Hanioğlu'nun 'Garbcılar' Makalesi Üzerine

TAKİP ET

20 küsür yıl evvel yazılmış, 5 yıl evvel dikkatimi çektiğinden bir kenara not alıp okumayı unuttuğum bir makale birkaç gün evvel gözüme ilişti

20 küsür yıl evvel yazılmış, 5 yıl evvel dikkatimi çektiğinden bir kenara not alıp okumayı unuttuğum bir makale birkaç gün evvel gözüme ilişti. Bu makale, Şükrü Hanioğlu'nun Garbcılar makalesi. Abdullah Cevdet örneği üzerinden Osmanlı'nın son dönemindeki Garpçılık akımını/anlayışını ele alan yazının bazı açılardan tenkide muhtaç olduğunu düşünüyorum. İlk düşündürdüklerini kısa bir özeti müteakiben Abdullah Cevdet ve 'bana göre Garpçılık' yorumlarıyla kaleme aldım. Yazar Hanioğlu, bu makalesinde Batıcıların İslam’a dair kanaatlerini ve erken dönem cumhuriyet ideolojisine bu kanaatlerin tesirini incelemektedir. Bu incelemenin merkezinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dört meşhur kurucusundan biri olan Tıbbiyeli Abdullah Cevdet yer alır. Aslında burada Cevdet’in İTC’nin kurucularından biri olmasından daha dikkat çekici olan şey Tıbbiyeli oluşudur. Tıbbiye’nin döneme etkisinin tam olarak anlaşılabilmesi için yine bir Tıbbiyeli olan Nihal Atsız’ın hatıralarındaki şu yazıyı fikir verebilecek önemli bir örnek olarak görüyoruz; “Tıbbiye, İsmet Paşa’nın çok sevdiği ve çok kullandığı kelime ile ‘feyizli’ bir ocaktı. Bu ocaktan her şey; şair, politikacı, iş adamı, ihtilalci, hatta bazen doktor bile çıkardı”. Bu koşullarda Tıbbiye’den çıkan Cevdet, Tıp Akademisi’ne girene dek ciddi bir Müslüman, hatta biraz daha ileriye gidilecek olursa misyoner idi. Akademi’deki eğitimi esnasında okuduğu eserler onu tam aksi yöne sevk etti ve materyalizmin tesiri altına girdi. Fikrine uygun çeviriler ve gazetelerde de materyalizmin propagandasını yaptı. İlk başlarda bu propagandayı İslam aleyhtarı bir tabana taşımadan sürdürdü. Hatta aksine İslam’ı bir perde veya bir araç olarak kullanarak fikirlerine uygun bir modernizasyonu sağlayabileceği kanaatindeydi. Bu propagandanın işe yaramaması Cevdet’i fikirlerini gölgelememeye ve açıkça İslam aleyhtarı konumlanmasına vesile oldu. Tabiî bu konumlanmalar, dönüşümler yalnızca Abdullah Cevdet’le sınırlı kalan hareketler değildi, çevresinde bahsedildiği gibi hareket eden belirli bir kitle de söz konusuydu. Abdullah Cevdet, bu noktadan sonra İslam’ı aşağılayan çeviriler yapıp bu dinin modernleşmenin önündeki en büyük engel olduğu fikrini savundu ve yaymaya çalıştı. Çevirileri yüzünden 1911’e dek Kahire’de kalmak durumunda kaldı, İstanbul’a döndüğünde ise çevresinde topladığı kitle ile İçtihad adlı gazeteyi tamamen İslam aleyhtarı bir yayın organı haline getirdi. Burada sürekli olarak bir bilim-din çelişkisinden bahsedildi. Garpçılar bu dönemde İslam’ın yerine koyabilecekleri bir din tasarlama çabası sergilediler. Ancak tüm çabaları Sovyet Rusya’daki Marksizm gibi bir ideolojiden mahrum oluşlarından başarısız kalıyordu. Osmanlı’nın son döneminde önce I. Dünya Harbi esnasındaki cihat ilanının yaydığı İslamî hava, sonrasında da çok açık bir şekilde ibadetler vs. alay edilmesi nedeniyle İçtihad somut bir başarı elde edemediyse de Cumhuriyet’in ilanı ve CHP iktidarı boyunca fikren yaşamıştır. En büyük etkileri yaratılan bilimsel Türk-İslam modelinde gözlemlenebilirken fikirlerinin yine de tam olarak somutlaşamaması gayet politik bir toplum meydana getirilmesinden ötürüydü. Buraya kadar Hanioğlu’nun makalesinin kısa fakat yeterli bir özetine yer verdik. Bunları birer birer ele almak gerekirse ilk olarak yazarın ya atladığı veya makale boyunca sürdürdüğü bir 'terminolojik kusurdan' başlamak lazım gelir. Bu Garpçılar ifadesinin ısrarla Abdullah Cevdet ve etrafındakileri karşılamak için kullanılmasıdır. Makalenin de bu temel üzerine oturtulması ortaya atılan tüm tezleri kökünden sarsacak niteliktedir. Batıcılık; bizce İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi ayrı bir akım olarak ele alınamaz. Zira pek ala bir İslamcı da Osmanlıcı da Türkçü de Batıcı olabilir ve olmuştur da. İlk modern Türkçülerden biri olan Ali Suavi’yi, ekseriyeti gayet iyi derecede Fransızca ve İngilizce konuşabilen Kuzey Türkistan’dan gelen münevverleri Batıcılıktan da Türkçülükten de aforoz edemeyeceğimize göre değerlendirmeye bu ön kabulle başlamak lazımdır. Abdullah Cevdet, Batıcıların yalnızca ufak ve uç bir kanadını temsil etmektedir ki, ondaki Batıcılık anlayışı çağın şartları itibariyle bir noktada diğerlerinin ortaya koyduklarından ayrılmaktadır zira bilindiği üzere Abdullah Cevdet, Kürt kökenli bir fikir adamıdır ve milliyetçilik çağında bundan tamamen soyutlanarak fikirlerini savunduğunu iddia etmek de hayalcilik olacaktır. Ek olarak makalede de temas edilen Avrupa’dan mülteci getirip iptidaî kaldığını iddia ettiği Türk milletini iyileştirmek teklifinde bulunan bir yazarın görüşleri asla objektif olduğu varsayımıyla ele alınamaz. İkincisi Mustafa Kemal’in izlediği yol haritasını ve pragmatik manevralarını bugün gayet net bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. İçtihad’ın fikren varlığını muhafaza edişinin Cumhuriyet’in resmî ideolojisine tesirinden kaynaklandığını savunmak da havada kalan bir söylem olacaktır. Zira Atatürk’ün komünizme karşı izlediği politikalar da malumumuzdur. Bizzat kendi teşvikiyle kurdurduğu partileri tesis etmeye çalıştığı ideolojinin aleyhtarlarını tespitte bir araç olarak kullandığı yorumunu yapmak pek de sübjektif kalmayacaktır. Yine menfi addedilebilecek bir tenkidimiz de bilimsel bir Türk-İslam anlayışı ortaya konduğuna dair olan teze dairdir. Bilhassa 1938’e kadar olan dönem, Cumhuriyet hudutları içerisinde gayet seküler bir havanın estirildiği, ekseriyetle İslam’dan münezzeh veyahut kopuk diye tabir edebileceğimiz bir Türk milliyetçiliğinin esas alınarak politikaların tayin edildiği bir dönemdir. Bunun en büyük ispatı, yetiştirilen nesillerdir. Bu nesillerden laik ve seküler diye bir tanımlamanın ötesinde lâdinî bir Türkçülük anlayışını savunan önemli aydınlar da çıkmıştır. Mevzubahis devrin devlet eli değmiş eserleri incelendiğinde de İslamî bir etkiye rastlanılması gayet zordur. Son olarak makalenin içeriğinin yanı sıra dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizce makalenin üslubudur. Makale, yazarın entelektüel veya akademik birikiminin bir meyvesi değil, malum siyasî görüşlerinin bir müsveddesi niteliğindedir. Gayet açık bir şekilde Mustafa Kemal’i, onun Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp gibi iki mühim kaynağı bir potada eriterek yarattığı fikirleriyle seküler-Türkçü temeller üzerine inşa ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ni, yine kendini Batıcı sıfatıyla tanımlayan bir başka isim olan ve Türk milletini iptidaî bir millet olarak nitelendiren bu nedenle pek tabiî Türkçülük aleyhtarı olan Abdullah Cevdet’le aynı cenahta gösterebilmenin yegane izahı budur.

Abdullah Cevdet Batıcılık Garpçılık Şükrü Hanioğlu