin yıl önce her aklı başında milletin ferdi gibi sahip olduğu dili ve kültürü korumak için canhıraş çalışmıştır. Sözün başında Firdevsi'ye denk olarak Ali Şir Nevai'den misal vermiştik. Nevaî kendi dönemi içinde Türk dilinin engin ve derin bir deniz gibi inciler taşıdığını ve içine daldığında on sekiz bin alem gördüğünü ifade etmiş ve bütün çabasıyla zamanın Fars etkisini kaldırmaya gayret göstermiştir. İliklerimize kadar sinmiş olan Fars kültürünü def etmiştir. Belki de gerçekçilik yönünden Firdevsi’yle ayrışmış ve mantıklı bir düzlemde Türkçe'nin Farsça'dan üstün olduğu konuları belirtmiştir. Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki Nevaî Farsçayı o dönemde en iyi bilen ve herkesle yarışacak düzeydeki insanlardan biri idi. Ali Şir'in etkisi Anadolu sahasında etkisini belirgin bir şekilde gösterdi. Misal Fuzûlî merhum bir Türkçeyi bir dikene benzetmiş ve Allah’ın izniyle dikenden gül yaprağı çıkartacağını dile getirmiştir. Bence bu görüş Eşrefoğlu Rumi’nin acımasız yorumuna göre daha makul ve yapıcıdır zira Fuzûlî bu sözünü dikkate aldığını şiirleriyle gösterir. Nevaî ile devam edelim. Firdevsi’nin taraflı ve romantik bakışından kat be kat daha az açıyla olaylara bakmış ve duru Türkçesiyle batı Türklerinin yirminci yüzyıla kadar ortak lehçesi olan Çağatay lehçesine büyük katkılarda bulunmuştur. İşbu yazı nihayete ererken konuyu Türkçülüğe bağlamak pek tabii gerek olduğundan Nevaî'ye yer vermeden geçemedim. Peki İran'da Firdevsi ve Turan'da Nevaî'nin yaptıkları müşterek amaçla ilerlemiş bu hizmeti göz önünde bulundurarak kendimize hangi payı çıkartırız? Türk milletinin her bir ferdi nasıl bir yol izlemelidir? Yol gayet açık. Uşaklıgil gibi günümüz edebiyatçıları da Türkçenin ezeli ve ebedi  aşığı olmalı, ilhamlarını akıl ve bilimi esas alarak Türklüğün görkemli hazinesinden almalıdır. Bu yolda pek tabii akıldışı dahi olsa bize ait olan ve kültür olarak nitelendirdiğimiz normları inkılapçı bakışla ele almalı ve en azından edebî sahada bir yere konumlandırmalılar. Türkçülük fikrine bağlı kişiler demokratik birey olmalıysa da hedef bir olmalı ve millî bilinç uyandırmak isteğiyle iş yapılmalıdır. Kullandığımız bütün sözcükleri özenle seçmeli, Türk gençliğinin aklında var olan soru işaretlerini sezip ve bilip ona göre faaliyete geçmeliyiz. Hangi adam olacağımıza karar vermeliyiz. Zevk mi, rahat mı, iş mi, mefkûre mi? Seçmeli ve işimizi o çizgide ilerletmeliyiz. Oğuzların yıllar boyu iç çatışmaları yüzünden kaybettiği fırsatı biz ders alarak ele geçirmeli ve peşlemekten bitap düştüğümüz Batı'ya açık ve kapatılmaz bir ara açmalıyız. Tabii ki bu arada önde olan biz olmalıyız. Biz bu doğrultuda ilerlerken birileri bize peki ya şunlar bunlar ne olacak, diye sorarsa cevabımız çok açıktır: Bana ne? Zaten Türkçülük adını taşıyarak kime çalıştığımızı ifade etmiyor muyuz? Yıllardır bu uğurda canımızı, malımızı kaybetmedik mi? Seksen öncesinde hiç değilse anamızın, bacımızın namusunu kurtarıp onları Nataşa olmaktan alıkoymadık mı? Derdimiz neydi? Tabii ki Türklüktü. O yüzdendir ki bu galiz soru ancak ve ancak yolumuza çomak sokmak hasebiyle sorulmuş bir sorudur ve bizim meselemiz değildir. Ayrıca bu soruya bu şekilde cevaplandırmamız bizi falancıya düşman kılmaz. Bunun en büyük örneği Atatürk’tür. Şayet iyi bir okur ve Atatürk’ü tanımak isteyen biriyseniz Atatürk’e ait olan başta Nutuk olmak üzere on dört kitabı okumuş ve Atatürk’ün dünya görüşü hakkında bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Hayatı boyunca Türklük dışında başka hiçbir milletin derdine düşmemiş Atatürk, Anadolu’da ki diğer soyları ağzına aldığında bu soyları milletin kafasına sokulmuş fikirler olarak niteler ve söküp atılmasından yana olduğunu söyler. Cumhuriyet dönemi Türk tarihini inceleyen herkes Nihal Atsız'ın deyimiyle Atatürk’ün Anadolu’ya adeta bir Türklük ateşi saçtığını görür. Konumuz olmadığını belirtsem de Anadolu sahasında var olan diğer unsurların Türk devleti sayesinde kimlik edindiği ve cisim kazandığını bilmeleri gerekir. 36 etnik çorba hikayesi anlatılırken sayılan bütün unsurların öyle böyle sahip oldukları devletleri veyahut devletimsi yerleri vardır. Canı isteyen def olup gidebilir. Türklere çalışmak yolunda güç verecek şey sahip olduklarıdır. Türk, Türk olduğu kadar güçlü ve kendinden emindir. Milletler içinde yer edinmesini ve varlığını ortaya koyması ancak bu şekilde mümkündür. Nedendir bilinmez, her ne zaman Türklükten bahis açılsa birileri daima sanki cevabını bilmiyormuşcasına “Türk kime denir” diye sorarlar. Çok totolojik olacak ama Türk, Türk'tür. Bu konu bu kadar açıktır. Kendimizi ifade etmekten ve öcü olmadığımızı anlatmaktan icraate gecikiyoruz. Türklük bilinci var olduğundan beri Türk büyükleri Türkçülüğü gayet sistemli açıklamış ve bize pek de iş bırakmamıştır. Bize düşen faaliyet göstermek ve ileriye gitmektir. Türklere rağmen Türkçülük yapmalı ve kutsallar ile kendimize yer saydırmamalıyız. Türk gençliğine güç vereciğini ve ders çıkarttıracağını umduğum Âkif'in dizeleri ile son veriyorum: 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' Olmaz ya... Tabii... Biri insan biri hayvan! Öyleyse "cehâlet" denilen yüz karasından Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet. Kafi mi değil yoksa bu son ders-i felâket? Son ders-i felâket neye mâl oldu? Düşünsen: Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden! 'Son-ders-i felâket' ne demektir? Şu demektir: Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir! Zirâ yeni bir sadmeye artık dayanılmaz; Zirâ bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz! Coşkun koca bir sel gibi dâim beşeriyyet Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet. Dağlar uçurumlar ona yol vermemek ister... Lakin o ne yüksek ne de alçak demez örter! Akvâm o büyük nehre katılmış birer ırmak... Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak? Bizler ki bu müthiş bu muazzam cereyanla Uğraşmaktayız... Bak ne kadar çılgınız anla! Uğraş bakalım yoksa işin hey gidi şaşkın! Kurşun gibi sür'atli denizler gibi taşkın Bir çağlayanın menba-i dehhâşına doğru Tırmanmaya benzer yüzerek başka değil bu! Ey katre-i âvâre bu cûşun bu hurûşun Âhengine uymazsan emin ol boğulursun! Yıllarca asırlarca süren uykudan artık Silkin de muhitindeki zulmetleri yak yık! Bir baksana: Gökler uyanık yer uyanıktır; Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır! Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet... Ey derd-i cehâlet sana düşmekte bu millet Bir hâle getirdin ki ne din kaldı ne nâmûs! Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs Ey hasm-i hakîkî seni öldürmeli evvel: Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el! Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun! İslam'ı da "batsın! " diye tutmuş yediyorsun! Allah'tan utan! Bâri bırak dîni elinden... Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen! Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât? Allah'tan utanmak da olur ilim ile... Heyhât! Berk Uçma

Ali Şir Nevai Arapça Atatürk Atsız Farsça firdevsi Fuzuli Şehname Türkçe