Seküler Milliyetçilik: Bizimkisi Bir Aşk Hikayesi

TAKİP ET

Sevgili Kağan Dağdeviren

Sevgili Kağan Dağdeviren, Seküler ve Kentli Milliyetçiler: İmkanlar ve Kısıtlar başlıklı bir yazı kaleme almış. Hem seküler Türk milliyetçilerini, hem TamgaTürk’ü, hem de şahsımı yazısına konu etmiş. Bu yazıyla Dağdeviren’e yer yer cevap verecek olsam da, özet nevinden temsil etmeye çalıştığım kitlenin özellikleri ve fikirlerini derlemek istiyorum. Milliyetçilik zaten sekülerdir, başına “seküler” eklemenin alemi yok deniyor. Hem doğru, hem yanlış: Evet, milliyetçilik sekülerdir, ancak bunu yalnızca ve yalnızca seküler milliyetçi fikrin iddialarıyla ispat edebiliriz. Çünkü ancak o zaman bilimsel yöntemi, rasyonel zemini muhafaza edebiliriz. Bilimsel yöntemi ve rasyonel zemini baz aldığımızda, zaten, seküler düzlemde olmayan bütün ideolojiler yanlıştır, çünkü metafiziği dahil ederler. Bunun yanında, en yaygın ve Türkiye’ye has olmayan milliyetçi akımlar, messianiktir. Fichte’yi okuduğunuzda tanrının Almanlara bir görev verdiğini görürsünüz, Kipling’de bu “Beyaz adamın yükü”dür, Dugin Rusların omzuna tanrının ve tarihin böyle bir misyon yüklediğini söyler. Üstelik, bir ideolojinin din yahut dinler karşıtı olması onu seküler yapmaz. Seküler, basit haliyle “dünyevi” demektir, dünyanın yahut evrenin işleyişini anlamaya çalışıp, bu işleyiş doğrultusunda fikir sunan ve hareket etmeyi öneren ideolojiler sekülerdir. Bu anlamaya çalışma sürecinde kullanılan yöntemse, metafiziği dahil edip etmediğinize, “dünya”ya bir şey dayatıp dayatmadığınıza göre, sizi seküler daireden çıkarabilir. Kehanetler ve varsayımlarla dolu sosyalizm ne kadar seküler olabilir? Dinlere baskı yaparken, tuhaf tuhaf inanışlara kapılan Nazizm, seküler midir? Bizce, en azından bence değildir. Nedir bizi ayıran? Milliyetçilik bizim önerimizdir, temelimiz değil. Dünyayı ideolojisiz gözlüklerle anlamaya çalışırız. (Aslında bu yönümüzle ilk dönem sosyalistlere benzeriz. “İdeoloji” terimi, mesela, bu kesim için bambaşka ve negatif bir anlam ifade ediyordu. Ancak neticede sosyalistlerin gözlemleri ve tespitleri kusurludur, hiç değilse bize -ve bilime- göre.) Bu ne demek? Evrim nasıl işledi de, insanoğlu “böyle” oldu? Bazı kurumlar neden gelişti, hangi ihtiyaçlara cevap verdi, içerikleri zamanla nasıl değişti? Sonra, gelecek projeksiyonu yapmaya çalışırız: Böyle devam ederse ne olur? En az bilimsel kısım, takdir edileceği üzere, bu ikinci kısımdır, ancak temelleriniz ne kadar pozitifse, tahminleriniz o kadar isabetli ve tutarlı olacaktır. Bütün bunların sonunda, bir genel tavır ve faydalı enstrüman olarak milliyetçiliği öneririz, bu kadar. Milliyetçi ekonomi diye bir şey olmaz, ekonominin gerçekleri, bu disiplinin tespitleri vardır. Nasıl kullanacağımıza, son tahlilde “başat ünite”yi millet olarak gördüğümüz ve bu yüzden milliyetçiliğin faydalı olacağına inandığımız için, milliyetçi prensiplerimizle karar veririz. Milliyetçi biyoloji, milliyetçi sosyolojimiz yoktur, olması da absürttür. “Gerçek”i bilime, “doğru”yu ideolojiye, “iyi”yi ahlaka, “güzel”i estetike terk ederiz. Soldan sağa gittikçe öznelliğin arttığını da bilir, soldan sağa gittikçe daha az katı, daha az iddialı oluruz. Önce ideolojiyi inşa edip onun gerçeklerini ahlaka dayatmayız mesela. Bu zaviyeden bakınca, bizi mesela Atsız’ın çizgisine koyanlar aslında yanılıyorlar. Bizler, evet, milliyetçi külliyat ve serüvenin geçmiş simalarının ekserisini seviyor, beğeniyoruz. Hataları, yanlışları ve eksiklikleri olsa bile, bir şekilde faydalı olduklarını gördüğümüzden, onları benimsiyoruz da. Hem Türkeş hem Atsız için bu geçerlidir. Türkeş milliyetçi -ve bizim nazarımızda faydalı- birtakım meyilleri yaygınlaştırdı. Atsız, milliyetçiliğin devlet eliyle boğulup büsbütün aletleştirileceği bir dönemde ruh adamlık yaparak buna karşı durdu. Ancak Atsız “seküler” bir milliyetçilik önermiyor, dinle rabıtası zayıf olsa da, yukarıda zikrettiğim “bilimdışılık”tan ötürü seküler değildir. Üstelik çoğu zaman tutarsızdır. Bizler, bize kalan külliyatı her şeyden evvel tutarlı hale getirmektir. Öncüllerimizin eksik olması onları küçültmez, bizler de bizden daha çok şey öğrenecek olan gelecek nesillere nazaran eksik olacağız. Pekala neden ortaya çıktık? Çünkü etkileşimimiz arttı. Birbirimizle değil, “dünya” ile. Hakikatle yüzleştik. Bize anlatılanları sınama imkanımız oldu, ancak çoğu zaman isabetsiz yahut tutarsız olduğunu gördük. Yurt dışına gittik mesela, dünyayı tanıdık, zararlı birtakım motifleri, meyilleri içeren fikirlerin topluma ne kadar zarar verebileceğini gördük. Sorguladık; mesela Türklerin neden Portekiz’e “nizam verme” gibi bir misyonu olsun ki? Ya da dünyanın bilimsel dağarcığına en büyük katkı başka yerlerden gelirken, bizler de “onlar” sayesinde daha konforlu, daha nitelikli, daha mutlu yaşama şansı elde ederken, neden Türkler diğerlerinden “kategorik olarak üstündür” diyelim? Neden bokumuzda boncuk arayalım? Basitçe, “hayır” dedik, “hala milliyetçiyiz ama bu yüzden değil.” Peki neden? Milletin en doğru, en etkili, en güzel organizasyon aracı olduğunu gördük. Bu sayede dünyadaki insan nüfusunun yeteri kadar farklılaşmış ve yeteri kadar etkileşime açık alt-üniteler teşkil edebildiğini, bunun Azar Gat’ın deyimiyle anayasanın işlemesinden, cemiyetin “organik” uyumunun tesisine birçok alanda faydalı olduğunu anladık. Uzatmayacağım, dönüşümü geçirmemizin sebebi, dünyayı görmemizdir. Köyden kente göçmüş babaların şehirli çocuklarıyız. Üstelik, bizim nesil gelmezden evvel önceki nesiller arasında benzer sorgulamalar hep olagelmişti, boş sayfa üzerine bir fikir bina ediyor değiliz. Şimdi sağlıklı, özgürlükçü, bireyin ve cemiyetin mutlu, müreffeh olmasını sağlayacak bir milliyetçi fikir örgüsünün ve pratiğin peşindeyiz. Hepimiz bunu inşa etmeye çabalıyoruz. Ben de bu çabalayanlardan biriyim, en iyisi değilim belki, en akıllısı da, ama en çok çalışanlardan biri olduğumu söyleme hakkım var. Dağdeviren bu yüzden beni konu etmiş. Gelelim Dağdeviren’in yazısındaki birtakım ifadelere itirazlarıma. Evvela, İYİ Parti’nin kopuşu bu ayrışmayı tetiklemiş değildir, bu ayrışma artık iyice belirginleştiği için İYİ Parti kurulmuştur. Parti bu misyondan uzaklaşsa ve başka hesaplara girse de, bir şekilde kentli ve seküler formasyona girmiş milliyetçilerin nüfusu ve nüfuzu artmış olduğu ve bunlar MHP’nin mevcut yönetimi ile esas ve usul yönünden büsbütün ayrıştığı için parti kurmaya yetecek bir birikim oluştu. Bu kitle kendisini bilinçli bir şekilde “Seküler Milliyetçi” olarak adlandırmıyordur, tam anlamıyla homojen de değildir, ancak genel manzarası bu yöndedir. NATO’ya bağlılık ifadesi bir diğer itiraz edeceğim husus. Biz Batı’nın büyüklüğünün altında yatan nedenleri irdeliyoruz, ama aynı zamanda Batı’nın “rakipleri” söz konusu olduğunda ne kadar gaddar ve iki yüzlü olabileceğini de biliyoruz. Batı, “üçüncü dünya”nın kendi ligine çıkmasını istemiyor, İskender Öksüz’ün Koreli bir yazardan yaptığı alıntıyı hatırlıyorum: “Merdivenle bir yere tırmanıyor ve merdiveni yukarı çekiyor”. Şu halde biz dış politikada Türkiye’nin Batı’yla etkileşimi ve yakınlığı olan bir pozisyonda durmasını savunuyorsak bu realist anlayışımızdandır: Alternatifler arasında en faydalı olan budur. Ancak aynı zamanda bu ağı kullanmamız gerektiğini, kendi çıkarlarımızı öncelememiz gerektiğini düşünüyor, bir omurga tesis etmeye çalışıyoruz, ben bunu “bağlılık” olarak ifade etmezdim. Ancak ve ancak Türk Milleti ve onun çıkarlarına bağlıyız. Kürt meselesinde etkisiz mi kalıyoruz? Şu ciheti göstermek isterim: HDP-PKK, özellikle propaganda ve halkla ilişkiler konusunda epey başarılıdır. Bu başarısının altında, klasik milliyetçi-devletçi-güvenlikçi söylemin tutarsızlıklarının, aptallıklarının ve alçaklıklarının sömürülmesi de yatıyor, belki en önemli silahları bu. Gayet özgürlükçü ve bunu ispat etmiş, tutarsızlığa ve insan hakları zaviyesinden temelsizliğe düşmeyen bir milliyetçi fikir karşısında örgüt bu kadar rahat hareket edemez. Bu fikir, örgütün gerçek yüzünü daha etkili bir şekilde ortaya çıkarır: Kadın düşmanı bir iktidarımız olduğu için, örgüt “kadın gerilla” PR’ı ile epey itibar kazanabildi, mesela. Biz olsaydık bunları yapmakta epey zorlanırdı. Şimdi, buna şöyle bir eleştiri gelebilir: Bu Kürt meselesinde çözüm yanlısı değil, “düşmanı yenme” yanlısı bir tutum. Evet, tam olarak öyledir, çünkü bir “Kürt meselesi” varsa biz bunu neo-feodalizm, mafya, çete, tarikat sorunlarıyla aynı çerçevede okuyoruz. Bu bir geri kalmışlık meselesidir ve ülkenin belli bir bölgesinde farklı bir etnik köken ile zihnen geri kalmışlık, modern değerlerden tecrit edilmişlik tesadüf ettiği için, böyle bir neo-feodal yapı doğmuştur. Çözüm önerimiz her yere cumhuriyeti, modern değerleri, insan haklarını taşımak; ancak bunu yaparken “insan hakkı budur” diye kendince tanımlayanların çerçevesinden değil, evrensel çerçeveden bakmak. Yoksa, binlerce insanı öldürdükten sonra salıverilmeniz “insan hakları” adına talep edilebilir. Gelelim sürü meselesine. Ben “kendi görüşümden olmayan”ları sürü olarak görmüyorum, sürü özelliği gösterenleri sürü olarak görüyorum. Demokrasi taraftarıyım, ancak demokrasi genel anlamda yanlış anlaşılıyor. Demokrasi “halk ne diyorsa hep o olsun” demek değildir mesela; her şey halka sorulmaz. Mesela “Bahadırhan evlensin mi” diye referandum yapılmaz. Demokrasi, aktörleri arttırmayı hedefleyen ve seçilenin gitmesini kolaylaştıran bir rejimdir. Sağlıklı işlemesi için uygun bir altyapı gerekir, bunun da başında eğitim ve cemiyet reformu gelir. (Örgün eğitimin yaygınlaşmasıyla demokratik isyanlar arasında son 200 yıldır bir korelasyon vardır.) Eğitimi biliyoruz, peki cemiyet reformu? İnsanları uyuşturan ve sürüleştiren her türlü sosyal dokuyu yok etme çabası, demokratik bir çabadır. Tarikat, mafya, çete, aşiret bunların başında gelir. Çünkü demokratik olmayan yollarla, demokratik bir düzende güç ifade eden niceliğe ulaşanlar, demokrasiyi baltalarlar. Dolayısıyla ben o insanlara tepeden bakmıyorum; onları yok edelim de demiyorum. Belirleyicilikleri azaltılmalı diyorum, ilk etapta. Nedir bu? Mesela cumhurbaşkanı aşiret yahut tarikat liderleriyle görüşmesin, yahut diğer siyasetçiler. Onların cehaleti ve bünyelerine sair akımlar tarafından işlemiş ahlaksızlıklarını sömürerek güç elde eden yapılar kırılırsa, belirleyicilikleri azalır. Sonra, dönüştürelim diyorum: Zira kendilerine zarar veriyorlar. Bize de zarar veriyorlar. Tercihleri rasyonel değil, inandırıldıkları saçmalıklar doğrultusunda, ahlaksızlıkları cehaletleriyle birleşiyor ve Türkiye potansiyelini gerçekleştiremiyor. Ahlaksızlığı özellikle vurguluyorum: Cehalet tek başına ayıp değildir, kötü de değildir. Ancak ahlaksızlık cehaletle birleşince korkunç olur. Şu halde, “kendinden gördüğü” partinin bakanı bile yalvarırken “bize bir şey olmaz” diyerek korona tedbirlerine karşı çıkanlar, sürü değil de nedir? Güruh varsa millet olmaz, millet de -bizce- modern ve gelişmiş bir toplumun gerek şartıdır. Burada bir tepeden bakma yok, bizler bu memleketin okumuş çocuklarıyız ve okumamışlara, hatta bize saldıranlara bile borçlu hissediyoruz. Onlar adına bile kaygılanıyoruz ve çözüm önerisinde bulunuyoruz; tepeden baksaydık “al atını, seveyim tımarını” der, kendi dünyamızda mutlu mesut yaşar, bir şekilde onlardan daha eğitimli ve nitelikli olduğumuz için daha iyi para kazanır, gettolarımızda vur patlasın çal oynasın yapardık. Son olarak, İslam meselesi. Biz İslam’la kavga etmiyoruz. İslam’la kavga ettiğimizi iddia edenler, her gece Allah’la konuşuyormuşçasına, yahut “Deus vult!” diye bağıran haçlı gibi, Allah böyle istiyor diyerek kendi fikirlerini dayatanlardır. Maalesef “Allah böyle istiyor” dilinin talibi çok, bununla mücadele ederken, “Allah böyle istiyor” lafzının etkili olmasını engelleyen bir düzlem kurmanız lazım. Bu yüzden dini inanışları “konu dışı” bırakmaya çalışıyoruz, hatta iyi niyetli olanı bile. O zeminde konuşursanız, Allah böyle istiyor diyen adama her zaman yenilirsiniz. Meseleleri konuşabileceğimiz tek zemin akıl ve mantık zeminidir: metafiziği dahil ettiğiniz anda tartışma anlamsızlaşır. Çünkü, mesela, TamgaTürk’ün logosunun ne renkte olduğunu ışık tayfını ölçerek tespit edebiliriz. Ortak bir dilimiz vardır. Yahut, iki “birey” eşit şartlarda tartışabilir, birbirini ikna edebilir yahut yenebilir, yahut uzlaşmaya varamayabilir. Ancak bireylerden biri “dün gece rüyamda tam aksini gördüm, o yüzden haksızsın” dediğinde tartışma anlamsızlaşır, aksini ispat mümkün değildir çünkü. Yanlışlanabilir olmayan fikir ve motifleri tartışmanın dışına atmak, bütün çabamız bu. Allah’ın sırtından güç ve hatta para devşirenlerin bu çabamıza Allahsızlık diye saldırması, İslam’la kavga demesi de bu yüzden gayet anlaşılabilir bir durum. İnce bir çizgi üzerinde yürüyoruz: Dinle kavga etmek anlamsız, ancak şirin görünmek adına bu düzeni besleyen zeminle uzlaşmak da aptallık. Böyleyken böyle. Türk milliyetçiliği dönüşüm geçiriyor, bu dönüşüm yalnızca Türk milliyetçiliğine has değil. Ülke dönüşüyor; sitelerde doğan çocuklarla gecekonduda doğan çocuklar aynı şekilde davranmayacak, aynı şekilde düşünmeyecek pek tabii ki. Şahsen en büyük kaygım, bu dönüşüm sürecinde bir aktör olup, geçmiş ile gelecek arasında sağlıklı bir köprü tesis etmek. Bu dönüşümün yarattığı kitlelerin, aynı zamanda, muzır bulduğum amaçlar doğrultusunda araçlaştırılmasının da önüne geçmek. Bir faydam olursa, ne mutlu bana. Olmazsa, yanıldığım, yanlış yaptığım ortaya çıkarsa da üzülmem. Bunu itiraf eder, kabullenirim. Bu mücadele esnasında okuduğum kitaplar, makaleler, öğrendiğim yığınla şey de, kârım olur. Evet, mütevazılık yapmayacağım, epey geniş bir dağarcığım var, artık on binlerce Word sayfası tutan yazdıklarımda binlerce kitaba, makaleye, görüşe atıf var. Hiçbir şey değilse, yazdıklarımı okuyanlar bunlarla tanışıyor. Ama, işte, işin şu tarafı var: Ben de bunlarla tanıştım. Tanışmamın sebebi de, cemiyete faydalı olma fikrim, insiyakımdır. Bu sayede güzel bir hayat yaşadım, yaşıyorum. Hayatımı böyle anlamlandırıyorum ve haklı olduğumu düşünsem de, haksız olduğumu anladığımda bunu kabul etmekten geri durmam. Bizim hep hakikati, cemiyete, insana faydalı olanı arama, bulma azmimiz… Seküler milliyetçi kesimin en latif tarafı budur, hepimizin çok daha renkli, dikkat çekici tipler olmamızın sebebi de. Labüd gelen dehre efsane olur Nazıma Bir gün de bizim halimiz efsanelik eyler

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan