Hasbıhal X: Coleridge ve Kubilay

TAKİP ET

Hasbıhal yazılarımı epeydir bırakmıştım. Fakat kıymetli Fatih Doğrucan, Seküler Milliyetçinin El Kitabı -II’ye yazdığı takdimde o seriden bahsetti. Çok mutlu oldum ve, yazı serisini TamgaTürk’te devam ettirmeye karar verdim. Okuru ikaz edeyim, hasbıhal yazıları bir derde derman olmaz, başı sonu bulanıktır, yalnızca esrir ve Porlock’tan bir misafir gelip tılsımı bozana dek konuşur. Bu seride mutad olduğu üzre, yine bir şiirimi ve ondaki göndermeleri konu edeceğim. Bu göndermelerden biri epey kudretli bir şiir olduğundan, o şiiri analiz edeceğim; bu ikinci şiir, benimkinden daha fazla yer kaplayacak.

Noctifer

-Togan Temür'den Coleridge'e, Xanadu'ya yakılan ağıtların ilhamıyla-

Cinler üşüştü yine iman tahtamda tuğla Islığımı boğuyor musallat bir heyula Geceyi gergefinde doku ağına dola Meşum öten kuşları cezbet ökseye getir

Hani o eski beste... Kubilay'dan ağırdı Dinlediğinde çekik gözleri kısılırdı Sarı ırmağın seli kadim santuru kırdı! Davacıyım! Deniz ol ahir celseye getir

O günden beri böyle uğulduyor sarayım Kan çanağı gözlerle ne kadar dolanayım? Geceyi getir bana sessizce uyuyayım Mağribin mor tülünü sar bir buseye getir

Çamuru ufalanmış kemiğinin tozundan Nakışının keskisi Musa'nın boynuzundan Sırla çatlaklarını Kızıldeniz tuzundan Fağfur'un küllerini koy bir kaseye getir

Sonra, elinde kase, gez dağların başını Savur külleri göğe, bul yağmurun taşını Kırık kasene topla Allah'ın gözyaşını Ninni söylesin bana göğü çiseye getir

________________

Mart 2020’de böyle söylemişim. Bu, Samuel Taylor Coleridge’nin Kubilay Han’ının şiirlerimdeki ikinci belirişi. İlki, Abora Tangosu’ndaydı, onu Hasbıhal IV’te ele almıştım. Bu yeni şiir, Noctifer, “gece getiren” ismini taşıyor. Venüs’e “lucifer” demişler, “ışık getiren.” Gün doğduktan sonra da görünmeye devam ettiği için. Ama Catullus Venüs’e “noctifer” demiş, “gece getiren”, gecenin en parlak yıldızı olduğundan. Şiirdeki “heyula”, Kubilay’dan ağır beste, Sarı Irmak, Kadim Santur, Saray, Fağfur motiflerinin hepsi, Coleridge’e gönderme yapıyor. Bu yüzden Coleridge’in şiirini irdelemek lazım, ama evvel emirde şunu söyleyeyim: Doğu Türkistan’daki zulme karşı çaresiz kalmanın şiiridir. Geçmişe sığınmanın, ağıt yakmanın şiiridir, Togan Temür burada devreye giriyor, onun neden zikredildiğini bulmayı okuyucuya bırakıyorum. Yazıyı yazmaya başladığımda, ilhamı veren Kubla Khan başlıklı Coleridge şiirini çevirmek için epey uğraştım. Fakat ne yazık ki başaramadım – serbest formu çevirmek bana göre değil. Cinayet işlediğimi hissettim kelimenin tam manasıyla, o yüzden İngilizce bilmeyen okura yardımcı olamayacağım: In Xanadu did Kubla Khan A stately pleasure-dome decree: Where Alph, the sacred river, ran Through caverns measureless to man    Down to a sunless sea. So twice five miles of fertile ground With walls and towers were girdled round; And there were gardens bright with sinuous rills, Where blossomed many an incense-bearing tree; And here were forests ancient as the hills, Enfolding sunny spots of greenery.  But oh! that deep romantic chasm which slanted Down the green hill athwart a cedarn cover! A savage place! as holy and enchanted As e’er beneath a waning moon was haunted By woman wailing for her demon-lover! And from this chasm, with ceaseless turmoil seething, As if this earth in fast thick pants were breathing, A mighty fountain momently was forced: Amid whose swift half-intermitted burst Huge fragments vaulted like rebounding hail, Or chaffy grain beneath the thresher’s flail: And mid these dancing rocks at once and ever It flung up momently the sacred river. Five miles meandering with a mazy motion Through wood and dale the sacred river ran, Then reached the caverns measureless to man, And sank in tumult to a lifeless ocean; And ’mid this tumult Kubla heard from far Ancestral voices prophesying war!    The shadow of the dome of pleasure    Floated midway on the waves;    Where was heard the mingled measure    From the fountain and the caves. It was a miracle of rare device, A sunny pleasure-dome with caves of ice!     A damsel with a dulcimer    In a vision once I saw:    It was an Abyssinian maid    And on her dulcimer she played,    Singing of Mount Abora.    Could I revive within me    Her symphony and song,    To such a deep delight ’twould win me, That with music loud and long, I would build that dome in air, That sunny dome! those caves of ice! And all who heard should see them there, And all should cry, Beware! Beware! His flashing eyes, his floating hair! Weave a circle round him thrice, And close your eyes with holy dread For he on honey-dew hath fed, And drunk the milk of Paradise. Bizzat şairin ifadesiyle madde etkisinde, esrik sahneler anaforu halinde yazılan bu şiir epey tartışma koparmıştır. Anlam kapalıdır, sahneler savruktur, ifade bulanıktır; üstelik Abora/Amara Dağı yahut Alph Irmağı gibi kurgusal yahut belirsiz mekanlara atıf vardır. Çengdu, Togan Temür’ün ağıt yaktığı, Moğolların Çin’i fethettikten sonra kurdukları büyük şehrin adı. Şiir Çengdu’nun kurulmasıyla başlıyor: Kubilay, yalnızca keyfi için, güzelliğine bakıp dalmak için bir büyük kubbe dikilmesini emrediyor, bereketli bir toprakta, etrafı surlarla çevrili bir ülke, bir tür İrem Bağı inşa ediliyor. Derelerin kıvrılarak bahçelerini suladığı, munis ve yeşil bir liman, Tolkien’in Rivendell’ine benzer bir yeryüzü cenneti. Fakat bu cennetin bir ırmağa, o munis derelerin aktığı bir ırmağa tepeden baktığını öğreniyoruz, bu ırmak, kutsal Alph ırmağı, uçurumun aşağısında gürleyerek akıyor, gayzerler patlıyor, kayalar yuvarlanıyor ve ırmak yeraltındaki mağaralara doluyor, gürültüyle güneş görmeyen bir denize ulaşıyor. Kubilay bu gürültüde savaştan bahseden atalarının sesini duyuyor. O yalçın hisarın gölgesi, sınırlarının ötesinde delice akan ırmağın üzerine düşüyor. Buz kaplı mağaraların üzerine kurulmuş, güneşli bir kubbe manzarası zihnimize çakılırken, bir anda şiirin sesi de, içeriği de yumuşuyor ve Abora Dağı’ndan bahseden bir şarkıyı santurla çalan Habeşli bir genç kız sahnesi görüyoruz. Şair, bu şarkıyı içinde yeniden diriltebilseydi, aynı kubbeyi “havada” yaratabileceğini düşünüyor ve bizi Kubilay’a, onun gücüne karşı uyararak şiiri bitiriyor. Herhalde şiirin gizemini çözmek için ilk anlamamız gereken, Abora Dağı ve Alph Irmağı’nın hakikatidir. Abora Dağı, bazı versiyonlarda Amara olarak yazılmış; Etiyopya’da, yani Habeşistan’da böyle bir dağ var. Bu dağ Nil’in kaynağına yakın kabul ediliyor, bir tür cennet tasavvuru olarak bu nedenle uygun bir adres olabilir. Pek çokları da buna işaret etmiş. Ancak Coleridge’in muhtemelen bilmediği bir şey var; insansı maymunlardan insana geçişin ilk gerçekleştiği coğrafya da, muhtemelen Amara Dağı civarına denk düşüyor. Coleridge’in kastı bu olduğundan değil, şiiri ondan ve dolayısıyla zamandan soyutlarsak, Habeşli genç kız, “medeniyet kurmadan önceki insan”ı ve onun teorik mutluluğunu anlatıyor. İnsanoğlunun tarihin, vesikanın ve hatta teorinin ötesine uzanan, medeniyetsiz ancak bilinçli o uzun yüz bin yılları... Hiçbir ereğe ulaşamadan, hiçbir "medeni" atılım yapamadan ölüp giden binlerce nesil... Avcı-toplayıcıların handiyse sürekli bir öfori halinde yaşadığından söz edilir hep. Habeşli kız, bu çağa ağıt yakıyor; yine kimi teoriler, avcı-toplayıcıların ana-erkil sisteme yakın olduklarını iddia ederler. Şiirde erkeğin tema olduğu kısımlarda ya “nizam verilmiş” bir munislik yahut dehşet veren bir enerji patlaması var; ancak kadının olduğu kısacık bölüm, hiç düzenlenmemiş, kendiliğinden, bütün vahşiliğiyle dahi munis ve huzurlu olmayı başarmış bir manzara çiziyor. Öyleyse, Coleridge’in evrimin bulgularına bir atfı yoksa dahi, Habeşli kızın gerçekten eski ve vahşi insanı, doğayı dönüştürmeyen, ona uyum sağlayan insanı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bütün bu gürültülerin arasında sesi hala duyulabiliyor. Gelelim kimselerin gizemini keşfedemediği Alph ırmağına… Elf olabilir mi? Olabilir, ama etimolojik köküyle, çok uzaktan. Elf’in ve hatta belki bizim albızın, albino sözcüğünün vs. kökündeki “alb” ile bir alakası olduğu kesin. Herhalde, olsa olsa Alpheus ırmağıdır bu. Alpheus “ak, akçıl” demek Yunancada. Alpheus bir ırmak, hem de bir tanrının adı. Bir ırmak perisine aşık olan Alpheus, perinin kendisini bir kuyuya dönüştürmesinden sonra, kendini ırmağa dönüştürür ve denizin altından, yeraltından kendine bir yol bularak, perinin kuyusuna ulaşır. Eski Yunanlılar, Yunanistan’ın güneybatısındaki Alpheus ırmağı ile, Sicilya’nın kuzeydoğusundaki Arethusa’daki bir kuyu arasında denizin altından bir bağlantı olduğuna, ırmağa bırakılan bir cismin taa Sicilya’dan çıkacağına inanırlarmış, bu yüzden. Bütün bu özellikleri göz önüne alınınca, Alph ırmağının Alpheus ırmağı olduğu bence kesindir; dönem İngilizcesinde Yunanca özel isimlerdeki -eus, -ios eklerinin atılarak yazımın yaygın olduğunu da söylemek lazım. Homeros – Homer gibi. Öyleyse bu şiir ne anlatıyor? Kubilay, erkektir. Doğayı dizginler, dönüştürür, nizama ve hizaya sokar. Ancak bütün bu nizam, çok kırılgan bir zemine; buzdan bir zemine sahiptir ve epey kudretli bambaşka bir aktör, bu nizamı hem mümkün kılar, hem de tehdit eder. Kurulan bütün nizamlar, bir şekilde bu kudret tarafından yıkılacaktır; yıkılması da belki iyidir, bu sayede her çağda yeniden medeniyet inşa ederiz. Ancak atalarımız bize bu sonsuz döngünün, tarihin kafiyesinin ikazını yapar dururlar. Yine de, Kubilay’ın “erkek”, ata-erkil dönemi, yani müthiş sıçramaların, gelişmelerin olduğu bildiğimiz tarihi sembolize eden tarafı, o vahşiliğe çok uzak kalmak istemez, zira ancak o kontrast sayesinde kurduğu medeniyetin, verdiği nizamın bir anlamı, tercih edilebilirliği vardır. Habeşli kız ise, bu esnada güzel ve uygun olan yere göçülen, toprağa emek verilmeyen, emek verilen toprak yüzünden bin bir çile çekilmeyen döneme ağıt yakmaktadır. Şiirde, “şeytan sevgilisi için ağlayan” kadın heyulası belki de bu yüzden karşımıza çıkar, ana-erkil dönemin kadınlarının hatırası hala oralarda bir yerdedir, dizginlenen tabiatın, bir baraj gibi, olduğundan çok daha yıkıcı ve yakıcı bir kudrete erişmesi ve bu kudretten beslenen erkeklerin kendilerini bir pozitif geri besleme döngüsüne sokmaları; kadınların her şeye rağmen erkekleri sevmeleri ve erkeklerin her şeye rağmen, büyük bir gürültüyle yer altındaki o denize, yani Alpheus’un perisine ulaşmaları ve ancak öyle dinginleşmeleri… Coleridge, yine, bunu düşünmemiştir muhtemelen ama, işte insanoğlu, o kubbeyi, şiirde bahsedildiği gibi “havada”, uzayda yapmayı düşlüyor, planlıyor. Hep fay hatları üzerine kurduğumuz medeniyetin kakofonisinin içinde, artık Habeşli kızların santuru duyulmuyor… M. Bahadırhan Dinçaslan

analiz Bahadırhan Dinçaslan Hasbıhal kubilay han şiir Kubla Khan Samuel Taylor Coleridge şiir