Samimiyetinizi Seveyim

TAKİP ET

Sevgili kaari, Başlık aslında başka olacaktı

Sevgili kaari, Başlık aslında başka olacaktı. Akif’in dediği gibi, hüneri samimiyetinde bir çift sözüm vardır, onu da sivri söylemekten hiç çekinmedim. Ama yaşım büyüdü artık, baba olmak da ufukta. Nedense ilk defa, kendime yakıştıramadım. Hem, hitabımın dahil ettiği zümrede ağabey, başkan, dost dediğim insanlar da var, onlara da, ne yalan söyleyeyim, sövemedim. Onları hala seviyorum, en çok onlara kızışım da bu sevgiden. Fakat sen beni sövmüş say, Ady Endre’nin dediği gibi, “küfür etti yahut siz ıslık çaldı da diyebilirsiniz”. Vaktiyle aklıma düşmüştü, insanlar nasıl Türk milliyetçisi oluyor, anlamak istemiştim. Her nesilden sorabildiğim kadar insana sordum, “nasıl Türk milliyetçisi oldun”. Sevgili babam için bu soru “nasıl ülkücü oldun” formundaydı tabii. Ve şöyle bir manzara anlattı: “İlkokulun hemen ertesi, öğretmen lisesi kazanmışım. O dönem küçük yaşta başlardık. El kadar çocuk, okula başladım. Bir komünist militan mı öldürülmüş ne… Okulda devasa bir orak-çekiç bayrağı var. Birini çevirip sordum: ‘Gardaş bu ne hele?’, Sovyet bayrağı dedi… Ben ne bileyim Sovyet’i, ‘O nedir?’ diye sorunca, ‘Rus bayrağı yav, Rus’ dedi. Ben de ‘… …min Rusunun bayrağının benim ülkemde ne işi var’ diyerek tepki gösterdim. Sonra yaşça büyük birkaç öğrenci yanıma geldi, ‘sen de ülkücüymüşsün’ diyerek. Böyle ülkücü oldum.” Ben hep Türk milliyetçiliğinin yüksek bir fikir olduğuna inandım ve daha önemlisi öyle olduğunu gördüm. Ancak mücadelenin bu boyutu da vardır ve en az entelektüel boyut kadar kıymetlidir. O Allah’ın dağında Kuran dahil tek kitap okumamış bir silsileden gelen Avşar çocuğunun bildiği tek şey Türk olduğu ve Türk olduğu için, memleketine asılmış bir yabancı bayrağının kötü anlamlara geldiğiydi. Babamı onlu yaşlarında o refleks “ülkücü” yaptı. Sonraları çok daha ötesine geçti tabii, sevgili anneciğimle evlendi, kafa yoran, bu basit ve iptidai refleksin ötesine geçen, ama onu hep taşıyan bir Türk milliyetçiliğinin peşine düştüler. Taze evlilerken, darbenin ateşli günlerinde aldıkları, üzerine tarihi not düştükleri kitap, İskender Öksüz’ün “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” kitabı, mesela… Yıllar sonra o kitabın müellifine “çırak”lık etmek nasibim oldu. İki dilde ve o iki dilin en yüksek belagat gerektiren hallerinde Türk milliyetçiliğini savunabilirim, savunuyorum. Onlarca temel kitaba notlarıma hiç bakmaksızın, neredeyse sayfa numarasına varana dek referans vererek makaleler yazabilirim bu fikrin hakikatini anlatmak için. Eş dost sohbetinde, hatta, en alakasız meseleden, söz gelimi Amerikan İç Savaşından Türk milliyetçiliğini ilgilendiren metaforlar yahut tespitler “çekmek”le meşhurumdur, inceden dalga bile geçerler benimle. Fakat bütün bu şaşaalı ve girift portrenin derininde, kendisine “solucan” diye hitap eden komünist hocasını döven annenin, Rus bayrağını asanın … …mek isteyen o babanın damarı vardır. Orada o samimiyeti görürüm ve son tahlilde anlamların hepsinin insan tarafından inşa edildiğini düşünen bir adam olarak, bir taraf tutmamız gerektiğinde, her ne kadar bilimsel ve rasyonel yaklaşsak da, hiçbir bilimsel formüle yahut ahlaki kaideye oturtamayacağımız tercihler olduğunu bilirim. O tarafım, hep o samimiyeti arar. Onu tercih eder. Şimdi düşünüyorum. Doğu Türkistan kan ağlıyor. Doğu Türkistan’da işkence var, soykırım var. Kendine Türk milliyetçisiyim deyip, “Bunlar hep CIA’nın işi” diyerek geçenleri saymıyorum. Onlar bildiğiniz, düpedüz, şeksiz, şüphesiz, sansürsüz piçlerdir. Onların öncesi, sonrası yoktur, soysuzluk diye hakaret olarak kullanılan durum budur işte. Bir çiğ ruh halinin, iğdiş edilmiş, fikir görünümlü sanrılarla sevişerek peydahladığı, en boktanından, en sefilinden bir piçlik. Fakat öyle olmadığı halde, yeterince samimi olmayan insanlar da var. Daha doğrusu, samimiyetini ispatlamayan. Şu sıralar her mecliste aynı lafı ediyorum. Mecliste Türk milliyetçisiyim diyen iki parti var. Doğu Türkistan için kıyamet kopuyor mu? Ben vekil olsam mecliste havaya silah sıkmak dahil, dikkat çekmek için her şeyi yapardım. Efendim önerge verdik falan değil, kıyametten bahsediyorum. Vekil olunca ideolojimizin esasları, kaygıları, öncelikleri değişmiyor. Düşünüyorum, nasıl bir kaygı, senden ve benden, herhangi bir Türk milliyetçisinden çok daha fazla ses getirebilecek bir konuma gelmiş Türk milliyetçisini, bu konumun bütün imkanlarını kullanarak, onu o konuma getiren fikrin ve kitlenin gereğini/talebini gerçekleştirmekten alıkoyabilir? Neden gidip Çin elçiliği önünde gerekirse tek başına eylem yapmaz? Bir bilet alıp, TÜRKLERİN ŞİMDİYE DEK TEMELİNİ ATTIĞI EN KUTSAL KURUM OLAN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN, o eski ve şerefli günleri hatırlatacak bir mensubu sıfatıyla, gerekirse Çin’e giderek orada eylem yapmaz? Onu korkutan tutuklanmak mıdır? Yahut Doğu Türkistan için kullanmadığı o tek atımlık barut, çok daha önemli bir hedefe sıkılacak bir kurşun için mi saklanıyor? Nedir o hedef ve Türkler şu yüzyılda dahi dehşetle örülmüş bir ağda zulme uğrarken nasıl olur da bu meseleden daha önemli görülebilir? Türk milliyetçisi vekiller, üç buçuk kürtçü terörist destekçisinin kendi boktan davaları için gösterdiği adanmışlığın onda birini göstermiyor ve bu benim kanıma dokunuyor. Türk milliyetçisi olduğum için kolum kırılınca yen içinde bırakacak değilim, işte açıkça söylüyorum: Teröristler, mikyas buysa, Türk milliyetçilerini elli kere ceplerinden çıkarırlar. Çoğunluk olmanın getirdiği rahatlık mıdır, Çin ipeğinin yerini alan fonların getirdiği alçaklık mıdır bizdeki bilmiyorum ama, vekil arabasıyla örgütünün ticaretini yaptığı, dolayısıyla amacı için gelir elde ettiği uyuşturucuyu taşıyıp satan adam bizden daha adanmıştır, daha tutarlıdır. Samimiyet dedim ya, al işte samimiyet, fikrim tam olarak bu. Bir milletvekiline açılacak onca kapı var. Vekillik sıfatı ve sağladığı imkanlar CANINDAN, MALINDAN, IRZINDAN EDİLEN bir soydaşın bekasından daha mı önemlidir? Evet, önerge veren, soru soran, hükumeti sıkıştırmaya çalışan vekiller vardır mutlaka. Ama yeter mi? Her saat bir Uygur kaybediyorsak, her saat bir baba kızının tacizine şahitlik ediyor, bir anne oğlundan zorla ayrılıyorsa, ne anlamı var? Yaptık ama olmadı demek ne halta yarıyor? Başbuğ’u başbuğ yapan bu değil miydi? Çok daha az adamla, çok daha az imkanla Kırımoğlu’na moral vermeyi başarıyordu. Kırımoğlu anlattı, oradan biliyorum. Ben bu samimiyetin siyasetini arıyorum. Dün kendine söven adama “siyasi nezaket icabıdır” diyerek el uzatmayı marifet sayanı değil mesela, gördüğü yerde bir tokat atan, yahut hiç değilse uzatılan eli çevirip gereğini lafla ifade eden adamı arıyorum. Türk milliyetçiliği iddiasıyla meclise girince, her oturumda bir şekilde, gerekirse sabote ederek, can sıkarak, hatta can yakarak, gerekirse kendini yakarak Doğu Türkistan meselesini gündeme getirecek adamı. Türk milliyetçileri bu samimiyeti arıyor. İl il dolaştık. Kah büyük, kah küçük toplantılar yaptık. Yüzlerce, belki binlerce insanla e-postalaştım, mesajlaştım. İşin pratik tarafına dair çokça yorum yaptım ama, özüne dair ilk defa paylaşıyorum bu yorumumu: Türk milliyetçileri samimiyet arıyor. Samimiyeti görünce, küçücük cürmüyle koskoca bir kıtaya tesir etmeyi başarmış adamlar bunlar. Samimi önderler, bir araya gelince samimiyeti kaybetmeyen örgütler arıyorlar. Oturulunca “kim kimin kontenjanından nereye” sorularının değil, “Türk milliyetçiliğinin öncelikli meseleleri nelerdir ve biz ne yapacağız” sorularının samimiyetle sorulduğu meclisler istiyorlar. Kendimi de dahil ediyorum, Doğu Türkistan Kerkük olduktan sonra, demografisi geri alınamayacak şekilde bozulduktan, hatta Altay olup, -maalesef- ilelebet Türk yurdu olmaktan çıktıktan sonra… Geri kalan hesaplarımızın, kaygılarımızın, önceliklerimizin ne anlamı var? Türk milliyetçisi değilsek anlamı olabilir elbette, fakat öyleysek? Hükumetin bu meseleye neden değinmediği malum; hükumet Türk düşmanıdır ve neredeyse yirmi yıl olacak, -maalesef- alıştık. Ancak muhalefette yahut gizli iktidarda olan Türk milliyetçisi olmak iddiasındaki partilerin bir iki cılız sesi dostlar alışverişte görsün edasıyla gösterip işin peşini bırakması anlaşılamaz. Unutmayın ki yakın dönem tarihin en önemli ve geniş Türk milliyetçisi damarı ülkücü hareket, hiç öyle hesapla, kitapla, temkinle büyümemiş, bir avuç deliden ibaretken haritayı önüne koyup, iki kıtanın kısm-ı küllisinde hak iddia ederek yola çıkmış ve bu sayede damgasını vurmuştu. Beylik laflar edip, sıradan işler yapanlar değil, kafası atan Türk milliyetçisi gençler lazım bize. Kırıp döken, can sıkan, düşman kazanan... Küfreden, gerekirse kafa atan genç, belki arzu etmediğimiz sığ bir zeminde çakılı kalıyor, mücadelesini bunun ötesine geçirecek entelektüel ölçeği karşılayamıyordur… Hatta bu yüzden başarısız oluyordur ama… Türklük ediyordur! Hiç değilse çelişkisi yoktur içinde, imanıyla ameli uyumludur; her ne kadar ameli yanlış, yahut eksik olsa da. Kim bilir kaçınca defa Faruk Kurtbaş’ın romanının başlığını anıyorum, “Çocuktum Ülkücüydüm”... Ve kim bilir kaçıncı defa, fonunu …in Çin’inin ne işi var ülkemde diyen kitlelerin oyuyla seçilen vekillerimize, kanaat önderi belirlediğimiz ağabeylerimize bakıyor, Ömer Seyfettin’in ölümsüz satırlarını mırıldanıyorum: "...Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklükten uzaklaştıkça daha müteaffin derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun; bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve sartlaşmış kıvranırken, saf ve nurdan mazi kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde karşımda açılır… Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum…" Kurtkaya’nın edebiyatını yapan çok, elini çözen yok.

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan