Mansur Başkana Bir Ankaralı Mektubu

TAKİP ET

"Sürdüğüm şu hayatı düşünüyorum: Baştan sona bir yalnızlık çölü; dışarıdaki yeşil dünyanın şefkatinin yalnızca bir zerresini içeriye alan, bir kaptanın seçkinliğinin tuğlayla örülmüş, surlarla kuşatılmış şehri

"Sürdüğüm şu hayatı düşünüyorum: Baştan sona bir yalnızlık çölü; dışarıdaki yeşil dünyanın şefkatinin yalnızca bir zerresini içeriye alan, bir kaptanın seçkinliğinin tuğlayla örülmüş, surlarla kuşatılmış şehri. Ah şu yorgunluk, ağırlık!"

Ahab, Moby Dick

Sayın Başkanım, Türkiye’de aşina olduğumuz bir şehir manzarası vardır: Bomboş parklar, sair meslek gruplarına ayrılmış ancak kullanılmayan yerleşkeler, absürt noktalarda bakımsızlıktan dökülen şehir anıtları… Sözgelimi, İç Anadolu’da her seyahat ettiğimde, vaktiyle belediyesi milliyetçiler tarafından yönetilmiş olan her şehrimizin ya girişinde, ya çıkışında bir Türk Devletleri Anıtı görürüm. Küçük şehirlerde bu anıt çoğu zaman eski Türk devletlerinin kurmaca bayraklarının yan yana dizilmesi ve ortaya belki bir Atatürk büstünün dikilmesiyle kurulur. Biraz daha parası olan şehirlerimizde belki bu devletlerin en önemli başkanlarının mutasavver suretlerinin büstlerini de görürsünüz. Fakat bu şehrin uzağında, metruk ve ziyaretçiye hasret anıtlar o kadar yaygındır ki, bir “örüntü” fark edersiniz. Ben bu örüntüyü fark ettiğimde, aklıma vaktiyle gördüğüm “Herhangi Bir Avrupa Şehrinin Haritası” isimli karikatür gelmişti. Çizim yeteneğim olsa bundan mülhem “Herhangi Bir İç Anadolu Şehrinin Haritası”nı çizebilirdim. Şehrin girişi yahut çıkışında bir Türk Devletleri Anıtı, şehrin girişinde yerleşim yerinin meşhur bir ürünü, özelliği varsa ona adanmış, oldukça absürt biçimli (ceviz, armut hatta bazlama suretinde) bir heykel, Selçuklu yahut Osmanlı zamanından kalmış bir estetik cami, bir sürü çirkin, dikdörtgen formlu bina ve AKP hükumeti zamanında yapıldığını bir iki “islami” motifin alakalı alakasız kullanımıyla göstererek maksadı hasıl olmuş bir belediye binası/hükumet konağı. Pekala niye böyledir? Onca para dökülen, anlam yüklenen şehir anıtları neden metruktur da, hiç beklenmedik yerler şehrin cazibe/toplanma merkezi oluverir? Cevabı herhalde Hume’un eski fakat ölümsüz tespitinde: İnsanoğlu rasyonel bir varlık değildir. Duygusal ve çelişik bir varlıktır. Juval Portugali buna dikkat çekiyor: Rasyonel varsayımlarla, ekonomik öncelikleri gündeminize alarak hareket ettiğinizde, davranış ve niyet arasında bir nedensellik olduğunu düşünürsünüz. Ancak çoğunlukla yanılırsınız. Vaktiyle merkezi planlamanın çöküşü de bu yüzdendi: Bir avuç politbüro üyesinin tespit ettiği ihtiyaçlar ve yüklediği sorumluluklar her zaman idealize edildiği gibi sonuçlanmıyordu. Bizim irfanımızda bu duruma dair mütevazı bir deyim vardır: Evdeki hesap, çarşıya uymaz. (Tabii Türkiye özelinde bu anıtların, parkların, giriş kapılarının çoğunun yolsuzluk amaçlı yapıldığını da söylemek lazım. Ancak öyle olmasa bile, iyi niyetli her iş iyi sonuç almıyor.) Sayın Başkanım, Size hitaben yazdığım ancak bu işlere meraklı herkesin okumasını istediğim bu mektup, bir yandan siyasi baskı, diğer yanda ekonomik tecritle uğraşırken belediyecilikten de ödün vermemeyi odağına almış mücadelenize, bir felsefi bakışın katkısını sunmak içindir. Bizim yaşadığımız sorunları dünyanın başka yerlerinde de yaşamışlar ve bunlara dair teoriler ortaya atmışlar. Daha küçük bir yerleşim biriminden bir başarı hikayesiyle gelip, daha geniş bir yerleşim biriminin belediye başkanlığını alan şahsınız, vaktiyle dünyada ciddi tesir ve reaksiyon yaratmış bu bakışın kimi önerilerini, modern imkanlarla harmanlayarak uygulamak için biçilmiş kaftandır. Emergence diye bir teori var, bu tabirin henüz oturmuş bir Türkçe karşılığı yok, ancak zuhur etme, sudur etme diyebiliriz. Buna göre, küçük birimlerin arasındaki basit ve çoğunlukla sığ etkileşim, büyük ve kompleks bir “olgu” yaratır. Sözgelimi insan zihni böyledir, karınca kolonileri de öyle. Tek bir sinir hücresi yalnızca tek bir elektrik akımı iletir – ya da iletmez. Bütün iletişimi bundan ibarettir. Ancak milyonlarca sinir hücresi bu basit ve tek yönlü etkileşimi gerçekleştirdiğinde, kendisini teşkil eden küçük birimlerin özellik ve kapasitesine hiç benzemeyen büyük bir olgu doğar: İnsan zihni. Karınca kolonilerinde de, bir “merkezi planlama” yoktur. Karıncalar, feromon dediğimiz basit kimyasal “koku”larla, basit mesajlar verirler. “Tehlike”, “yemek”, “keşif” gibi basit anlamlara gelen bu kimyasal kokular, binlerce karınca tarafından farklı kombinasyonlarda verildiğinde, ortaya “akıllı ve tek bir organizmaymışçasına hareket eden” karınca kolonisi çıkar. Steven Johnson, “Emergence” başlıklı kitabında tam olarak bu yüzden karıncaları, insan zihnini, yazılımları ve “şehir”i birbiriyle ilintili olarak ele alıyor. Şehir de böyledir, şehirler merkezi planlamadan çok, şehri teşkil eden unsurların basit, çoğu zaman sığ etkileşimlerinin şehre şekil vermesiyle ortaya çıkıp evrilirler. Johnson’un verdiği örneklerden biri oldukça ilgi çekicidir: Manchester şehri, sanayi devrimiyle “şehir” olmuş bir yerleşim. 1773’te 24.000 olan Manchester nüfusu, 1850’de 250.000 olmuş. Yetmiş beş yılda on kata ulaşan bir artış. Artış o kadar hızlı ki, İngiliz yerel yönetimler yasaması, Manchester’ın nüfusuna oranlı statü değişimlerini çok sonraları yapabilmiş, Manchester uzun bir süre hak ettiği parlamento temsilini bile elde edememiş. Böyle bir patlama, elbette planlamayı imkansız kılacaktır, fakat Manchester gelişigüzel, biçimsiz bir yığın halinde değildir: İşçi sınıfı semtleri, zengin semtleri vs. kendiliğinden oluşmuştur. Bu kendiliğinden oluşan semtleri ve şehir teşekküllerini düzenleme, sevk ve idarede ise, karşımıza Johnson’un da referans verdiği, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında hayli tartışmalar yaratmış Jane Jacobs çıkıyor. Jacobs, görünürde “istenmeyen” durumlar ortaya çıktığında, merkezi planlamacı ve ekonomist yaklaşımla şehirde değişiklikler yapıldığında çıkacak sonucun hiç de istendiği gibi olmayacağını söylüyor. Sözgelimi gecekondu semtlerini kentsel dönüşüme tabi tutup değiştirdiğinizde, dev bloklarla örüp “şehirleştirdiğinizde”, suç oranını azaltmıyorsunuz. Aksine, hem eski suç oranını daha yoğun bir şekilde iskan ediyor, hem de bölgede yaşayan toplumun sosyal bağlarını iyice zayıflatarak suçun artmasına sebep olabiliyorsunuz. Jacobs’un “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Hayatı” başlıklı eseri temel kitap olmak üzere, yukarıda değindiğim örnek ve bakışların hepsini ihata eden felsefenin adı, “Kendini Organize Eden Şehir.” (Buraya bir not eklemek gerekiyor. Şükrü Karatepe’nin “Kendini Kuran Şehir” kitabı, ülkemizde bu tarza örnek olarak verilebilirse de, kitap daha çok ekonomik yerelliğe bakıyor, bu anlayışa yakın olan yalnızca ismidir.) Bu felsefe, yukarıdan aşağıya inen bir örgütlenme yerine, aşağıdan yukarıya örgütlenen bir şehri önceliyor. Bunun gerçekleşebilmesi açısından belli kaideler var, bunları sıralayacak olursak: Daha çok olan, farklılaşır. Cehalet iyidir Rastgele karşılaşma iyidir Örüntüler ara Komşularına dikkat et Bu kaideler Johnson tarafından ortaya konan, özellikle karınca kolonilerinin nasıl akıllı bir organizmaymışçasına hareket edebildiğini açıklayan maddeler. Açıklaması basit, iki karıncadan bir koloni olmaz, dolayısıyla bir eşik değeri vardır. Bir köy şehir değildir, şehir olma eşiğini nüfus olarak geçmek, şehri toplam nüfusları şehir kadar eden birbirine yakın köylerin toplamından farklı bir şeye dönüştürür. Cehalet iyidir maddesinin kastı ise başka: Her bir ünite, oluşturduğu büyük resmin tamamına hakim olmak zorunda değildir. Yalnızca kendi işlevini yerine getirse bu yeterlidir. Rastgele karşılaşmalar, etkileşimlerin yerel kalıp büyük “sistem”i oluşturmadan sönmesini engeller. Örüntüler, yani tekrar eden motifler, etkileşimler, kalıplaşmış davranışlar, sistemi teşkil eder. Komşular “diğer”in mesajını bireye ulaştırır, bireyin mesajının da “diğer”e ulaşmasının yolu komşulardır. Jacobs’un bu kaidelere uygun olarak ortaya attığı şehir planlaması bakışını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Fakat bir örnek vermek gerekirse Jacobs’un anlayışı kaldırımları merkeze koyar, sağlıklı işleyen bir şehrin en önemli unsurunu kaldırım olarak görür ki, Johnson’un yukarıda sayılan beş kaidesiyle uyumludur. Jacobs’un yalnızca parklar, işlevleri ve nasıl konumlandırılmaları gerektiğine dair iddiaları dahi ayrı bir analize layıktır. Pekala bütün bunlar ne anlama geliyor? Şehri bir merkezdeki karar alıcıların rasyonel yahut keyfi kararlarıyla tanzim ettiği sistemler, endüstri ve ardından finans devrimiyle değişen Batı şehirleri için ciddi sıkıntılar yaratmıştı. Jacobs gibi aktivist-düşünürlerin dengeleyici iddiaları sayesinde, vaktiyle genelev semti olan SoHo, örneğin, korunabilmiş, bir dönem Amerikan kültür-sanat hayatının başkentliğini yapmıştı. (Bizim Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşümü aklınıza getirin.) Bu bakış, bu felsefi omurga yerel yönetimin stratejisinde bir yer edinirse, bütün eylemler buna uygun gerçekleştirilirse, sonuç oldukça şaşırtıcı olacaktır kanaatindeyim. Zira şu sıralar önünüzde duran en büyük sorun, “halkın belediyecilik anlamında tatmin edilmesi”dir, halkta “bu adam iyi belediyecilik yapıyor” fikrinin yerleştirilmesidir. Yolsuzluğun kesilmesi ve belediye bütçesinin belediyecilik faaliyetlerinde kullanılmaya başlaması iyi ve güzel bir adım, ancak çok iyi bir su şebekesi kurmak yahut fen işlerinin bir alanında harikalar yaratmak yeterince “görünür” değildir. Halkta bu tatmini sağlamak için, onu anlayan ve aşağıdan yukarıya organizasyonu temel gören bir anlayışı yerleştirmek etkili olacaktır. Üstelik, yukarıda “modern imkanlar”dan bahsetmiştim. Bu modern imkanlardan kastım, “big data”dır. Johnson ve Jacobs’un prensiplerine göre yapılacak bir belediyecilik, basitçe “kendiliğinden oluşan”ın takibi ve ona göre, ona uygun müdahaleler etmeyi prensip haline getiriyor. Bu gözlem eskiden çok daha zordu, ancak şimdi insanı korkutacak derecede kolaydır. Belediyenin telekomünikasyon şirketleri ve sair veri havuzlarıyla, kişisel verilerin korunması kanununu ihmal etmeyen anlaşmalar yaparak Ankaralıların nerde ne yaptığını takip etmesi oldukça kolay. Gençler nereye gidiyor, kadınların davranış “örüntüleri” nelerdir, millet kıraathaneleri emeklilerin yoğun olduğu yere mi yapılmış? Bütün bu soruların cevabını basit bir veri satın alımı ve işlemesi verecektir. Sözgelimi, su satışlarının yoğun olduğu yerlerin bilgisi bu şekilde alınabilir. Eski bir geleneğimizdir, “hayrat.” Su satışlarının yoğun olduğu yerlere küçük, estetik biçimde inşa edilmiş çeşmeler yapılabilir. Hatta hayrat modeli çerçevesinde bunların finansmanı, hayrata adını verme karşılığı hayırseverlere yönelik bir kampanyayla sağlanabilir. Bu küçük, oldukça detay ve hatta gereksiz görülebilecek örnek dahi, anında halk zihninde bir algı yaratacaktır. Büyük planda, şehrin parklarının nereye yapılacağı, şehrin neresinde neye ihtiyaç olduğu bu sayede izlenerek oldukça isabetli çözümler getirilebilir. Bu, bahsettiğim teorik çerçeveye, pratik bir inovasyonu eklemleyerek, dünya çapında adından söz ettiren bir belediyecilik hikayesinin reçetesi olabilir. Sayın Başkanım, Vaktiyle size ifade ettiğim gibi, bir Türk milliyetçisinin başarılı olması, yeni nesiller açısından büyük önem taşıyor. Dolayısıyla sizin başarınız için çalışmayı bir ideolojik vazife olarak görüyorum. Yukarıda bahsettiğim meselelere hiç değilse bir göz gezdirmeniz temennimdir. Danışmanlarınıza, uygun bir birime saydığım kaynakları çalışmak ve özetini çıkarmak görevi verebilirsiniz. Arkasında böyle iyi çalışılmış, akıllı ve yaratıcı bir felsefenin olduğu belediyecilik, halihazırda siyasi tatmin yaratmışken bir an evvel yaratmak zorunda olduğunuz “icraat tatmini”ni mümkün kılacaktır. Saygılarımla, M. Bahadırhan Dinçaslan

Bahadırhan Dinçaslan Belediyecilik Emergence Jane Jacobs M. Bahadırhan Dinçaslan mansur yavaş Mektup muhammed bahadırhan dinçaslan Steven Johnson Yerel Yönetimler