Kılıç Hakkı ve Ayasofya Meselesi

TAKİP ET

Kılıç hakkı 'haklının güçlü değil, güçlünün haklı sayıldığı' eski dönemlerden kalma, arkaik bir hukuk normudur

Kılıç hakkı “haklının güçlü değil, güçlünün haklı sayıldığı” eski dönemlerden kalma, arkaik bir hukuk normudur. Tüm emperyalist imparatorluklar düzenlerini “kılıç hakkı” kavramı üzerine bina etmişler, ve sadece toprakları değil insan bedenlerini bile bu kavrama dayanarak ele geçirip, köleleştirmişlerdir. Tüm eski çağ boyunca egemenliğin ilahlarda olduğu, ilahların ise yeryüzünde kendilerine temsilci seçtikleri iddia edilir ve tapınaklarda ikamet eyleyen ruhban sınıfı mensupları tarafından onaylanarak, kitlelere duyurulan bu seçim sayesinde asil kandan geldiği iddia edilen monarklar mutlaki bir güçle hüküm sürerlerdi. Bu monarkların iktidarının arkasında elbette sadece ruhban sınıfının gücü yoktu, aynı zamanda birer askeri şef de olan bu monarkların asli gücü ve iktidarları kılıca dayanmaktaydı. Fetih, cihat, ganimet siyaseti monarkların askeri gücü tarafından dayatılıyor ve ruhban sınıfı tarafından da yasallaştırılıyordu, eski çağlarda dünyanın düzeni böyle işlemekteydi. Bu düzende, tüm eski çağlar boyunca insanlar  “ben asil kandan geliyorum” ve “beni ilahlar seçti” olmak üzere iki büyük yalan ile kandırılmış ve sömürülmüşlerdir. Fransız devrimi ile birlikte eski çağlar sona erdi; başlayan modern, hümanist çağ ile birlikte egemenlik ilahlardan insanlara geçti, seküler düzenler tesis edildi! İlahi egemenlik kavramı yerini “insani egemenlik” ve “milli irade” kavramına bıraktı, “kılıç hakkı” yerine “insan hakkı” kavramı geçerli temel ilke oldu. Bu dönemde tüm dünyaya egemen olmaya başlayan Milliyetçi ideoloji; monark ve ruhban sınıflarına karşı, insani egemenlik talebi ile ortaya çıkan, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve milli iradenin geçerliliğini savunan bir ideolojidir. Milliyetçiler tüm dünyada asil sınıfların, monarkların egemenliğine, iktidarlarına ve düzenlerine karşı savaşmış; milli egemenliği adeta, söke söke tesis etmişlerdir. Bir çok toplumda bu değişim oldukça şiddetli ve kanlı olmuşken; bizim topraklarımızda egemenliğin el değiştirmesi bir iç savaş yaşanmadan, kardeş kanı dökülmeden, işgalci emperyalist güçlere karşı kazanılan Kurtuluş Savaşı sonrasında ve sulh içerisinde gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet'in kurulması ve saltanatın kaldırılması ile birlikte bu topraklarda Osmanlı hanedanının egemenliği sona ermiş, milli egemenlik tesis edilmiş ve milli irade hayata geçirilmiştir. Cumhuriyet'in kurulması ile birlikte Osmanlı sülalesinin Türkiye Cumhuriyeti topraklarında herhangi bir egemenlik hakkı kalmadığı gibi mülkiyet ve vatandaşlık hakları dahi ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı hanedanı üyeleri vatandaşlıktan çıkartılmış ve mülkleri de kamulaştırılmıştır. Sözün özü Cumhuriyet'in kurulduğu tarih itibari ile bu topraklarda Osmanlı ailesinden herhangi bir kişinin bırakın iktidar, egemenlik ya da kılıç hakkını, mülkiyet hakkından bile bahsetmek mümkün değildir. İllaki birileri bir kılıç hakkından bahsetmek istiyorsa da bu durumda kılıç hakkı artık Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyetinindir! Sonuç olarak Cumhuriyeti kuran Kuvayı Milliye güçleri hem işgalciler ve hem de Osmanlı iktidarı ile savaşarak zafere ulaşmış, egemenlik ve iktidarı hem işgalci güçlerden ve hem de Osmanlı ailesinden söküp almış, Türk milletine teslim etmiştir. O gün bu gün bu topraklarda egemenlik de irade de kayıtsız ve şartsız olarak Türk milletine aittir ve Türk milleti egemenliğini de anayasal temsilcileri eli ile kullanır. Bu egemenlik üzerinde herhangi bir kayıt, şart ya da vesayet hiç bir şekilde kabul edilemez. Bunu iddia etmek de buna girişmek de anayasal bir suçtur! Bu topraklarda bulunan, devletin mülkiyetinde bulunan ve özel mülkiyete konu olmayan her mülk üzerinde tasarruf etme hakkı da tamamı ile milli irade tarafından belirlenmiş iktidara aittir. Ayasofya meselesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir! Ayasofya Konstantinapolis'in Fethi ile birlikte Fatih tarafından kurulan bir vakıf mülkiyetine alınmıştır. 19 Kasım 1936 tarihinde düzenlenen tapu evrakında Ayasofya Camii'nin sahibi Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı görünüyor. Bilindiği üzere Selçuklu ve Osmanlı döneminde kurulmuş olan ve bugün yöneticileri hayatta kalmayan vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından temsil ve idare edilmektedir, bu vakıf da tüm diğer Osmanlı ailesine ait vakıflar gibi vakıflar genel müdürlüğünün idaresine bırakılmıştır. Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa edilmiş bir patrik katedralidir. Kilise olarak inşa edilen ve Fatih tarafından camiye çevrilen Ayasofya, Cumhuriyet'in ilanından 1935 yılına kadar cami olarak kullanılmış ve 1935 yılında alınan bir bakanlar kurulu kararı ile müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. İktidarın kaynağının uhrevi olduğu iddia edilen güçlere değil, milli iradeye dayandırıldığı Türkiye Cumhuriyetinde Ayasofya ya da başka bir dini mekan asla bir iktidar simgesi ya da sembolü de değildir; Ayasofya sadece dini geçmişi, tarihi ve sanatsal değeri olan antik bir yapıdır. Ayasofyanın müze yapılmasına yönelik alınan karar milli irade ve milli egemenlik ilkeleri çerçevesinde, o günkü koşullarda ve uluslararası ilişkiler de düşünülerek verilmiş bir karardır. Osmanlı'dan kalan Selimiye, Süleymaniye, Fatih ya da Sultan Ahmet camileri gibi bir çok cami ibadete açık dururken Ayasofya hakkında böyle bir karar niye verilmiştir diye düşünmek, sorgulamak lazım. Mesela biliyor musunuz o yıllarda İspanya'da yaşanan iç savaş koşullarında egemen olan koyu Katolik, İspanyol milliyetçisi güçler tarafından Endülüs Emevi Devletinden kalma İslami eser ve camilerin yok edilmesine ya da dönüştürülmesine yönelik çok ciddi bir tehdit vardı. Bu tehdidi engelleyebilmek için Türkiye'nin İspanya büyükelçisi ve Mustafa Kemal'in özel önem verdiği bir diplomat olan Yahya Kemal'in de çabaları sayesinde Türkiye ve İspanya arasında varılan bir sözlü mutabakat ve centilmenlik anlaşmasından bahsedilmektedir. Ayrıca hemen 2. Dünya Savaşı öncesindeki  bu dönemde Mustafa Kemal, Franko'nun Hitler, Mussolini blokuna katılmasını engellemeye çalışmaktadır, böyle bir jest yapılmış olması da yönetimin ikna edilebilmesi için son derecede mantıklı bir adım değil midir? Diğer yandan Hitler ve Mussolini ordularının saldırı olasılığına karşı Balkan Paktının kurulabilmesi ve Yunanistan'ın da bu pakta katılmasını temin edebilmek amacı ile yapılmış bir iyiniyet adımı olduğunu Demokrat Parti'nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar söylemektedir. Bu çerçevede Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi ile ilgili en önemli kaynaklardan biri Celal Bayar’ın anlattıklarıdır. 1934 yılı Türkiye’nin İtalyan tehdidine karşı Balkan ülkeleri ile birlikte bir pakt kurma çalışmalarının olduğu yıldır. Bu çerçevede Atina’ya giden Celal Bayar’a Yunan Başbakanı Türkiye’nin bu pakta dahil olmaları için bir jest yapmasının kamuoyunu ikna etmek için önemli bir fayda sağlayacağını ifade etmiştir. Bu jest ise Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi idi. Sonuç olarak Ayasofya'nın müze yapılmasına yönelik alınan karar o günün koşullarında alınmıştır. Bugün yeni verilecek yeni bir karar ile Ayasofya'nın müzeden camiye, kiliseye ya da sanat galerisine dönüştürülmesinin önünde herhangi bir hukuki ya da siyasi engel de bulunmamaktadır. Böyle bir yeni kararın laik düzene aykırı olacağına yönelik bir değerlendirme de tamamen rasyonaliteden uzaktır. Bu çerçevede Türk milliyetçilerinin Ayasofya konusunu değerlendirirken odak merkezine milli egemenlik kavramını koyarak değerlendirmesi çok daha doğru olacaktır. Murat Özbülbül

Ayasofya cumhuriyet ibadet İnsan hakları kılıç hakkı milli irade monarşi müze saltanat