Havuçlu Pilav

TAKİP ET

Yazıya başlamadan önce, bir süre eşyanın tabiatı kavramı üzerine düşündüm

Yazıya başlamadan önce, bir süre eşyanın tabiatı kavramı üzerine düşündüm. Sanırım yazmak istediğim konunun çıkış noktası bu olacaktı. Sonra birden, Tarık Buğra’nın “Havuçlu Pilav Meselesi” isimli hikâyesine yöneldim. Bu hikâyeyi zaman zaman açıp okumaktayım ama onda beni çeken tam olarak nedir bilemiyorum. Belki de eşyanın tabiatı üzerine düşünürken, duran şeylerin hareket etmeye, hareket edenlerin durmaya, sevginin hüzne ve hüznün yeniden sevgiye dönüşme ihtimaline takıldım. Hızlı bir duygu dönüşümünün, kısa bir süre içinde yaşandığı bu hikâyeye sürüklenmiş olmam da ondan. Eşyanın tabiatı denen olguyu incelemek için bir dini veya felsefi görüş ortaya koymak ve bunun üzerinden fikir beyan etmek mi daha yerinde olurdu bilemiyorum. Yine de ben bu kavramın bunlardan ziyade bizim hayata bakışımızla ve bu olguya yüklediğimiz anlamla ilgili olduğunu düşünüyorum. “Her limanda bir sevgili” deyişini, denizcinin tabiatı ile açıklamışız mesela. Oysa bu denizcinin kendi tabiatı mıdır, yoksa sürekli denizde olmanın onun üzerinde yarattığı bir tesirin sonucu mudur, muallâk. Yoksa her ikisi de değil de denizcinin kendisini konumlandırmak için başvurduğu bir yol mudur? En azından, bu konu üzerinde iki farklı fikir yürütmek mümkün: Hangi eşya, hangi tabiat? Fikri mülahazalarda da aynı durum söz konusu. Kişinin bir konuyu/insanı yorumlarken ve devamında bir hükme varırken izlediği yol da eşyanın tabiatı düşüncesinden azade değil. Mesela, belirli bir çevre içerisinde yetişmiş bir kişinin, herhangi bir konuda sarf ettiği söz, kişinin o çevre ile ilişkilendirilmesi neticesinde, “eşyanın tabiatı” olarak nitelendirebiliyor. Bu konudaki en yerinde olabilecek örneklerden bir tanesi, iki vezir arasındaki kanıt yarışmasını anlatan fıkra. Vezirlerden birisi eğitimin, diğeri ise asaletin önemli olduğunu savunur. Bunun üzerine bir kedi üzerinde bunu denemeye karar verirler. Aylarca vezir tarafından eğitilen kedi, elinde bir tepsi ile büyük salona girer. Tepside padişaha ikram edilecek olan içecek vardır. Bu sırada asalet önemlidir diyen vezir de olan biteni izlemektedir. Kedi gayet düzgün adımlarla ilerlerken, birden vezir cebinden bir fare çıkarır ve kedinin yoluna bırakır. Ona yaklaşan fareyi gören kedi ise elindeki tepsiyi atar ve farenin peşine düşer. Bu durumda, tabiat değişmez demek mümkün müdür? Yoksa değişen şey yeni bir tabiat kazanır ve yeni bir şeye mi dönüşür? Mesela su bulunduğu kabın şeklini aldığında bu suyun mu, kabın mı, yoksa her ikisinin ortak tabiatı mıdır? Suyun tabiatı akışkan olmaktır diyelim. Bulunduğu kabın şeklini alması da yine tabiatı gereği değil midir? Bu iki durum kendi içinde bir tezat içerir mi? Yoksa su, birden katı hale döndüğünde artık sadece “su” olarak ifade edilemez de başka bir tanıma mı ihtiyaç duyar? Yani, tabiatı değişince ismi de değişir mi? Konunun fıkıhtaki kirli su-temiz su meselesine döndüğünün farkındayım. Amacım su üzerinden bir tartışma açmak değil tabii ki. Su, sadece bir örnek. Bu tartışmayı insan üzerinden, insanın fikri üzerinden nasıl yapabiliriz? İnsanın tabiatı nedir? Öğrenmek, sorgulamak, üretmek, tüketmek, tekâmül etmek…? Biraz daha sınırlandıralım. İnsanın fikri manada değişim geçirmesi, onun tekâmüle dayalı tabiatının gereği midir? Bu değişimin sonucunda geldiği noktada, yine ilk andaki insan mıdır yoksa kendini başka bir şekilde ifade etmesi mi gerekir? Bir dönem şahit olduğum bir sosyal medya akımında insanlar hangi yaşta hangi görüşe sahip olduklarını söylüyorlardı: 15 yaşıma kadar “x”, 15-20 arası “y”, 20 ve sonrası “z” idim vb. Burada merak ettiğim husus şudur: İnsan, zaman içerisinde “z” mi olmuştur yoksa onun tabiatı zaten “z” olmaya müsaittir de tekâmülünü tamamlayarak tabiatına uygun duruma mı gelmiştir? Yani, “z” olabilmek için illa ilk iki aşamayı geçmesi mi gerekir? Direkt “z” olarak başlaması mümkün değil midir? Öte yandan, “x” ve “y” halleri kesinlikle hatalı ve eksik midir? Bunlara nasıl karar verecektir? Bütün bu sorular ve çok daha fazlası… Bu yazıda aslında bir yere varmak istiyor değilim. Amacım daha ziyade hızla akan kalabalıkta biraz durup düşünebilmemiz. Olmak istediğimiz yerde miyiz? Bu yerde huzurlu muyuz yoksa yerimizin aslında burası olmadığını mı düşünüyoruz? Mevcut durumumuzu değiştirmek için sadece bekliyor muyuz veya bir adım atma düşüncemiz var mı? Zorlandığımız anlarda “eşyanın tabiatı bu” demek bizim için bir savunma mekanizması mı yoksa bunu sadece bir alışkanlık olarak mı söylüyoruz? Yeni şeyler, her zaman “eşyanın tabiatına” aykırı mıdır? Mesela, pilav sadece şehriyeli, safranlı veya bezelyeli mi olur? Tabiatı bu mudur? Havuçlu pilav olmaz mı? Gelin deneyenlere kulak verelim:  “ - Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim.     -Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti. Gülerek:     - Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi.     - Vakit bırakmadın ki, dedim. “* Belki biz de denemeliyiz. Vakit varken… *Tarık Buğra / Havuçlu Pilav Meselesi

havuçlu pilav tarık buğra