Göçmez Oldu Bulutlar

TAKİP ET

tam ulaştım derken yolun başına, ömür baktık varmış elli yaşına, usanmadan bir hayalin peşine, kar demedim, kış demedim yürüdüm! Taş evinin küçük penceresinden dışarıyı seyrederken bu dizeler dökülmüştü Kâmil Dayı'nın ağzından

tam ulaştım derken yolun başına, ömür baktık varmış elli yaşına, usanmadan bir hayalin peşine, kar demedim, kış demedim yürüdüm!

Taş evinin küçük penceresinden dışarıyı seyrederken bu dizeler dökülmüştü Kâmil Dayı’nın ağzından. Bir yerden mi hatırlıyordu, yoksa kendinin miydi bilmiyorum. Belki şiirine devam eder diye bekledim ama o karları izlemeyi tercih etti. Sanki orada yürüyor, karları eziyor, şehirden yüzlerce metre yüksekteki bu yaylada başka bir hayatın izini sürüyordu.  Dağ başındaki bu küçük ev muhtemelen o daha çocukken ailesi tarafından yapılmış, herkes bu dünyadan göçtükten sonra da ona kalmıştı. Girişteki kapı, bir insanın eğilmeden girmesine imkân vermeyecek kadar alçaktı. Kapı dedimse üç parça uzun tahta ile onu enine birleştiren iki kalın parça. Evdeki tek pencere içeriyi aydınlatmaya yetmediği için tenekelerden örülmüş çatıya küçük bir pencere daha konulmuştu. Bu açılıp kapanan bir pencere değil de daha ziyade tenekeler arasında bir boşluk gibiydi. Buradan gökyüzünü izleyebilir, yattığınız yerden gece yıldızlara komşu olabilirdiniz. Evin içerisindeki soba ise üzerindeki bakır güğüm ve ona eşlik eden çaydanlıkla bir tablo gibiydi. Kabarık minderleri ile eski bir divan, güzel ahşap işlemeleri olan ama kumaşı yıpranmış ve minderi çökmüş bir koltuk, sobanın etrafında birkaç iskemle ile birkaç mutfak eşyası da bu tabloyu tamamlıyordu. Belli ki Kâmil Dayı’nın buradaki hayatı divan, soba ve koltuk arasında geçiyordu. Ben evin içini incelerken, o da divandan inmiş, tahta iskemlelerden birini çekip sobanın karşısına oturmuştu. Şapkasını iterek alnına doğru düşürdü ve bir müddet öylece baktı. Bunu genelde düşünürken yapardı.  Ardından közlenmeye başlayan ateşi karıştırdı, ince kesilmiş odunlardan birkaç tane atıp kapağını kapattı. Odunların yanmaya başladığını görünce yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Gözlerinde çok derin bir zamanın izleri görülüyor, yüzü ise birkaç sene daha geriden geliyordu. Gözlerinin kenarlarında ve alnında çizgiler oluşmuş, birkaç gündür kesmediği belli olan sakallarındaki aklar kendini belli etmişti. “Çay içer misin” dedi iskemlesinden kalkarken. “Olur” dedim. Çayı ezelden beri severdim ki bu karlı havada da en iyi çay giderdi. O çayları doldururken ben de yerimden kalkıp duvarda asılı Sürmene kamalarından birini aldım. Bunların duvara özenle asıldıkları belliydi. Eskiydiler ama güzel bakılmışlardı. Kâmil Dayı elindeki çaylardan birini bana uzatırken, hafifçe gülümsedi. “Sürmene kamasıdır ha. Yıllardır saklar, gözümden iyi bakarım. Hatıradır” dedi. “Kimden?” dedim gayriihtiyarî. İşte o zaman gülümsemesi kayboldu, sanki yılların yorgunluğu yüzüne geri geldi. - “Otur” dedi. Bir iskemle çekip yanına oturdum. O sırada elimdeki kamayı almış, elinde evirip çeviriyor, adeta bu kamanın hikâyesini yeniden hatırlıyordu. - “Bu kamanın iki yanı da keser. Değildir bıçak gibi. Sevda gibidir, kavga gibidir, hayat gibidir. Tutmayı bilmezsen, önce kendini kesersin. Kendi kanını akıtır, kendine yara verirsin. Bunu elime ilk aldığımda askerden geleli bir sene ya olmuş ya olmuştu. Kaç yevmiye biriktirip almıştım hatırlamıyorum. Sapı da işlemedir ha. Aynısından Hasan’da da vardı” dedi. - “Hasan kim?” diye sordum, gözleri buğulandı. - “Hasan, ah Hasan! Can Hasan, can dostum Hasan. Bunları aldıktan herhalde birkaç ay sonra askere gitti Hasan. 8 ay sonra da şehit haberi geldi. Sene dokuz yüz doksan üç. Yaylaya yürüme çıkar, derede dibe daldığımızda nefesini en fazla o tutar, hepimizden hızlı koşardı. Dağ gibi derler ya tastamam öyleydi. Bacanak olacaktık Hasan’la.” Bunu söylerken bir an gülümsedi. “Bacanak dediysem, bacı değildi sevdalarımız. Zaten gardaşlık dediğine kan bağı gerekmez her zaman. Biz nasıl Hasan’la gardaşsak, onlar da öyleydi. İkbalsiz Hasan’ım. Seni nasıl unutsun bu garip Kâmil.” Kamayı bana uzattı, usulca kalkıp pencerenin önüne yürüdü. Dışarı bakarken yine söyledi: zaman dedikleri akıp geçiyor, şu fani dünyadan herkes göçüyor, bilmem talih neden bizi seçiyor, yürüyecek yol mu bitti Hasan’ım? Susmuştu. Hasan’la geçirdiği günlerin gözünün önünden geçtiğine emindim ama bir şey söyleyemiyordum. Hem böyle anlarda ne söylenir bilmiyordum hem de bu yaştaki bir insanın anıları ile arasına girmemek gerektiğini düşünüyordum. O bu anılarla dışarıya bakarken ben de diğer kamayı elime alıp incelemeye başladım. Çok güzel bir kamaydı bu. Sap kısmından gövdesine doğru ince bir oluk iniyor, oluğun iki yanında çizgi halinde iki oluk daha bulunuyordu. Sap kısmı muhtemelen boynuzdandı. Üstüne bir isim kazınmıştı ama yıllar içinde silinmeye başladığı için tam okunmuyordu. Ben ismi okumaya çalışırken o da düşüncelerinden sıyrılmış, yeniden dikkatini bana vermişti. Bir an göz göze geldik. Yasak bir iş yaparken yakalanmış gibi hissetmiştim. Öyle ki az kalsın elimdeki kamayı düşürüyordum. - “Peki, bu?” dedim heyecanımı atmak isterken. Kamayı eline aldı, her yanını görmek ister gibi defalarca çevirdi; sıkıca kavrayıp, havada birkaç şekil çizdikten sonra yeniden bana uzattı. - “Bunun hikâyesi çok uzun. Eski ve uzun...” - “Anladım” dedim. Bir gönül meselesi olduğu belliydi. Anlatacağını ümit ediyordum. - “Anladığın gibidir” dedi. Sözü kısa kesmiş, bu konu hakkında konuşmaya pek istekli olmadığını göstermişti. Ben ise içimdeki merakı yenemiyordum.  Merak ettiğimi belli eden bir bakışla onu zorlamak istedim. O ise köşedeki koltuğuna geçti, kendini yavaşça bırakıp, arkasına yaslandı. - “Ne merak ediyorsun?” dedi, içimden geçeni anlamış gibi. Belki de çok belli etmiştim. - “Bilmiyorum ama sapında bir yazı var, en azından onu…” Sözümü tamamlayamamıştım. Mahrem bir sırrı zorla öğrenmek ister gibi hissediyordum. Kamayı yeniden yerine koydum ve yerime oturdum. O ise koltuğunun iki yanındaki işlemeli kısımları tutmuş, beni izliyordu. - “Zor” dedi. “O kamanın hikâyesini anlatmak benim için zor”. Bir an duraksadı ama susmadı. “Kamaların hemen sağında küçük bir dolap var görüyor musun? Orayı aç, ince bir kitap göreceksin, al onu.” Bu dolabı başta da görmüştüm ama bir erzak dolabı olduğunu düşündüğümden pek ilgimi çekmemişti. Oysa şimdi, hikâyenin kilidi haline gelmişti. Dolabı açtığımda içinde bir düzineye yakın kitap gördüm. Bazıları ciltlenmişti. Bahsettiği kitabı bulmak zor olmadı. - “Evet, o!” dedi. “Yedinci sayfayı aç!” Kitabı elime alıp yerime oturdum. Dışındaki hafif tozu silmemle birlikte kitabın ismi ortaya çıktı: Reddi İlhak, Son Bir Kavga Daha. Kâmil Hiçyılmaz. - “Bu?” dedim. - “Evet benim. Yani bir zamanlar ben diyelim.” Hızla yedinci sayfayı çevirdim. Bu bir şiirdi. Kısa bir hitapla başlıyordu. Ayşe isimli birine ithaf edilmişti. Demek ki kamanın sapında yazan isim buydu. Merakım iyice katlanmıştı. - “Oku” dedi. “Onu da anlatan benim zaten.” Göçmez Oldu Bulutlar “gözlerine Ayşe’m, gök mü desem yoksa çimen mi?” senden sonra durdu zaman. saatte akrebin, kimseye zararı yok artık. sene dokuz yüz doksan yedi, ayrılık,  tartıda ölümden ağır. sene dokuz yüz doksan yedi, ilk kez mektupsuz bırakacağım seni. taş duvarın arasına sıkışmayacak ellerin. hem uğramazmış postacılar, ötesine göklerin. göçmez  oldu artık bulutlar Ayşe'm, senin diyarından bana yasak var. bir yitik arar gibi gözüm hep uzaklarda. seninle aynı yollardan geçemez olduk, gerildi aramıza taştan, topraktan perde. bilmezsin kaç kez geçtim aynı yoldan, dökmüş yapraklarını bütün ağaçlar. ne dallar titrer artık, ne pencerende bir ışık. bir sis çöktü kaderimize, karanlık, her tan atımı sarar beni. bugün tam kırk gün... kırk gün oldu duymayalı sesini. sen kara yer altında, üstünde kara toprak. benim çölümden kervanlar geçmez. ses etsem duyanım kalmadı. bilmem, nereye çıkar bu zindanın sonu? ... Kâmil Dayı ağlamaya başlamıştı. Bende ise şiire devam edecek hal yoktu. Göçmez olmuştu bulutlar. Gök, kara kesif bir dumanla dolmuştu. Fırtına yaklaşmaktaydı.