Nedir Bu Milliyetçilik: Teorik ve Epistemolojik Kapsam

TAKİP ET

Günümüzün ulus-devletleri insan biyolojisi ve insan psikolojisinin ebedi parçası değiller

Günümüzün ulus-devletleri insan biyolojisi ve insan psikolojisinin ebedi parçası değiller. Aslında ulus-devletler oldukça yakın tarihte ortaya çıkmış yapılardır. Bu devletlerdeki ulusal sadakat ve grup bilinci çok eskiye dayanıyor. İnsan ırkının, milyonlarca yıl küçük gruplar halinde yaşaması münasebetiyle ‘grup sadakati’ insan genlerine işlenmiş durumda. Neandertaller ve hatta arkaik Homo Sapiens dahi sayıları en fazla 200’e dayanan küçük gruplar halinde yaşadılar. Bu küçük gruplarda grup üyelerinin tamamı birbirini tanıyor ve grubun yaşamını sürdürdüğü bölge, her grup üyesi tarafından ezbere biliniyordu. Ancak bugünün ulus-devletlerinde yaşayan bir kişi, kendi milletine mensup olan nüfusun 99% unu tanımıyor ve vatan olarak addettiği coğrafyanın çok büyük bir kısmını hayatı boyunca görmedi ve muhtemelen görmeyecek. Grup sadakatine benzer bir yaklaşımı, Ibn-i Haldun, meşhur Mukaddime eserinde ‘asabiyet’ kavramı ile açıklıyor ve Berberi kavimleri grup sadakati temelinde, bu konsepte örnek gösteriyor. Milliyetçilik teorisinin insan ırkının biyolojik temellerine dayalı olarak, çok daha önceden var olduğu ve tamamen doğal bir fenomen olduğu savını ileri sürmek niyetiyle, grup sadakati çerçevesinde değerlendirilebilecek örnekler milliyetçilik olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Ancak görüldüğü üzere temelde iki kavram ciddi farklılık göstermektedir. Bu yaklaşımı Galileo’nun 1610’daki keşfi ile mukayese etmek mümkün. Ptolemaios teorisine göre, Dünya evrenin merkezi olarak kabul edilmekteydi. Galileo’nun 1610’da yayınlanan Sidereus Nuncius adlı eseri, bu Geosantirist (yer merkezi) yaklaşımın yanlış olduğunu kanıtlayarak, insanoğlunun evrenin merkezinde olmadığını kanıtlamıştı. Aristoteles ve Ptolemaios’un öngörüsünün hatalı olduğunun ortaya çıkması ile birlikte, insanoğlu evrenin merkezinde olma namını kaybetti. Ve bugün her millet kendini dünyanın merkezinde olarak addetmekte, tıpkı bir zamanlar insanoğlunun evrenin merkezinde olduğunu addettiği gibi. Dolayısıyla milliyetçi teori, insan ırkının evrensel kapsamda kaybettiği ününü, küresel kapsamda yeniden diriltmiştir. Modern Avrupa devletlerinin tarihsel kökeninde yatan Roma geleneği ve Hristiyanlık, Antik Yunan ve Antik İsrail’e kadar gitmektedir. Bu iki medeniyetin temelinde yatan spesifik faktörler, modern milliyetçilik fikrini karakterize etmiştir. Eski Ahitte Yehova, İsraillilere aralarındaki işbirliğini artırarak kuvvetlendirme ve yaşadıkları bölgeye önem atfetmelerini öğütlüyor. Kolektif yaşam, grup sadakati ve üzerinde yaşanılan topak parçası fundamental faktörler olarak, ‘seçilmiş toplum’ fikri temelinde kutsallık kazanıyor. Nitekim Yehova, İsmail’e vadeliden toprak parçası İsrail, olmadan Yahudilerin diğer milletler arasında bir alay konusu olacağını söylüyor. Öte yandan Antik Yunan’da öz bilinç oldukça erken dönemde oluşmaya başlamış ve tarihsel süreçte gelişim göstermiştir. Truva Savaşı, bu kapsamda başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Homeros’un anlattığı kadarıyla Truva Savaşında Yunanlar ile barbar olarak addedilen diğer toplumlar arasında keskin bir ayrım yoktur ancak Truva Savaşı ile birlikte, geriye dönük olarak Yunan kimliği yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Ve sonraki dönemde bu ayrım gittikçe keskinleşmiştir. Platon, Devlet eserinde Yunanların kendi arasındaki savaş için farklı ve Yunanlar ile öbür halklar arasındaki savaş için farklı kelime kullanmıştır. Yunanlarda toprak parçası Yahudilerde olduğu kadar kutsallaşmadı ama Yunan toplumu ve Yunan toprağı arasındaki bağlantı kurulmuştu. Nitekim Euripides’in Fenikeli Kadınlar adlı eserinde şöyle bir konuşma geçmektedir: Jakosta: Memleketini kaybetmek nasıl bir şeydir? Büyük bir kayıp mıdır bu? Polyneikes: En kötüsü. Kelimeler bunu açıklayamaz. Üstün Yunan toplumu anlayışı, diğer bütün toplumların barbar olarak nitelendirilmesi ve Yunan toprağına manevi önem atfedilmesiyle milliyetçiliğin bugün barındırdığı prensiplerin bir kısmı varlık göstermeye başladı. Ancak altını çizmekte fayda var ki, ne İbn-i Haldun’un asabiyet kavramı ne de Antik Yunan ve Antik İsrail’deki toplum-toprak anlayışı bir milliyetçilik örneği değildir. Bugünkü manası ile bildiğimiz modern milliyetçilik, Alman romantizmi ve Fransız İhtilalinin yaydığı özgürlükçü fikirler çerçevesinde şekillenmiştir. Dolayısıyla Fransız İhtilali sürecini hazırlayan kitleyi etkileyen J. J. Rousseau ve Immanuel Kant gibi düşünürlerin çalışmaları milliyetçi yaklaşımın kökenleri itibariyle önem atfetmektedir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde genel irade kavramını ortaya atarak, kolektif fayda uğruna bireysel faydadan vazgeçilmesi gerektiğinin vurgulamıştı. Kant ise özgür irade ile erdemi bir tutarak, ikisinin de Tanrının buyruğuna bağlı olmadığını öne sürdü. Elie Kedourie bu yaklaşımı ‘özgürlüğün devrimsel tanımı’ olarak beyan etmişti. Ve Kant’ın öğretileri, politik sorunlara yeni bir boyut kazandırarak Alman entelektüeller arasında popülarite kazandı. 18. yüzyılda ana dilin önemine değinen ve bir milletin sahip olduğu en değerli varlık olarak niteleyen Johan Gottfried Herder, Aydınlanma ve Alman romantizmi arasındaki bağlantıyı sağlamıştır. Milliyetçiliğin en karakteristik başlangıcı olarak kabul edilen Fransız İhtilaline bakacak olursak. Bugün itibariyle milliyetçi teoride temel olarak değerlendirilen ortak tarih, ortak dil, ortak coğrafya gibi faktörlerin kaçta kaçı Fransız Devriminde etkiliydi?  1789’da Fransa’nın ne kadarı Fransızca konuşuyordu; ana dil ne kadar önemliydi? Aslıda Fransız ulusu devrimde sonra kurulmuştur. Eugen Weber’in meşhur romanının adı gibi halk ‘Köylülerden Fransızlara’ dönüşmüştür. Tren yolu ve okulların köylere ulaşmasıyla Fransızca öğrenimi yaygınlaşmıştır. 18. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan ve 19. yüzyılda şekillenen bu mülahazalar, 20. yüzyılda tüm Avrupa’da zirveye ulaşmış ve Doğu Avrupa’da Osmanlı İmparatorluğu yönetimindeki Balkan halklarının milliyetçilik ateşiyle bağımsızlıklarını kazanmaları ile sonuçlanmıştı. Bugün itibariyle ABD ve Batı Avrupa dâhil olmakla beraber dünya politikasında yeniden yükseliş eğilimi gösteren milliyetçilik teorisi, toplumsal düzlemde hala daha çoğunlukla yanlış anlaşılmakta. Irkçılık, patriotizm (vatanseverlik) ve milliyetçilik birbiri ile karıştırılmakta ve hatta bir tutulmakta. Vatanseverlik ve milliyetçilik her ne kadar iç içe geçmiş terimler olsa da, ontolojik ayrımının yapılması gerekmekte. Vatanseverlik, topluma karşı duyulan ‘bireysel’ duygulardan müteşekkildir. (Ülke ile gurur duymak). Ancak milliyetçilik, devlete karşı duyulan ‘kolektif/grup’ duygusundan müteşekkildir. (Devletin milleti yönetmesine yönelik istek). [Vatanseverlik bireysel bir duygu iken milliyetçilik bireysel olarak varlık gösteremez, kolektif bir duygu çerçevesinde şekillenen politik bir yaklaşımdır] Yani vatanseverlik politik olmak zorunda değilken, milliyetçilik tanımı itibariyle politik olmak zorundadır. Popülaritesi ve kuvvetli etkisine rağmen milliyetçilik, diğer teoriler gibi büyük düşünürler üretememiştir. Milliyetçiliğin Hobbes, Marx veya bir Tocqueville’si olmamıştır. Ve milliyetçi teorinin gelişim süreci içerisinde, milletler milliyetçiliği değil, milliyetçilik milletleri oluşturmuştur. Netice itibariyle milliyetçilik, gökten inmiş, ölmez, değişmez ve dogmatik bir görüş değildir. Toplumların tarihi geçmişine tam anlamıyla cevap veren ve oldukça esnek bir yapıya sahip olması ile beraber, hükumetler tarafından halk arasında popülarite kazanmak ve hatta tahakküm kurmak noktasında kullanılmış ve kullanılmaktadır. Dünya politikasının mevcut seyri çerçevesinde milliyetçiliğin güç kazanacağı ve muhtemelen bir asır daha etki potansiyelini koruyacağını söylemek mümkün. Ozan Çiftci

Elie Kedourie Fransız İhtilali İbn-i Haldun Immanuel Kant ırkçılık J. J. Rousseau Johan Gottfried Herder milliyetçilik vatanseverlik