Sinanoğlu: Eternal Sunshine of the Spotless Türkçe

TAKİP ET

Yıllar önce Atsız'dan okumuştum: 'Dünyada herkes bir şeyin cahilidir

Yıllar önce Atsız’dan okumuştum: “Dünyada herkes bir şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın.” Cehaleti hiç ayıp görmedim. Okudukça, öğrendikçe cehaletimin büyüklüğünü gördüm zira, belki bundandır. Bu “cahil olduğunu fark ediş” de beni hep öğrenmeye, sorgulamaya itti. Hep kurcaladım, asla görünenle, verilenle, hazırlananla yetinmedim. Elbette her ufkun ötesi var, her dağın ardında başka bir dağ var. Ancak bu tavır, hakikati tam ve kesin anlamıyla bulamasa bile, hakikate yakınlaştıracak yegane tavırdır diye düşünüyorum. Oktay Sinanoğlu ile ilgili bir paylaşım görünce, “Oktay Sinanoğlu’nun Türkçe hakkında bildiği ve söylediği çoğu şey asılsızdı” diye bir yorum yaptım. Aman tengrim! Sanki Oktay Sinanoğlu’nun kesik başıyla fotoğraf çektirmiş, altına da “sıra sizde!” yazmışım gibi bir tepki. Ne cahilliğim, ne müptezelliğim kaldı, ne vatan hainliğim. En komiği de, “adam profesör!” çıkışlarıydı. Evet, adam profesör, fakat bu bir anlam ifade etmiyor. En azından bu tartışma bağlamında etmiyor. Zira mesele bilim, bilimsel düşünce ve ahlaksa, unvanlarınız değil, yanlışlanabilir iddialarınız ve delilleriniz mesele edilir. Profesörü beş yaşındaki çocuk yanlışlayabilir. Hem de uzman olduğu alanda! Bu teorik olarak mümkündür ve bir profesör böyle bir şey gerçekleşirse o çocuğa teşekkür etmelidir. Hayır, “Oktay Sinanoğlu falanca alanın profesörü, Türkçe profesörü değil” demeyeceğim. Çünkü keşke bütün profesörler alanlarının dışına çıksalar, o alanlarda da okusalar, gelişseler ve konuşsalar. Fakat sorun, Sinanoğlu’nun profesör olması değil, genç yaşında profesör olmayı başarması da değil; (en genç profesör hikayeleri yalandır), Türkçeye dair görüş belirtmiş olması hiç değil. Yanlış görüş belirtmiş olması meseledir ve dünyada yaşayan herkesin, herkesi eleştirme hakkı vardır, istediği alanda, istediği şekilde. Yersiz eleştirirsen cevabını alır oturursun, haklıysan kazanırsın, bu kadar basit. Peki bu kadar tepki neden doğdu? Sinanoğlu bizim yarı okumuş, kendini aydın hissetmek isteyen zavallı ve salak, komplo teorilerine meraklı, Avrasyacı tandanslı güruhumuza, kendisini aydın, zeki ve farklı hissetmek için bir fırsat veriyordu. Canhıraş bir şekilde korudukları budur, Sinanoğlu değil, “her şeyi anlamış, çözmüş, gizli resmin fotokopisini çekmiş” olma hissine geldiğini düşündükleri bir saldırıya karşı reaksiyon. Şimdi gelelim tepki almasına hayli şaşırdığım eleştirimin temellerine. Evvela Sinanoğlu’na biraz hak teslim edeyim: Gereksiz İngilizce sözcüklerin cümle içine “cool” durduğu için (bak buradaki espriyi anlamaz da buradan saldırırsanız sizi gerçekten döverim.) karıştırılmasına karşı, eyvallah. “Eğitim dili yabancı olamaz” diyor, eyvallah. Yabancı dil eğitimindeki sıkıntılara, mesela niteliksiz ve verimsiz uygulanan bu eğitim için zaman ve para kaybettiğimize dikkat çekiyor, eyvallah. Adama büsbütün düşman değilim, ancak birazcık okur-yazarlığı olan, genel kültürü olan herkesin güleceği iddialara sahip olduğu, komplo teorisyenliğine soyunduğu, bilgisiz olduğu halde laflar ettiği için muteber bulmuyorum. Yale’da yaptığı çalışmalara dair yorum yapacak bilgim yok, ancak aşağıda kendisinden alıntılar yapacağım, bilgim dahilinde yorum yapıp, beşinci sınıf bir komplo teorisyeninden öteye gidemeyen Sinanoğlu’nu neden ciddiye almamamız gerektiğini bir dizi örnekle açıklayacağım. Kendisinden yaptığım alıntıları “Bye Bye Türkçe” ve “Büyük Uyanış” kitaplarından yapıyorum ancak sayfa sayısı vermekle uğraşmayacağım, dileyen dijital versiyonlarından ctrl + f mucizesini kullanarak bulabilir. Efendim ne demiş Sinanoğlu: “Şimdi, bu aslan İngilizce bir kere çok yeni dildir. Mazisi 500 seneyi pek geçmez. Halbuki mesela Türkçenin, Çincenin en az birer 10.000 senesi var. Bu on bini nereden çıkardım çok merak eden olursa söylerim.” İngilizce, evet, başka dillerin etkisi de dahil olmak üzere birçok nedenden ötürü değişim geçirmiştir. Türkçe de öyle. Fakat İngilizce nedense 500 senelik piç bir dil oluyor da, Türkçe olmuyor. Bir de maşallah, 10.000 seneden bahsediyor aynştaynımız. Bu konuya geleceğiz ilerleyen sayfalarda. “1066'da İngiltere, Fransa'dan gelen Normanların istilâsına uğradığında, Anglo-Sakson yerliler ormanlarda sırık ve otlardan yapılmış kulübelerde oturuyorlardı. Kendi nehirlerinin bir kıyısından öbür kıyısına dosdoğru geçecek kadar bile denizcilikleri yoktu.” İnsan buna gülmez de ne eder? Mercia kralı Offa’ya Abbasi sikkeleri geliyordu mesela, hatta kendisi de bunları taklit edip sikke kestirirken kufi yazıyla sikkesinin üzerine La İlahe İllallah yazdırıvermişti. Normanlar öncesi İngiltere, yani, tecrit edilmiş “yerli”lerin sırık ve otlardan yapılmış viranelerde yaşadığı bir yer değildi. Daha komiği şu: Anglo-Sakson döneminde, yani Norman istilası önceki dönemde yazılmış “Eski İngilizce” şiirlerin en önemlisi, The Seafarer, bir denizci şiiridir. Kaldı ki, Anglo-Saksonlar İngiltere’ye deniz yoluyla gelmişlerdi. Yine, bu dalgayı takiben yaşanan Viking istilası da adada kalıcı etkiler bırakmış, Viking deniz teknolojilerini adaya getirmişti. İki sayfa İngiltere tarihi okusa, biraz meraklı bir ortaokul talebesinin bile çürüteceği böyle saçma laflar etmezdi. “İngiltere'nin Roma eyaleti oldukları devirde, İngilizce'ye bol miktarda Lâtince karıştığını söylemiştik. Buna İngilizleri sömürgecilik döneminde, bir de kendilerini Roma-Yunan medeniyetinin vârisi gibi görme hüsn-ü kuruntusunu ekleyin.” Bol miktarda Latince, hmm… Bu bolun tarifi nedir bilmiyorum, ancak geçen sözcükler genelde şehir yaşantısıyla ilgili (Street-döşeli yol, Wall-şehir duvarı, wine-şarap) yahut Romalıların getirdiği yeniliklerle ilgili sözcükler. Hıristiyanlığın yayılmasıyla da, dini sözcükler giriyor. İngiltere’deki Latince kökenli sözcüklerin kısm-ı küllisi Norman istilasıyla girmiştir, öncesinden “bol” diye bahsetmek cehalettir. “İngiltere'nin batısındaki Erin adasına sığınıp yaşamını kimlikleri içinde sürdürebilen son Keltler İrlandalılar olmuştu. (Bir de kuzeyde İskoçlar, yanda Velşler.) Roma bittikten sonra Erin Keltleri 500 yıllarından itibaren 1000 yıl kadar büyük bir medeniyet kurdular. İrlanda'nın batısındaki Atlas ummanı ile devamlı çarpışan sarp kayalıklar üzerinde kurdukları manastırlarda Erin keşişleri yazdılar, çizdiler, eski el yazması kitapları yenileyerek Roma öncesi bilgileri de yaşattılar. Bu ara Roma sonrası Avrupa tam bir karanlığa, Orta Çağ'ın vebalı, kara cadılı hurafelerine bürünmüştü. Erin keşişleri Lâtince bildikleri gibi, toplumda büyük itibarla önemli bir yer tutan Erin şairleriyle birlikte anadilleri Gaelik'i (Keltçe) geliştiriyorlardı. Toplumdaki eğitimden, çeşitli okullardan Şair sınıfı sorumluydu (Bkz. İrlanda Dilinin Başına Gelenler (1. Daniel Corkery, "The Fortunes of the Irish Language" Mercier Pres, Cork 1954-1968, 2- Birgit Bramsba (Ed.) "Homage to Ireland-Aspectsof Culture and Language", Uppsala, 1990) Tüm okullarındaki eğitim dili Gaelik idi. Keşişler zaman zaman kıta Avrupasına geçiyor, oradaki manastırlara biraz medeniyet aktarmağa çalışıyorlardı (500-800 yılları.)” Evvela, Oktay Sinanoğlu “kolej misyoner okulu demektir” diyor. Halbuki böyle bir şey yok, kolej, “colleague”lerin, yani meslektaşların buluştuğu yerdir, okul anlamını sonradan kazanmıştır. Ama kolej misyoner okulu oluveriyor da, Katolik İrlanda keşişlerinin sağa sola Katolikliği yayması nasıl “medeniyet aktarmak” oluyor, anlamadım. Ayrıca nasıl bir medeniyet aktarmışlardır acaba? Bahsettiği aktarım, Frank İmparatorluğunun özellikle kuzey bölgelerinde hala paganlık yaygın olduğu için, İrlandalı dinibütün keşişlerin hıristiyanlığı oraya yaymak için gitmesidir. 500’den başlayıp 1500’e uzanan büyük medeniyet hikayesine hiç girmiyorum, nedir acaba? Tüm okullarındaki eğitim dilinin “Gaelik” olması ise gerçekten kahkaha attırır. The Spoken Languages of Medieval Ireland  (Ortaçağ İrlandasında Konuşulan Lisanlar) makalesinde İrlanda tarihi uzmanı, İrlandalı Edmund Curtis ne diyor bakalım: “I do not forget Latin, which as a common medium for law, literature and education was as familiarly used as in every other European land at that time, both by the colonists and the Irish. Stanyhurst (Description of Ireland, 1587) says: The Irish speak Latin like a vulgar language, learned in their common schools of leechcraft and law.” Kasten çevirmiyorum, çünkü Amerikan ajanları tarafından böyle yetiştirildim. “Böyle ortak sözcükleri Kazak, Azeri, Tatar, Başkır, Özbek, Karaçay, Çeçen, Uygur Türkleri de kullanıyor.” Çeçenleri çok severim. Türkiye’de yahut dünyanın başka yerinde yaşayıp, “ben Türküm” diyen, Türklüğe aidiyet duyan Çeçenler de tanıdım, hiçbir sorunum yok. Ama “Çeçen Türkleri”nden bahsedemezsiniz. Çeçenceye geçmiş Türkçe sözcüklerden bahsedebilirsiniz, ama Çeçen Türkleri diye bir şey yok. Şimdi Sinanoğlu büyük adam, entelektüel adam, müthiş adam ama saçmalamış. Ne diyelim Mahmut mu diyelim, saçmalamış. “Yabancı Diller Uzmanlık Okulu açılmalı: Bu kadar okul dersleri yabancı dilde yapıyor, ama İstanbul'da bir uluslararası kurultay toplanacak, hem Türkçeyi hem yabancı dili iyi bilip Koşmalı Çevirme (Simültane Tercüme) yapacak kişiler bazen kolay bulunamıyor.” Bir Türk Vatana Döndü kitabından Banarlı’nın eserlerine, Türkçeye sözcük girmesine dair mülahazaları içeren (gene ince espri var burada. Mülahazaları ihtiva eden değil, içeren dememde bir espri var. Çok zeki ve akıllıyım sizi köftehorlar.) birçok metni merakımdan okumuşumdur. Vardığım sonuç şu: Kelime almak gereklidir, şarttır, lazımdır, ayıp falan da değildir. Şimdi, kelime alınmasının nedenlerinden biri de, terim yaratmaktır. Çünkü bazen aynı dilde türetme yaptığınızda, o kökle ilişkili başka şeyler de akla gelir. Mesela en çok andığım, birinci elden tecrübe ettiğim mesele: Semiotics karşılığı Göstergebilim ifadesi. Gösterge, Türkçede başka anlamlara da geliyor ve metin içinde terim anlamıyla kullandığınızda, maksadınızı karşınızdakine iletemiyor. Koşmalı Tercüme de öyle. Koşut sözcüğünde olduğu gibi, “paralel” anlamında kullanmak istemiş ama olmamış. Çünkü bilgisi pek yok, ama zehir zemberek fikirleri var. Yine de parantez içinde simültane tercüme ifadesini vermek zorunda kalıyor, biz de koşarak yapılan tercüme olmadığını anlıyoruz. “Dünyayı nüfuzları altında tutmak için, 2. Dünya Harbinden sonra çıkarılan, dünya dili İngilizce olacak propagandasını, Türkiye'deki dahili bedhahlar hariç kimse yutmadı.” Yani buna ne diyelim? Sinanoğlu, toplumun daha azının yurt dışı gördüğü, yine çok azının yabancı basını, literatürü, atmosferi doğrudan takip edebildiği bir dönemde, “Batı şöyle, Batı böyle” diye bol keseden savurarak anlatan bir adam. İsmet İnönü’ye iftiralar attığı, bol keseden savurduğu bir video için tıklayabilirsiniz. Gizli anlaşmalardan, gizli oyunlardan söz eden, muhtemelen psikolojik sorunları olan ve sömürülen bir adam portresi görüyor, bir büyük bilim adamının bu hale düşmesine de üzülüyorum. Dünya dili İngilizce olacak değil, dünya dili İngilizce oldu. Bu iyi ya da kötü bir şey değil, vakıa. Türkler Türkçü olmalılar, Türk dilini sevmeliler, geliştirmeliler, ancak kati surette ve mümkünse bütün fertleri kapsayacak şekilde İngilizce öğrenmeliler. Bundan zarar görmez, fayda görürler. “Çünkü Türk dilinin yapısı matematikseldir. Ayrıca, Türkçe okunduğu gibi yazılan yazıldığı gibi okunan bir dil olduğundan bilgisayar için en yatkın dildir.” Epey bilimsel bir iddia. Müthiş. Matematiksel olmayan bir dil yapısı var mıdır, evvela onu merak ettim. Sonra, bilgisayar diline yatkınlık için kıstasın okunduğu gibi yazılma olması… Müthiş. Sözün bittiği yerdeyim. Ama onun sözleri bitmedi, devam ediyoruz: "Meclis birden parlamento oluverdi. Milletvekilleri de parlamenter kesiliverdiler. Hayrola, bu lâfla kendilerine bir hava vermekte olanlara hatırlatalım: Parlamenter, İtalyanca kökeninde lâf üreten demektir.” Hem yorum sıkıntısı var, hem bilgi hatası. Parlamenter, İtalyancada “laf üreten” anlamına gelmez. Aşağı yukarı, “konuşan” anlamına gelir. Konuşan ile laf üreten arasında dağlar var değil mi? İşte bu yüzden deyimlere, nüanslara, eş anlamlılara, mecazlara vs ihtiyaç duyarız. Parlamenter de bu yüzden lazım: Meclisten bahsederken parlamento demek abes, ama “parlamenter sistem” ifadesinin özel bir anlamı var, bunu kullanırız ve kullanmak da iyidir. Batılılar bize oyun oynuyorlar ve Türk dilini benim istediğim gibi geliştirelim demekle olmuyor, ötesini berisini düşünmek lazım. Bakınca, şu da kendisinin ifadesi: “Her dilde yakın anlama gelen sözcük kümeleri bulunur. Bu eş-isimliler (sinonim) arasında zamanla anlam kaymaları ve ufak farklılaşmalar meydana gelir; bunlar dile zenginlik katar.” Yani bilmiyor değil, ama aceleci, belki fazla zekası nedeniyle zihnen hiperaktif. Atlıyor, önünü arkasını düşünmüyor, bir süre sonra kendisini kaptırıyor. Bir tür ritüele, yahut cinsel eyleme dönüşmüş bu onda ve maalesef etkisi büyük olmuş, kitleler onu bu konuda otorite kabul ediyorlar. “Türk ve Japon'un şiir anlayış ve duygusu, insan bağıntıları, saygı, sevgi esasları, bu yönlerde eksik ve aksak kalmış Anglo-Sakson dünyasından ne kadar farklıysa, birbirine o kadar yakındır.” Sinanoğlu Türkçe ve Japonca benzerliğine dair yığınla örnek veriyor. Japonca bilen bir arkadaşıma sordum, zırva dedi. Uzmanı olmadığım için tek tek örnek verip anlatamayacağım. Ama yukarıdaki ifadede bir sıkıntı var. İnsan bağıntıları, saygı ve sevginin eksik olduğu bir cemiyet, cemiyet halini muhafaza edemez. Anglo-Saksonlarda da bu değerlerin dik alası vardır. Üstelik o sevimli Japonların vahşetine de Anglo-Saksonlar son vermişlerdi. Japonlarla Türkler Doğulu, yüksek bağlamlı kültüre sahip olmakla benzerler ve bu benzerliğimizi birçok başka milletle de paylaşırız. Afgan kültürüne bakın, ortalama bir İç Anadolu kasabasından farksızdır, ama Afganlar “cool” değil. Japonlar “cool”. “Uygur Türkleri iki bin, üç bin sene evvel dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve en insanî medeniyetini kurmuşlardır, insanın refahını, huzurunu, saadetini, esas olarak alan devlet anlayışını kuranlar Uygurlardır.” Üç bin sene evvel… Uygur Türkleri… Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve en insani medeniyetini kurmak… Öyle bir şey yok. Türkler güzel millettir, Uygurları da bu güzel milletin kıymetli bir cüzü olarak sever sayarız. Ama böyle bol keseden üfürünce Türklük yücelmiyor. Aksine, alçalıyor, çünkü bu tarz saçmalıklar Türk düşmanları tarafından kolay çürütülüyor. Sonra bize de teşmil ediyorlar, “al” diyorlar, “çürüttük milliyetçilerin zırvalarını.” “İkinci Dünya Harbi oldu, millet birbirini yedi, bütün Avrupa aç kaldı. Her iki tarafı birden Türkiye besledi ve hazinesi de altınlarla doldu. Ondan sonra Amerika geldi boşalttırdı.” Bak sen Türkiye’ye… Muhtemelen yarım yamalak bilgisiyle bahsettiği, Türkiye’nin Almanya ve müttefiklere krom ve krom bileşikleri satması… Ki müttefikler ihtiyaç duymadıkları halde alıyorlardı, sırf Almanya’ya gitmesin diye. Kendini beslemekten aciz Türkiye nasıl iki tarafı birden beslemiş bilmiyorum, üretimi en güçlü ülke olan, devasa bir sanayi makinesiyle ordusunu besleyen Amerika’nın dahi, sahadaki ordusunda lojistik sorunlar yaşadığı, kıta Avrupasının tamamıyla, İngiltere de dahil olmak üzere karne sistemine geçtiği bir dönemde Türklerin iki tarafı da beslediği şerefsiz masonlar tarafından gizlenmiş demek. Oradan kazandığımız parayı da Amerika gelmiş zorla boşaltmış, ülkesine götürmüş, Wall Street böyle doğmuş. Bunları bilmeyen şerefsiz Bahadır cağnım hocamıza dil uzatıyor. “Bizim gibi vatan millet için bir şeyler yapmaya çalışan, başka bir dalda bir adamla tanışıyoruz. Adam sohbet arasında konuşurken diyor ki, ‘İşte falancaya gittik. Sonra hiç ses çıkmadı.’ Adam çok büyük buluşlar yapmış. Çok eski yazıtları okumuş, dünyanın birçok yerinde en eski yazıtları okumuş, çözmüş ve Türkçe olduğunu keşfetmiş. Çünkü dünyanın en eski kavmi ve en eski dili Türkçedir. Adam önyargısız çalışarak Batılıların bir türlü sökemediği yazılan okumuş. Nasıl okumuş? Çünkü sökmeye çalışırken her dille karşılaştırmış, Slovence dahil. Baktılar bir tek Türkçeyle karşılaştırmamışlar. Niye? Korkuyorlar, ya Türkçe çıkarsa diye. Bu adam da gitmiş Türkçeyle karşılaştırmış. Çünkü, Türkçenin her lehçesini biliyor. Uygurcasını, Çincesini de biliyor. Bu dilleri karşılaştırınca yazının Türkçe olduğunu ispat ediyor. Kitaplar yazıyor. Adamı Türkiye'de aforoz ediyorlar. Başka ülkede olsa adamı madalyalara boğarlar. Heykelini dikerler. Türkiye'de de aforoz ederler. Niye? Türk tarihini ortaya çıkarıyor, diye. Dünyanın tarihi değişecek bu yazılar okunduğu öğrenildiği zaman. Biz de Türkçeyi ortaya çıkarıyoruz. Kendi memleketinde en büyük suçu işliyorsun. O Türk tarihini çıkarıyor ortaya, biz de Türk dilini ön plâna alıyoruz. Türk dilinin özellikle millete bilim dilinde ne kadar muazzam bir dil olduğunu dünyada anlatmamız, birilerinin işine yaramıyor. 80'den sonra YÖK kurulurken bir taraftan da bu kurumların sahteleri kuruldu. Bunların başına milliyetçi denen bir takım adamlar kondu. Bir tanesini duyduk, bak burada söylüyorum. İsim vermiyorum ama kim olduğunu anlayacaksın. Adamı ben hiç tanımıyorum, adını bile duymadım, şimdi vekaleten bir kurumun başında bulunuyor. Bilkent'ten iki tane öğrenci gitmiş bu adama. Demişler ki, ‘Biz Türk dili üzerine araştırma yapacağız. Türk dili deyince burası aklımıza geldi. Bilgi verin, destek olun, bize.’ Bu arada benim adımdan söz etmişler. ‘Oktay Sinanoğlu hoca da böyle böyle diyor, yazdı, onu okuduk’ demişler. Bir de demişler ki, Türkçenin tarihi konusunda Kazım Mirşan isminde biri araştırmalar yapmış, eski yazıtları Türkçeyle okumuş, demişler. Bu ayarlı adam oraya daha yeni geldi, adını hiç duymadım. Adam da beni şahsen tanımaz. Bak ne diyor: -ibret olsun diye söylüyorum, şahsım hiç mühim değil- ‘Oktay Sinanoğlu'yla Kazım Mirşan'in lâfinı edecekseniz, biz sizle hiçbir şey yapmayız,’ demiş, işte böyle bir memlekette yaşıyoruz. İçinden bu kadar fethedilmiş bir yerde yaşıyoruz.” Yukarıdaki satırlar 2001 yılında yapılmış bir söyleşiden. İtiraf etmeliyim ki, Sinanoğlu deyince gülesim gelmesinin ve söylediği hiçbir şeyi ciddiye alamamamın sebebi de yukarıdaki satırlar. O yüzden sona sakladım. Kazım Mirşan’dan bahsediyor, onun engellendiğinden, Sinanoğlu ve Mirşan gibi Türklüğe çalışan adamların Amerikan ajanları tarafından bastırıldığından… İsim vermiyor ama, yıl ve “dil ile ilgili kurumun başına geçen milliyetçi” gibi ifadelerden çıkardığım kadarıyla Türk Dil Kurumu başkanına gidilmiş ve o başkan Ahmet Bican Ercilasun. Tahminimde yanılmadım, Bican Hoca Oktay Sinanoğlu isminin anılması hariç, olayı teyit etti. Bu ifadelerin neden zırva olduğunu anlatmak için Kazım Mirşan çürütmek lazım. Ancak halihazırda 5 sayfalık bir yazı oldu, Kazım Mirşan’ın da çürütmeye değecek kadar dahi bilimselliği yoktur. Zırvalarla dolu bir örgü inşa etmiş, işte pek muhteşem Sinanoğlu hocamız da o yüzden 10.000 yıllık Türkçeden falan bahsediyor. Abdülhamit toprak kaybetmedi safsatasına inanması, İnönü'ye iftira atması, evrenkent gibi saçma ve yanlış karşılıkları savunması gibi konular üzerinde durmayacağım. Tekrar edeyim, ben Sinanoğlu’ndan nefret etmiyorum. Ancak zihinsel karmaşalar yaşadığını, zekasının yanında bozuk psikolojisi nedeniyle sorunlu olduğunu tahmin ediyor, bizim komplocuların da gaza getirmesiyle sömürüldüğünü, iyice bu illüzyonlar dünyasına hapsedildiğini görüyorum. Bu bakımdan trajiktir. Tekrar etmekte fayda var, kendisi hakkında “Türkçeye dair bilgisi eksikti, iddiaları bozuktu” demem dünyanın en normal şeyidir, çünkü bunu tespit etmek için sıra dışı bir zeka ya da müthiş bir birikime gerek yok. Ancak insanların bana saldırması anormal, fakat onları da anlıyorum. Basit, kolay anlaşılır ve kendilerini özel hissettiren komplolarına derin bir aidiyet duyuyorlar, buna bir tehdit yönelince, pençelerini çıkarıyorlar. M. Bahadırhan Dinçaslan

avrasyacılık Bahadırhan Dinçaslan bye bye türkçe kazım mirşan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan nihat sami banarlı oktay sinanoğlu öztürkçe türk dil kurumu türk dili