Şiirimize Ne Oldu

TAKİP ET

Türkler bir dönem sanatta, musikide, işçilikte gayet ince bir noktaya ulaşmışlar, tabiri caizse tek seferde ipliği iğnenin deliğinden geçiren bir görüş ve duyuşa haiz bulunmuşlardır

Türkler bir dönem sanatta, musikide, işçilikte gayet ince bir noktaya ulaşmışlar, tabiri caizse tek seferde ipliği iğnenin deliğinden geçiren bir görüş ve duyuşa haiz bulunmuşlardır. Fakat bugün gelinen noktada bu durumun aynı hali muhafaza ettiğini söylemek mümkün değil. Türk şiir hayatının önemli isimlerinden olan ve “Medeniyet Şairi” olarak da nitelendirilen Yahya Kemal şiiri “Kalpten geçen bir hâdisenin lisan hâlinde tecelli edişidir” diyerek ifade ile şöyle der: ”Düşündüklerimizi vezinle ve lisanla ifâde edişimiz şiir değildir. Bir mısranın şiir olup olmadığı gayet âşikârdır. Derunî ahenk ile ifâde edilmişse şiirdir. Fakat duyulmaksızın yalnız vezin ve lisan mümaresesiyle söylenen söz şiir olamaz”. Demek ki şiir sadece bir söz söyleme sanatı, bir kelimeler oyunu yahut boncukları bir ipe güzel şekilde dizme işi değildir. Bunun daha da ötesinde onu hissetmek, ruh dünyasında yoğurmak, hal diliyle beyan ve en sonunda “olduğunu” hissettiğimiz anda yazıya dökmektir şiir. Yani yazı ve lisan, kurallar ve ses bu birleşimin son ve “zahiri” halidir. Oysa şiir daha önce batında bir mana ifade etmeli, ruhun çevreden yakaladığı ve kendi zaman değirmeninde biriktirdiği duyguları sunmalıdır. Mimar Sinan’ın ustalık hikayelerinde anlatılan iki meseleyi de bu bağlamda ele alırsak, meramı anlatmak biraz daha kolay olabilir. Meşhur meselde Sinan, boş arazide kah başını eğerek, kah eşikten atlar gibi geçerek ama farklı yönlerde yürüyüşler yapmakta ve sonra düşünmektedir. Zaman, bu hareketinin amacının kafasında kurmuş olduğu planın yine kendince uygunluğunu ölçmesi olduğunu göstermiştir. Yine cami ortasında nargilesini fokurdatırken de hem caminin ses sistemini, hem de dumanın akış yönünü hesapladığı da bir başka rivayettir. Şiir de aslında bir nevi bir inşa sürecidir ama kâğıdın başına oturup, kalemi ele alıp da saatler sürebilecek ve sonunda iki cümleden fazlasını ortaya koyamadığımız bir beyhudelikten ziyade, gezerken, otururken, gecenin bir yarısı bölünen uykumuzda, uzun bir yolculukta dışarıyı izlerken yahut bir acı ile mücadele ederken kurulur aslında her şey. Geriye kalan ise lisan ile ifadedir. Türkler bu aşamaya tam olarak ne zaman gelmiştir sorusunun cevabını ise İran ve Arap şiiri ile iştigal etmeye başladıktan sonra demek, tarihi seyrin de etkisiyle, mümkündür. O zamana kadar sözlü bir edebiyat, bir deyiş, bir söyleyiş tarzına haiz olunsa da tam olarak bugünkü şiir diyebileceğimiz manada mıdır, işte bu da bir başka sorudur. Türkler bu dönemlerde İran ve Arap şiirlerini taklit etmiş, benzer şekillerde eserler ortaya koymuşlardır. Fakat bu tamamen taklit olarak kalmamış, zamanla işin ruhuna vakıf bir şekilde daha ileri ve farklı düzeylerde eserler ortaya koymuşlar ve kendi medeniyet tasavvurları, yaşayışları, cihana bakışları ile kendi ekollerini oluşturmuşlardır. Bu bir nevi musikide Türkleşmek, Kuran’ı Kerim okurken İstanbul ağzı kullanmak gibi temelde “evrensel” olanın içine milli unsurları gayet güzel bir şekilde yerleştirmek nevindendir. Elbette şiirin bu derinleşme sürecini izah ederken, bunu yaşayıştan ve medeniyetten ayrı tutmak mümkün değildir. Zanaatta kalem işi eserler, ince detaylar, muntazam hatlar, narin dokunuşlar; yaşayışta nezaket, zarafet ve düzen hâsıl oldukça aynı incelik sanata ve şiire de naklolmuştur. Öyle ki şiir bu dönemlerde yazılan değil dinlenilen, okunan değil hissedilen bir şeydir. Yani amacı aslında söylemek değil duymak, yazmak değil hissetmektir. Bunu daha farklı bir dille ifade etmek gerekirse şiir herkesin okuduğu, aynı dil olaylarını gördüğü, belirli bir ölçüye göre yazılmış şeyler değildir. Aksine şiir herkesin her zaman anlayamadığı, bazılarını derin bir hale sürüklerken bazılarında yüzeysel geçişlere sebep olabilen bir haldir. Evet, şiir tam olarak bir haldir. Bu hali yazmak kadar anlamak için de o hali biliyor olmak gerekir. Peki, biz bugün o halde miyiz? Yani hal lisanına vakıf mıyız? Buraya kadar da ifade ettiğim üzere şiir bir üretim süreci. Değirmenden çıkan un gibi. Tarlaya düşen tohumun başağa dönüşü, hasat sonrası değirmene gelişi, değirmenin taşını döndüren suyun gözesinden o ana kadar süren yolu, değirmen taşının gücü, değirmencinin tecrübesinin cemi nasıl sonunda o unu veriyorsa, aynı şey şiir için de geçerlidir. Şiir bir noktada toplumun anlaması için yazılmasa da, bir cüzü ile yine toplumu yansıtmaktadır. Toplum ne kadar ince ise, şiirin de o kadar ince olması mümkündür. Aksi ancak birkaç şairin üstün gayreti veya yeteneğini sarf-ı nazar etmesi olarak kalmakta ve genel bir estetik oluşturmamaktadır. Bu sebeple, ne zaman ki şiiri bir tüketim ürünü olarak görmeye başladık, güzel şiir söyleme derdine düştük, güzel şiirleri aşmak yerine onları taklide yeltendik veya daha da vahimi hece ölçüsünü tutturduğumuz her şeyi şiir olarak görmeye başladık, işte o zaman şiirdeki inceliği de kaybettik. Şiir, bizim ince olduğumuz, ince düşündüğümüz, zarif yaşadığımız zamanlarda inceydi. Maalesef bugün bu incelik kaybolduğu için, zaman zaman temayüz eden istisnaları beri tutarsak, şiirimiz de yaşantımız ile aynı düzeye geldi. Bir şiirin üzerine belki günlerce düşünülen zamanlardan, bir şiir kitabını bir günde bitiren bir hale geldik. Mananın derinine inme sabrımız kalmadı, hız bizi bu manada da esir aldı. Edebiyat algımızın bozulması, musikimizdeki değişim, yaşam şartlarımızın hepsi bu alanı etkiledi. Eskisinden daha az kelime bilen, Türkçe kelimelerin anlamlarına vakıf olmayan, nedamet ile pişmanlığı, melal ile hüznü, bahtiyarlık ile mutluluğu aynı şey için kullanan bir dil ile de bunu perçinledik. Velhasıl-ı kelam genel bir dönüşüm için genel bir değişim şart. Yoksa şiir kendini bazı şairlerin çabaları ile muhafaza etse de, şiirdeki inceliğimizi bir daha yakalamamız mümkün olmayacak.