Rus Gribinden Çin Virüsüne: Salgınlar ve Toplum

TAKİP ET

Tarım temelli ekonomilerde toplumun %5'inden fazlasını silah altına alırsanız, düşmanınızı yenseniz bile büyük bir ekonomik kriz yaşar ve açlıktan ölürsünüz

Tarım temelli ekonomilerde toplumun %5’inden fazlasını silah altına alırsanız, düşmanınızı yenseniz bile büyük bir ekonomik kriz yaşar ve açlıktan ölürsünüz. Bütün üretim sistemi bundan etkilenir ve kuraklık gibi diğer etkenlerle birleşirse, ülkenizi parçalayabilir. Yani, muhtemelen şurayı, burayı fetheden fatihlerin değil, onlara erzak sağlayan çiftçilerin torunlarıyız. Büyük bir salgın gelirse peki? Büyük Veba Salgını, yahut “Kara Ölüm”ü ve etkilerini herkes bilir. Feodal sistemi kökünden sarsmış, işçi sayısının azalması sebebiyle işçiyi ve köylüyü kıymetli hale getirmiş, nihayetinde doğrudan ve dolaylı olarak feodal tarım sistemine son vermiştir. Büyük salgınlar, hem aldığı can sayısıyla, hem de hayatta kalanların travmaları nedeniyle, büyük değişimler tetikleyebilirler. Antonine Salgını olarak bildiğimiz hastalık, M.S. 2. Yüzyılın ikinci yarısında Roma’yı kasıp kavurmuştu. Roma üzerinde elbette büyük etkileri oldu, mesela askerlere de kıran girdiği için sınır bölgelerindeki savunma zayıfladı, hem doğuda, hem kuzeyde imparatorluk istila baskılarına karşı koyamadı. Ama daha önemlisi, Hıristiyanlık güç kazandı, yayıldı. İnsanlar panik içindeyken, salgın ve sınır boyu savaşları imparatorluğu kasıp kavurur ve mevcut tanrıların neden böyle zalimane cezalar verdiği sorgusu kolektif bilinçaltına yerleşirken, Kenan Diyarı’ndan gelen bir grup Hıristiyan insanlara yardım ediyor, dayanışma gösteriyor, üstelik el yordamıyla kazandıkları hijyen prensipleri nedeniyle salgından daha az etkileniyorlardı. Bu durum şüphesiz Hıristiyanlığın imparatorluk içinde yayılabilmesine elverişli bir ortam sağlamıştır. Modern döneme geldiğimizde salgınlar ve medya arasında sıkı bir ilişki görebiliyoruz. Mesela, 1889-1890 yıllarında Avrupa’yı etkileyen ve bir milyondan fazla can alan Rus Gribi, tarihin medya tarafından an be an takip edilen ilk salgını olabilir. Salgının ilk anlarında hem medya, hem otoriteler oldukça yumuşak ve teskin edici yaklaşırken, ölüm sayısı arttıkça kullanılan dil de dramatikleşiyordu. Gazeteler yalnızca kendi ülkelerinde değil, başka ülkelerdeki gelişmeleri de vatandaşlarına aktarıyor, onların zihinlerine bir imaj yerleştiriyordu. Bu iyi ve kötü sonuçlar doğurabiliyordu elbette: Kimi zaman önlem almak ve sağlıklı yaşama dair farkındalığı arttırmak açısından eğitici bir işlev üstleniyordu, ancak kimi zaman lüzumundan fazla paniğe, hastalığın “gerçek” etkisinin çok ötesinde bir aksamaya neden oluyordu. Bu salgının sonuçlarından bahsetmeyeceğim, ama bu salgının sonuç olduğu bir durumdan bahsetmeliyim: 19. Yüzyılın sonu, Avrupa’nın doğusu ve batısıyla büyük oranda tren raylarıyla birbirine bağlandığı bir dönemdi. Bu nedenle Rus Gribi “modern globalizm”in ilk sonuçlarından biridir; elbette önceki dönemlerde gemi ticareti salgınları taşıyabiliyordu, ancak demiryolu haberi, insanı ve askeri çok hızlı taşıyarak devrim yaptığı gibi, salgını da çok hızlı taşımıştı. (Bu bahiste Fatih Doğrucan’ın aynı konuda yazdığı köşe yazısına bakınız.) Şimdi gelelim günümüze ve Çin Virüsüne. Bugün 1889 yılına nazaran çok daha global bir yaşam tarzımız var; bu satırların yazarının dedesi köyünden yalnızca askerlik için çıkmışken, bu satırların yazarı hiç seyahat etmeden İngiltere ile resmi, ticari iş yapıyor. Üstelik tarım toplumu değiliz, tarımda çalışan nüfus oranı çok düşük, başka sektörler de en az tarım kadar hayati ve bugünkü yaşam tarzımızı mümkün kılıyorlar. Bütün bunları, aslında, mümkün kılan da globalizm, ancak insana dair her şey gibi, globalizm de bembeyaz ya da simsiyah değil: Demiryolu örneğini hatırlayınız. Telif hakları için İngiltere’nin en önemli üniversitelerine fatura kesiyor, internet sayesinde kitabı dijital ortamda alıyor, buradaki yayıncıya veriyorum. İskender Öksüz’ün gençliğinde yurt dışından kitap getirme macerasını (ve çilesini) dinlemiş bir adam olarak globalizmin bu yüzünden memnunum. Fakat aynı zamanda Çin’de çıkan bir hastalık burada beni buluyor, beni öldürebiliyor. Şu halde ne olacak? Tarihteki büyük salgınların en büyük etkisi aldıkları can ve bunun ekonomik sistemi sarsması zaviyesinden olmuştu. Tarih ilerledikçe, tersini görüyoruz: Çok can almasa bile bir salgın, iletişim ağlarıyla örülmüş bireyler olduğumuzdan ve cemiyet ile süper-cemiyete bağımlılık derecesinde bağlandığımızdan, korkutarak her şeyimizi mahvedebilir. Tarım ekonomisinden kurtulduğumuz için milyonlarca askeri seferber edebiliyoruz, zira çok daha az adamla çok daha fazla gıda üretebiliyoruz. Ancak bu ekonomimiz daha dayanıklı demek değil: Başka sektörler bu seferberliği mümkün kılıyor. Bunların sekteye uğraması, en az salgında milyonlar kaybetmek derecesinde bir etki yapacaktır. Bu kadar girift ve çok boyutlu bir ekonomik sistem, bu histeriyi kaldırmakta zorlanacaktır, en çok da, Türkiye gibi kırılgan ülkelerde. Fatih Doğrucan’ın ve yerli yabancı birçok yazarın öngördüğü, uyardığı yahut talep ettiği bir meseleyle karşı karşıyayız: Otoriter devletin güçlenmesi. İnsanlar kriz anlarında otoriteye sığınmak isterler, evet. Fakat işin şu boyutu da var: Salgının bu hale gelmesi, bir otoriter devlet yüzünden oldu. Hastalığı gizleyen, bastırmaya çalışan ve bunu dünyadan saklayan Çin, resmi duyurusunu yaptığında, hastalık muhtemelen yayılmaya başlamış, başka ülkelere seyahat etmişti bile. Otoriter devletlerin toplumsal krizlerle baş etmesi daha kolay olabilir, mesela protestocuları tanklarla ezip rejimden duyulan memnuniyetsizliğin yarattığı tansiyonu düşürebilirler. Ancak salgınla baş etmede aynı şekilde etkili olabilirler mi? Zira salgınla baş etmek için birçok alanda uzmanlık ve tecrübe sahibi olmak gerekiyor. Otorite bu uzmanlığa ve tecrübeye sahip değilse, otoritesini kullanarak bunu gizlemeyi tercih edemez mi? Çin örneğinde gördüğümüz gibi birçok şeyin üstünü örtemez mi? Üstelik yanlış bir uygulama varsa, otoriter bir devlette bu uygulamayı dile getirmek ve doğrusuyla ikame etmek çok zordur: Otorite kafamıza vurup oturun oturduğunuz yerde diyebilir. Yanlış uygulamayı eleştireni FETÖcülükle, teröristlikle itham edebilir. Üstelik, otoriter özentisi devletler vatandaşlarına sürekli “dış güçlerin oyunları”, “iç mihrakların dansları”ndan bahsettikleri için, komplo teorilerine alışan yığınlar bu salgını bir komplo olarak görüp, sevip destekledikleri otorite figürünün tersi açıklamalarını bile “Reis esir alınmış, mecbur bırakılıyor, yoksa gerçekte salgın yok” diyerek tefsir edebilirler. Seçtiğim üç salgından Antonine salgınına döneceğim bu defa. Dayanışmayı etkili bir şekilde başaran ve yeni bir söylem geliştiren Hıristiyanlık, bu dönemden avantajlı çıkmıştı. Türkiye açısından, milletin dayanışmasını arttırmak, kaybettiğimiz millet olma haline geri dönmemiz açısından epey faydalı bir adım olabilir. Meseleye yalnızca kurumlar ve devlet nazarından, yukarıdan bakmamak lazım, kitlelerin psikolojisi de çok ciddi bir aktördür. Bu histeri anlarında kültüründeki motiflerle ve kanaat önderlerinin doğru mesajlarıyla salgınla baş etme yöntemlerini geliştirecek toplumlar, kurumların çok ötesinde, ciddi bir evrimsel aşama kaydedecekler. (Evrimimizin en büyük sıçraması, yaşlıları yaşatmakla mümkün olmuştu, mesela. Bu sayede tecrübe aktarımı ve birikimi mümkün oldu. Yaşlı, çocuk büyütmekle görevlendirildi; bugün alet kullanan maymunlarda da aynısı gözlemleniyor: İhtiyar maymunların en büyük görevi, yavrulara alet kullanmayı öğretmek.) Kurumlar cihetinde ise, popülizmin kaybedeceğini düşünüyorum. Çünkü popülizm belirsiz düşmanlarla, kriz sonrası dönemlerde histeriyi kullanarak kavga etmede iyidir. Ancak gerçek bir testle sınandığında kaybeder: Ekonomi gerçektir. Salgın, daha gerçektir. Popülist yöntemlerle ekonomik verileri biraz baskılasanız bile, insanları iyileştiremezsiniz. Bu fikir toplumda mayalanırsa, ki olma ihtimalini yüksek görüyorum, liyakat, tecrübe, uzmanlık tekrar muteber hale gelebilir. Bu, baskıcı anlamında değil, yetkin anlamında bir “otorite”nin yükselişidir. Globalizm çöker mi? Zannetmiyorum, ancak Çin gibi globalizmden faydalanan, onun asalağı olup kanını emerken ona zarar veren ülkelere dönük negatif kamuoyu oluşacaktır, oluşması için çaba da harcamalıyız. Hollanda’da işçinin hakları var, yasalar daha düzgün işliyor, birçok alanda şeffaflık hakim. Hollanda tam olarak bu yüzden Çin karşısında dezavantajlıydı. Artık, dezavantajın ötesine geçiyor: Çin’in şeffaf olmayışı, Hollandalı emeklinin hayatını tehdit ediyor. Otoriter ve totaliter rejimler oldukça BM de, DSÖ de düzgün işleyemiyor. Sosyalist tehdit, kapitalizmin kendisine çeki düzen vermesine neden olmuştu, bir anti-sosyalist olarak bu akımın dünyaya en büyük katkısının bu olduğunu düşünüyorum. Bu salgın ve onun yarattığı histeri de, globalizmin kendisine çeki düzen vermesine neden olacak, onu yıkmayacak, dönüştürecek. Yalnızca globalizmi değil tabii ki, bireysel alışkanlıklardan, sektörlerin işleyişine. Bu dönüşümün otoriterlik ve tecrit yönünde olması da mümkün, bu öngörüler boş değil, oldukça ciddi. Ancak bunun olmaması için çalışmak da bize düşüyor: Ümit edelim ki biyolojimizin bize sürekli hatırlattığı acziyetimiz, milli dayanışmayı, yetkinliği, uzmanlığı yeniden ön plana alsın ve dönüşümümüz bu yönde olsun.

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan