Karanlıkta Gelmeyen

TAKİP ET

'… Yok canım, daha neler

“… Yok canım, daha neler. Olabilir mi? Ağaç dediğin konuşur mu hiç! Sanmam. Fakat ilginç. Yani bu kadar uzamış olması. Yoksa ben yeni fark ettiğim için mi büyüyor gözümde? Son zamanlarda her şey fazla büyük sanki… Ya da bana öyle geliyor. Hem, neden vakit böyle kısa? Zamanın ucundan mı tutuyor biri? Yoksa! Yoksa saatler yanlış ölçüyor olmasın. Soğuk bir Aralık ayı ile serin bir Nisan bir mi yani? Çok saçma! Hem, hiç rutubetli bir evde on üç ay yaşadın mı sen? İnsan ayaklarını güneş zanneden bir çocukla konuştun mu, dışarı bakarken bir karışlık pencereden? Kuşları, yerde uçar sanıyordu, sokağa çıkana kadar. Sokak daha renkliydi, evdeki düğmeli televizyondan…” Yıllar sonra karşılaştıkları dostunun karmaşık cümlelerini böyle dinliyordu Ali, soğuk ve ruhsuz bir hastane odasında. Celal’in buraya gelişi nasıl olmuştu, annesi neredeydi, burada onunla ilgilenen biri var mıydı, onu dahi bilmiyordu. Geçen, neredeyse on yılın sonunda, ruh sağlığını kaybedip buraya düştüğünü dahi bir tesadüf eseri öğrenmiş; öğleden sonra izin alarak doğruca dostunun yanına gelmişti. Şimdi onun bu halini görünce, geçen yılları nasıl heba ettiğini, vefasızlık edip etmediğini düşünüyor, içinde tuhaf bir kızgınlık ve kırgınlık duyuyordu kendine karşı. Onu alıkoyan ne eşi, ne çocukları, ne de çok yoğun işleriydi. Hepsinden sonra kendine yine zaman ayırabilen bir insandı ama işte…. Celal’e zaman ayıramamış, bu isminin aksine halim-selim adamı, şimdi avurtları çökmüş bir halde, gözlerinde ara sıra parlayan ama çoğunlukla sabit bir bakışla, bu odada bulmuştu. Hikâye bir sürü kayıp parça ile dolu, bir sürü bilinmezlikle örülüydü. Ve durdukları yer, aklındaki soruların cevaplarını Celal’den alabilmek için çok daha beklemesi gerektiğini gösteriyordu. Sorunlu bir devre gibi, Celal’in beynindeki anılar zaman zaman birbirine çarpıp ortaya çıkıyor, diğer zamanlarda ise parçaları yakalayıp birleştirmek için zihni epeyce uğraştırmak gerekiyordu. Geldiğinde, Celal’i camın kenarında otururken bulmuş, bir sandalye çekip o da yanına oturmuştu. Selam verip vermediğini hatırlamıyordu ki Celal zaten o sırada konuşuyordu. Yakaladığı ve hatırladığı cümleler ise parça parçaydı. Rutubetli ev, çocuk, televizyon… Celal evlenmiş ve çocuğu mu olmuştu? Karısı yaşıyor muydu? Neredeydi? Yoksa bu esriklik haline daha fazla dayanamamış ve çocuğunu alıp evi terk mi etmişti? Bir sürü şey düşündü ama bu düşünceler çok uzun kalmadı zihninde. Celal, yeniden konuşmaya başlamıştı: “ Ekmek kokusunu hatırlıyor musun? Fırından yeni çıkmış hani. Bölüp, birazını da arkadaşına verirsin ya…” Çocukluklarını hatırlıyordu Ali. Celal’le aynı sokakta oturur, aynı okulda ama farklı sınıflarda okurlardı. Okuldan sonra sokakta çok mesaileri olmuş, bir sürü çocukça şeyi beraber yapmışlardı. Aileleri birbirleri ile çok sık görüşmese de, anneleri kapı eşiklerinde zaman zaman sohbet ederdi. Oysa onlar günün çoğunda beraberdi. Fırına gönderildikleri Pazar günleri ise ikisinden biri ekmeği mutlaka ucundan koparır ve diğerine verir; eve ucundan koparılmış, dumanı tutan bir ekmekle dönerdi. Acaba, gerçekten hatırlıyor olabilir miydi, geçen onca yılın ardından. Dayanamadı, sormak istedi: “Beni hatırladın mı Celal? Yolsapmaz’dan Ali!” Duyacağı cevabı öylesine merakla bekliyordu ki. Gözlerinin ucuyla Celal’e bakıyor ama bütün bedeni ve ruhu şu an ona dönmüş vaziyette sonucu merak ediyordu. Dudaklarını hafif kımıldattı Celal, bir şeyler söyleyecek gibi. Sonra sandalyesinde biraz doğruldu, yutkundu: “ Kuşlar buralardan çok geçmiyor artık. Belki başka yerlere taşındılar. Kim bilir, buraları sevmiyorlar belki de artık. Daha geçen, bir tane geçti şuradan. Yanında bir tane daha var mıydı hatırlamıyorum. İnce bedeninde küçük kanatlarını birkaç kez çırptı, sonra bıraktı kendini rüzgara. Zaten, buradan çok uzun izleyemiyorum kuşları. Aha, şu duvarda kesiliyor bütün manzara. Bütün hikaye şu çatıdan, o duvara...” Ali’nin baktığı yerde gördüğü manzara da tam böyleydi. Ne eksik, ne fazla. Diğer blokun kiremit döşeli çatısı manzarayı bölüyor, bu tarafta da binanın dışa doğru açılan başhekim odası, tablonun diğer yarısını tamamlıyordu. İki yerin arasında göğü gören kısa bir aralık vardı.  Çizmek istesen, bir kasvet veya umutsuzluk tablosu olabilirdi. Kaç gündür bu tabloyu görmek zorunda olduğunu bilmiyordu Celal’in. Yahut bu tabloya bakarken, neleri kaybedip zihninde, neleri unuttuğunu. O bunları düşünürken Celal yerinden kalktı, yatağına geçti, hastanenin adının yazılı olduğu battaniyesini yavaşça üzerine çekti. Diğer tarafa dönmeden önce, Ali’ye baktı. Bu, Ali’nin odaya geldiğinden beri görmediği ama bir yerlerden tanıdığı bir bakıştı: “Evet”, dedi. “Sen karanlıklarda gelmeyensin!” Ve dönüp, gözlerini kapattı. Ali’yi, uzun bir tahlilin içine bırakmıştı… “Karanlık çökmeden, birbirimize ulaşalım. Bu, birbirimizdeki dostluk hakkımızdır.”