İstanbul'dan Anadolu'ya

TAKİP ET

Güneş ufukta görünmek üzereydi

Güneş ufukta görünmek üzereydi. Muhlis Bey okuduğu Kuran-ı Kerim’i henüz kapatmış, yeni güne hazırlanıyordu. Bahçe kapısının hızla vurulduğunu duydu. Vurma şiddeti gittikçe artıyordu. Öyle ki az daha kapıyı açmazlarsa dışarıdakinin kendiliğinden avluya düşeceğine emindi. Omzuna ceketini atıp hızlıca alt kata indi. Naime Hanım da yanına gelmiş, meraklı gözlerle ona bakıyordu. “Burada kalınız” dedikten sonra hızla dış kapıya ulaştı. Dışarıdaki, ayak seslerini duymuş olmalı ki Muhlis Bey’den önce davrandı. “Benim Muhlis Bey, Hamdi!” Muhlis Bey hızla kapının sürgüsünü açtı. - Hayrola Hamdi? - Sorman Beyim. İngiliz bu sabah Şehzadebaşı Karakolu’nu basmış. Şehitlerimiz var. Atıf Bey hemen gelmenizi istedi. - İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Naime Hanım’a haber verip geleyim. Muhlis Bey yüzünde müteessir bir ifadeyle ve hızlı adımlarla yukarı çıktı. Naime Hanım’ın olan biteni merak ettiğinin farkındaydı. Onu koltuklardan birine oturttu, kendisi de karşısına geçti. Sorgulayan gözlerle kendisine bakan eşine meseleyi izah etti. - Gelen Hamdi Efendi’ydi. Bu sabah İngilizler Şehzadebaşı Karakolu’nu basmış, şehitlerimiz varmış. Benim gitmem iktiza etti. Atıf Bey çağırmışlar. Muhtemeldir ki diğer arkadaşlar da gelecek. Beni merak etmeyiniz. Naime Hanım endişeli gözlerinde karışık teessürle “Allah’a emanet olunuz” dediğinde Muhlis Bey adımını evin eşiğinden dışarı henüz atmıştı. Dönüp eşine tebessüm ettikten sonra hızlıca Hamdi Efendi’nin yanına ulaştı. Biraz daha bilgi edinmek istiyordu. - Hadise nasıl vuku bulmuş Hamdi Efendi, malumatın var mıdır? Tafsilatlı bilir misin? - Bilmem ki Beğim. Atıf Beğ sizi çağırmamı istedi. Kendisi de karakola gitti. Orada olurum, olmazsam hızla benim eve intikal ediniz dedi. Yolda gelirken duydum; derler ki dört şehidimiz var imiş. Fazlasını Allah bilir. Muhlis Bey, İngilizlerin bir süredir artan tazyiklerinden haberdardı. Her an bir şeyler olacağını seziyordu ama bu denli bir şeye pek ihtimal vermemişti. Bir şey söylemedi. Ne söyleyeceğini de bilemiyordu açıkçası. İkisi karakola kadar bir daha hiç konuşmadı.  Karakol önünde İngiliz askerleri sıra halinde dizilmiş, halkın yaklaşmasına izin vermiyorlardı. İçeride olan bitenden kimsenin tam olarak haberi olmadığı belliydi. Gözleri Atıf Bey’i arıyordu ki omzuna bir el dokundu. Ani bir hareketle dönünce göz göze geldiler. Bu Atıf Bey’di. “Maalesef dört şehidimiz, ondan fazla yaralımız vardır”, dedi müteessir bir ifade ile. “İngiliz henüz içeri girmemize müsaade etmez. Ah yavrular! Şu derme çatma yerde, silahlarına bile davranamadan, düşmana bir kurşun bile atamadan…”  Sözünü bitirememişti. Dostunun bir süredir burada bu acı manzaraya şahitlik ettiğini ve oldukça üzüldüğünü gören Muhlis Bey, oradan bir süre uzaklaşmaları gerektiğine kanaat getirdi. Yine de merak ettiği bir mesele vardı. - Kemaleddin Sami Bey? Ondan haber var mıdır? Şehit midir yoksa derdest mi etmişler? - Karakolda değilmiş. Muhtemeldir ki hem halka korku vermek hem de onu tevkif etmek arzusunda idiler. Yazık! Bu nasıl bir haldir. Muhlis Bey dostunun koluna girdi. “Sizi eve götüreyim, biraz istirahat ediniz” dedi. Bu sırada gözüyle Hamdi Efendi’yi işaret etmişti. “Hamdi Efendi burada kalır, bize malumat verir” diye ekledi. Hamdi Efendi meseleyi anlamıştı. “Tabi Beğim!” dedi. İkisi birlikte Atıf Bey’in evine doğru yürümeye başladılar. Atıf Bey’in olanlardan ziyadesiyle etkilendiğini görebiliyordu. Yaradılış olarak kararlı fakat hassas bir mizaca sahip bu İstanbul Beyefendisi için bu tür hadiseler sarsıcı idi. İçinde bir şey yapamamış olmanın üzüntüsünü hissettiğini ve bunu bir süre daha derinden yaşamaya devam edeceğini biliyordu. Yol boyunca ikisi de sessizce düşünmeyi tercih etti. Ne yapacaklarını bilmiyorlar ama bir şey yapmaları gerektiğini hissediyorlardı. Atıf Bey’in evine vardıklarında kapıyı Yahya Efendi açtı. Yahya Efendi evin emektar kâhyasıydı. Atıf Bey’in babasının yanında çalışmaya başlamıştı; şimdi de Atıf Bey’in hizmetinde idi. “Hoş geldiniz Beğim!” dedi kapıyı açıp onları karşısında gördüğünde. Atıf Bey’in eşi iki sene önce vefat etmişti. Kız kardeşi de ağabeyini tek bırakmak istememiş, buraya, onun yanına taşınmıştı. Yahya Efendi de eşiyle birlikte bahçedeki müştemilatta kalıyordu. Atıf Bey’in ailesi İstanbul’un eski ve köklü ailelerinden olduğu için kendisinin de hali vakti yerinde idi. Birlikte merdivenleri çıktılar. Ağabeyinin sabah erkenden evden çıktığını duyan kız kardeşi Ayşe Hanım da gelenleri karşıladı. Ağabeyini dikkatli bakışlarla inceledikten sonra yorgun olduğunu fark etti. “Böyle oturtunuz lütfen!” diyerek Atıf Bey’in evin geniş salonunda, pencere kenarında bulunan rahat koltuğuna oturmasına yardım etti. Pencereyi biraz aralayıp, içeriye hava girmesini sağladıktan sonra Muhlis Bey’in de diğer koltuğa oturmuş olduğunu gördü. Muhlis Bey ona yönelen bakışı fark etmişti. “Ağabeyiniz iyidir. Sadece gördükleri karşısında biraz sarsıldı. Bir müddet istirahat edince kendine gelecektir” dedi. Ayşe Hanım tam söze girecekti ki Atıf Bey’in sesini işitti. - İyiyim ben hemşire. Biraz oturayım geçecektir. Sanırım biraz bitap düştüm. Yahya Efendi’ye seslen de bize birer kahve yapsın. Muhlis Bey’le konuşmamız gereken meseleler var. Ayşe Hanım söylenmek isteneni anlamıştı. “Peki ağabey. Bir şey arzu ederseniz, ben odamda olacağım. Yahya Efendi’ye de şimdi haber veriyorum” dedi; ikisini de başıyla selamladıktan sonra odadan ayrıldı. Bir şeyleri arıyormuş veya bir haber bekliyormuş gibi bir müddet dışarıyı seyreden Atıf Bey söze girdi. - Muhtemeldir ki bu hadise münferit değildir. İngilizler, İstanbul’da toplu bir harekete kalkışacaklar demektir. Fakat mahiyeti nedir, ne kadar yayılacaktır bilemiyorum. Belki Sadaret’e kadar dahi nüfuz eder. Daha fazlası dahi muhtemeldir. Belki bir ihtar, hatta bir işgal ile karşı karşıyayız. - Haklısınız. Sabahın erken bir vaktinde bu tarz, görünürde hiçbir sebebe haiz olmayan bir hareket… Şüpheli. Mutlaka arkasında daha geniş bir şeyler olmalı. Bir süredir İngilizlerin sarayı sıkıştırdığı yönünde malumat alıyordum ama bunun fiili bir hale dönüşmesi ihtimalini bu kadar yakın görmüyordum. Yine de her şeye hazırlıklı olmak mecburiyetini bir kez daha müşahede etmiş olduk. İkili yeniden düşüncelere dalmıştı ki Yahya Efendi elinde kahvelerle içeri girdi. Her ikisine de kahvelerini ikram ettikten sonra iki adım geri attı. “Hamdi Efendi dışarıda bekler. Havadisleri varmış”, dedi. Atıf Bey elindeki kahveyi, yanındaki sehpanın üzerine koyarken “Gelsin” dedi. İkisi de merak içindeydi. Hamdi Efendi içeri girdi, birkaç adım atıp durdu, her ikisini de başıyla selamlayıp bir nefes aldıktan sonra söze girdi. - İngiliz her yana yayılmış Beğim. Derler ki Meclis’e girmiş, Mebusan’ı dağıtıp bir kısmını tevkif etmiş. Harbiye Nezareti’ni ablukaya almışlar. Halka nümayişi yasak etmişler, direnmeyin diye yazı dağıtırlar. Karakoldaki şehitlerimizi almaya müsaade ettiler ama yine nümayiş etmeden sessiz sedasız defnedin derler. Her yere, telgrafhaneye varana kadar girmeye başlamışlar. Şehri tamamen zapturapt altına almak isterler. - “Pekâlâ, Hamdi Efendi” dedi Atıf Bey. “Gidebilirsin. Fakat yeni havadisler olursa mutlaka bize malumat ver. Gidip gelirken kendini sakın. Aynı yolları kullanma. Takip edilip edilmediğinden emin ol. Başka bir satha girmiş bulunmaktayız. Temkinli olalım.” Hamdi Efendi “Başüstüne” deyip yarım baş selamı verdikten sonra odadan ayrıldı. İkisinin de tedirgin olduğu şey gerçekleşmiş, İngilizler şehirde tam bir hâkimiyet için harekete geçmişti. Bu daha fazla baskı demekti. En azından herkesin hareketlerine dikkat etmesinin gerekeceği, keyfi tutuklamaların yaşanabileceği ve artabileceği bir döneme girmişlerdi. Söze bu kez Muhlis Bey başladı. - Ne yapmak iktiza eder sizce? Burada bu işi daha fazla sürdürebilmek kabil midir? Devletin payitahtı resmen işgal altına girmiş vaziyettedir. “Sizin teklifiniz nedir”, dedi Atıf Bey bu söz üzerine. Kendisinin de henüz bir sonuca varamamış olduğu belliydi. Muhtemelen zihninden geçen bazı düşünceler vardı ama bunları bir yere bağlayamıyordu. “Siz Balkan Savaşları’nda bulundunuz. Benden daha tafsilatlı düşünebilirsiniz “ diye ekledi. Muhlis Bey biraz mahcup hissetmişti. Atıf Bey’in de maddi olarak bu dönemde çok faydalı işler yaptığını biliyordu ama kendisi bunlardan bahsetmeyi sevmezdi. Zaten bunları da kendisinden değil, el uzattığı kişilerden duymuştu. - “Olur mu öyle şey” dedi Muhlis Bey. “Hepimizin ilmi de bilgisi de müstesna. Beraber bir sonuca varabiliriz ki böyle zamanlarda meşveret en uygunudur. Benim düşünceme gelince, sabahtan beri düşünmekteyim. Niyetim daha önceki arkadaşlarım gibi Anadolu’ya geçmek. Burada olduğumdan daha faydalı olabileceğim kanaatindeyim. Tabi, sizin burada kalmanızın da daha uygu olacağı muhakkak. Hem irtibat tesis edebileceğimiz, hem de güvenip, gerektiğinde yardım alabileceğimiz birilerinin payitahtta kalması yerinde olacaktır. Sizin dostluğunuz bana her halükarda kuvvet verecektir.” Atıf Bey yavaşça ayağa kalktı. Muhlis Bey de onunla birlikte koltuğundan kalktı. Atıf Bey pencere kenarına geçti, pencerenin kanatlarını iyice açtı. Birden yüzüne çarpan rüzgârı hissedip, derin bir nefes aldı. - “Mustafa Kemal’e katılacaksınız demek” dedi. Muhlis Bey bu cümlenin bir soru mu, bir eleştiri mi olduğunu anlayamamıştı. Nasıl soracağını da bilemedi. Bu esnada Atıf Bey usulca döndü, Muhlis Bey’in yanına yaklaştı. Yüzüne yayılan tebessüm ile kadim dostunun omuzlarından tuttu. - Yolunuz açık olsun. Mevla zafer kılıcınızı keskin, mücadele kılıcınızı şüpheden uzak kılsın. Duam sizinledir. Hazırlıklarınızı tamam ediniz ve gitmeden önce mutlaka bana uğrayınız. İnanıyorum ki istiklal istikbaldedir. İki dost sıkıca birbirlerine sarıldılar. Bu belki de son görüşmeleri idi. -SON -