Osmanlı'da Köle Ticareti

TAKİP ET

Bizim insanımızın aklına köle ticareti denilince daima Afrika'dan gemilere yüklenip Amerika'daki pamuk çiftliklerine ya da şeker kamışı plantasyonlarına götürülen zenci köleler gelir

Bizim insanımızın aklına köle ticareti denilince daima Afrika'dan gemilere yüklenip Amerika'daki pamuk çiftliklerine ya da şeker kamışı plantasyonlarına götürülen zenci köleler gelir. Oysa köle ticareti tarih boyunca hemen her devletin bulaştığı, normal karşıladığı ve hukuki olan bir ekonomik faaliyetti. Bu çerçevede Osmanlı da hem köle çalıştıran ve hem de köle ticareti yapan bir kölecil bir sisteme sahipti. Hepimiz saraylarda bulunan hadım ağalarını yani hadım edilmiş köleleri biliriz de Osmanlı'nın kölecil yapısını pek bilmeyiz. Osmanlı haremindeki padişah ve şehzade eşlerinin hemen hepsi o ya da bu şekilde elde edilmiş köle kadınlardan oluşmaktadır. Bu diğer saraylarda ve diğer kölecil sistemlerde görülmeyen bir özelliktir. Padişahların nikah kıyma zorunluluğu ya da adeti de yoktur. Haremde sadece köle kadınlar yani cariyeler yoktu, harem işlerini görmek ve burada kullanılmak üzere erkek çocukları da hadım edilerek hareme alınıyordu. Çocuk yaştaki zenci ya da beyaz kölelerin hadım edilmesi geleneği tarihin gördüğü en barbar kölelik uygulamalarından birisidir. Bunlar beyaz ırktan hadımlar “akağalar” ve zenci ırktan hadımlar “karaağalar” olmak üzere iki ayrı sınıftı. Akağalar sarayın Enderun bölümünün başladığı yer olan ve Bâbüssaâde denilen kapısında görevli olduklarından kendilerine Bâbüssaâde ağaları unvanı verilmişti. Amirleri olan Bâbüssaâde ağası, aynı zamanda bütün Enderun ve Harem görevlilerinin de amiriydi. Asıl harem kısmında yani sarayın kadınlara ait bölümünde ise siyah hadımlar “karaağalar” kullanılmıştır. Osmanlı'da sadece zenci değil beyaz ırktan insanların da köleleştirilmesi yasaldı. Köle miras olarak da bırakılabilen bir mülktü. Köle sahibi erkeğin, cariyesinden doğan çocuğun babası olduğunu kabul etmesi halinde, çocuk statüsünü babasından alıyor ve özgür oluyordu. İleride de mirastan varsa diğer kardeşleri gibi eşit pay alıyordu. Eğer köle sahibi çocuğu kabul etmez yada çocuk köle sahibinden değil de bir başka erkektense bu durumda da çocuk statüsünü anneden alıyor ve köle oluyordu. Azat edilmedikçe de annesi gibi satılabilir, bir başkasına hediye edilebilir bir mülke dönüşüyordu. Esirciler olarak adlandırılan ve Osmanlı topraklarında köle ve cariye ticareti yapan kişiler özellikle I. Murad döneminden itibaren görülmeye başlanmıştır. Savaşların akabinde devletin beşte birlik payının dağıtılmasının ardından kalan esirler, savaş meydanlarında tacirlere satılıyorlardı. Burada satılamayanlar ise merkez şehirlerde esircilere ya da satın alma gücüne sahip olan kişilere satılıyorlardı. Kaçırma yoluyla köle yapılanlar da yine merkez şehirlerdeki esir tacirlerinde toplanırlardı. Esir alıp satmak yasal olduğundan, esircilik ciddi bir meslek haline gelmiş ve bu meslek grubunun başına da Esirciler Kethüdası getirilmişti. Esircilik gayet kârlı bir işti ve bu işi yapanlar zengin tüccar grubundan sayılıyorlardı. Diğer esnaf grupları gibi esirciler de bir loncada toplanmıştı; kethüdaları, yiğitbaşıları vardı. Ünlü bestekâr ve musikî ustası Mustafa Itrî Efendi de Esircilik Kethüdalığı yapmıştır. Köle ticaretinin merkezi ise Abdülmecid’in 1846’daki fermanına kadar açık kalan başkentteki Esir Pazarı'ydı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde, payitahttaki esirhanede sadece esirci sayısının 2 binden fazla olduğunu anlatmaktadır. Dünyadaki gelişmelerin ve İngilizler'in de baskısı ile Sultan Abdülmecid, 1847'de meclis-i vükelâdaki bir toplantıya katıldı ve üserâ-yı zenciyye ticaretini yasakladığını ilan etti. Böylece Osmanlı'nın kölecil sistemi resmen sona ermiş oldu. 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Avrupa Milletler Cemiyeti'ne girmiş ve bu antlaşma ile de zenci köle ticaretinin kaldırılması kararını onaylamıştı. Ayrıca köle ticareti ile uğraşanları sıkı bir denetlemeye tabi tutacağını, kölelere azadlık verileceğini taahhüt etmiş ve buna ilişkin sözleşmeler de imzalanmıştı. Dünya devletleri ile yapılan bu antlaşmalar sonucu 1855'te Çerkez köle ticaretinin yasaklanması resmen duyurulmuş ve 1857'de de zenci köle ticaretinin yasaklandığı yeniden ilân edilmişti. Osmanlı'da köle kullanımı elbette saray ve harem ile sınırlı değildi ve yalnızca hizmet işlerinde de istihdam edilmezlerdi, asker olarak da kullanılırlardı. I. Murad döneminde çıkarılmış olan pençik kanununa göre, savaş esirlerinin beşte biri asker ihtiyacını karşılamak üzere devlet hesabına alınıyorlardı. Savaş esirlerinin arasından askerlik yapmaya elverişli olan Hıristiyan çocuklar belirlenip, bunların beşte biri alınarak bir İslami eğitimden geçirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmiştir. Ve bu teşkilatlanma Kapıkulu Ocakları'nın temelini oluşturmuştur. Kapıkulu Ocakları ve bunun içerisinde başat bir kuvvet durumunda olan Yeniçeri Teşkilatı, Osmanlı ordusunun en önemli vurucu güçlerinden biri haline gelmiştir. Ayrıca devlete ait hassa çiftliklerinde çalışan ortakçı kullar da vardı. Bunlar genellikle sultanların ve yönetici sınıf üyelerinin mülk ve vakıflarında çalıştırdıkları savaş esirleri ya da satın aldıkları kölelerdi. Ortakçı kullar ilk kez Orhan Bey döneminde görülmüşlerdir. Bu dönemden itibaren, tarım toprakları ve köylere yerleştirilen ortakçılar iş görmüşlerdir. Şahıslara ait köleler ise genellikle özel şahısların çobanlığını yapar ve ev, tarla, bahçe işleriyle uğraşırlardı. Köle kadınlar ise hem seks kölesi cariye olarak kullanılıyor ve hem de köşklerde, konaklarda ve zengin ailelerin evlerinde hizmetçi olarak görev yapıyorlar, temizlik ve yemek gibi ev işlerini yürütüyorlardı. Ayrıca savaş gemilerinde kürek çektirilen, çoğu savaş esiri köleler de vardı bunlara forsa denilmekteydi. İnebahtı savaşında yenilen Osmanlı donanmasından Venediklilerce kurtarılan forsa sayısının 12 bin kişi civarında olduğu söylenir. Sonuç olarak Osmanlı sistemi de çağdaşları gibi kölecil bir sisteme sahipti ve nerede ise yıkılana kadar da bu sistem kullanılmıştır. Elbette bugünkü değer yargılarımız ile insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde konuyu değerlendirmek, yargılamak doğru değil ve lakin Osmanlı düzenini değerlendirirken duygusal davranıp sistemin kölecil özelliğini dikkate almamak da gerçekçi değildir. Murat Özbülbül