Siyaset ve Ahlak: Mülahazalar, Gözlemler ve Beddua

TAKİP ET

Neden siyaset yapıyorum diye arada bir sorgularım

Neden siyaset yapıyorum diye arada bir sorgularım. Neden, mesela, kazandığım parayı toplantı organize etmek, misafir ağırlamak, dergi çıkarmak, dernek kurmak, pankart yaptırmak (…) gibi işlere harcıyorum, neden evimde keyifle oturmak varken saatlerce yazı yazıyor, insanlarla konuşuyor, ziyaretlere gidiyor ve ziyaret kabul ediyorum? Hele muhalifken ve siyaset yapmanın ciddi anlamda maddi/manevi bedelleri varken, mesela üç kuruşluk adamlar bir tetikçi kampanyasıyla adını FETÖcüye çıkarırken, bir sürü insana hiç suçu yokken onca iftira atılır, bu insanlar kodeslere tıkılır, işleri, hayatları epey kötü bir şekilde etkilenirken? Evet, ideolojim böyle öngördüğü için siyaset yapıyorum ama bu kök neden değil. Neden ideolojim var sorusunun cevabını da vermeliyim. Cevabım oldukça mütevazı: İnsan mutlu bir hayatı ancak cemiyetiyle birlikte yaşayabiliyor. Çok basit, şöyle bir düşünün: Cemiyetle birlikte yaşamasam, bu satırları yazdığım bilgisayarı kendim icat etmeli, onun çalışması için elektrik santralleri kurmalı, tam olarak bu virgülden sonra yaktığım sigaranın tütününü kendim ekmeli, biçmeli, kurutmalı ve sarmalıydım. Birbirimize bağlıyız ve birbirimiz üzerinde tesir sahibiyiz, teker teker kendisini oluşturan unsurların ötesinde, bağımsız ve müstakil bir olgu olarak cemiyet, üzerimizde tesir sahibi. Cemiyet ne kadar sağlıklı, düzenli ve müreffehse, o kadar mutlu ve huzurlu, o kadar özgür ve tatminkar bir hayat yaşamamız mümkün. Şu halde bu cemiyetin parasız yatılı okumuş, ama okumuş, kendince, yine cemiyetin sağladığı imkanlar sayesinde bir dağarcık edinebilmiş çocuğu olarak, bunu yapmamın, bilgim ve imkanım dahilinde faydalı olmak için çalışmamın şart olduğunu düşünüyorum. Bu bir vazifedir, bir borçtur. Fakat Türkiye’de uzun süredir bambaşka bir manzara var: Siyasete has bir ahlak anlayışı. Siyaset yukarıdaki satırların doğrultusunda, bu amaçla yapılmıyor, yapılmadığı gibi, siyasete has bir ahlak, siyasete has gerçeklerden bahsediyoruz. “Siyaset bunu kaldırmaz” diyoruz mesela. Yahut “siyasilerden bu beklenir.” Ahlakın kaideleri ve tespitlerinin zamana göre değişebileceğinden eminim; bir fikir, bir mefhum hiç ortaya çıkmamışsa, onun yokluğunda ona mugayir davranan kitlelere ahlaksız diyemeyiz: 2000 yıl önce “insan hakları” kavramı mayalanmamışken Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi kaidelerine uyulmuyordu diye tespit yapamayız. Ancak aynı zaman diliminde yaşadığımız, bizimle aynı dünyayı, gerçekleri, oksijeni, birikimi, ortamı paylaşan insanlara has bir ahlak anlayışının olması tuhaf değil mi? Mesela siyaset yalan söylemeyi, dün dediğini, hiçbir açıklama yapmaksızın, özeleştiri yahut özür olmaksızın yalanlamayı normalleştirebiliyor. Bu siyasetin doğasında var diyoruz. Yahut birbirlerine en ağır lafları edip, birbirlerinin seçmenine dahi hakaret eden tipler tokalaşıyor, gülüşüyorlar. Hatta bu tablo, medyada güzel bir örnek olarak gösteriliyor. Halbuki biz “sıradan insanların” hayatında bu iş böyle olmaz. Birisi bana böyle hakaretlerde bulunsa, karşılaşınca muhtemelen tokatlarım. Tokatlayamıyorsam bile, herhalde elini sıkmam, hele sırıtarak poz hiç vermem. Hal böyleyken, siyaseti bizim nedenlerimizden ötürü, bizim saiklerimizle yapmayan, paralel bir ahlak anlayışı geliştirmiş, kendi “gerçekleri” olan, farklı fizik ve cemiyet kurallarının işlediği bir dünyanın insanlarıyla karşı karşıyayız. Siyaseti yapan tip, en az siyaset kurumu kadar önemli. Bu tipin özellikleri, doğrudan ve dolaylı olarak cemiyeti etkiliyor. AKP iktidarında Ankara’da kalburüstü yemek mekanlarının çoğu kapanırken, “pahalı kebapçı” ve “pahalı nargileci”ler çoğaldı. Yalnızca varlıklarıyla bir şehrin “sosyete”sinin mahiyetini, davranışlarını ve o sosyeteye hizmet veren endüstriyi değiştirebiliyorlar. Bunun gibi, her türlü ahlaksızlığı “siyasetin gereği bu” diyerek meşrulaştırmaları da, yeni nesillerin ahlaksız büyümesine neden oluyor/olacak. Her türlü alçaklığın alkış topladığı ve ahlaksızlığın hiç bedel ödetmediği, ama ahlaklı duruşun başa sürekli bela açtığı bir ortam, her gün gazeteler ve televizyonlar yoluyla sergileniyor. Bunu izleyerek büyüyecek çocukların vay haline! Peki bu tiplerle siyaset nasıl yapılıyor? Evvela şunu soralım: Normalde siyaset nasıl yapılır? Zira siyasetin insan kitlesi yalnızca vekil, bakan, başkan olanlarla sınırlı değil. Her sandığa bir adam dikeceksin, her mahallede örgütleneceksin. Bu örgütlenme nasıl yapılmalı? Aynı düşüncede olup, aynı çözüm önerisinin memlekete faydalı olacağına inanan insanlar bir araya gelir, güçleri, imkanları ve istekleri nispetince katkı yaparlar, yetenekliler, ikna kabiliyeti yüksek olanlar temsil makamlarına getirilir değil mi? Ahlaksızlık, tetikçilik, nepotizm had safhadaysa peki? İktidara, güçlü olana, ancak güçten nemalanmak isteyenler yaklaşır. Küçük insanlar için siyaset bir işe girme aracı, atama yaptırma aracı, biraz daha büyükleri için ihale ve yolsuzluk aracıdır. Meşhur deneydeki hazzı erteleyemeyen çocuklar gibi, kısa vadede siyasetten iş, aş beklememenin uzun vadede bunlara muhtaç kalmayacağımız bir Türkiye’yi yaratacağını idrak edemeyiz, ettiremeyiz. Siyasi alanda mücadele verenler, bu beklenti içindedirler. Çoğu zaman da, bu beklentileri ideolojimsileri öne atarak güçlendirirler. Beklentiyi karşılayamadıkları ya da beklentinin arttığı durumda buna sığınırlar, bu işlerini kolaylaştırır. Tam olarak bu sebepten tarikat ve cemaatlerin siyasette etkinliklerini arttırdıkları bir işlev karşımıza çıkar. Fedakar adamı, sırtında çuval taşıyacak, gece vakti yazılama yapacak, pankart dağıtacak, seçim çadırını kalabalık tutacak adamı nereden bulacaksın? Hele ideolojin yoksa? Tarikatten, cemaatten böyle adam bulmak kolaydır. İdeoloji yoksa, siyasetten beklenti budur, siyasetin yapılış şekli budur. Burada, gördüğünüz üzere, cemiyetle ilgili hiçbir şey yok. Daha doğrusu, cemiyet burada edilgen durumda: 80 milyonun yaşadığı bir ülkede elbette hacimden kaynaklanan büyük bir rant söz konusudur. Her şey olumsuz olsa, bütün ekonomik göstergeler negatif gitse bile, bu kadar büyük bir ülkede büyük ve hantal devlet bir kısım profesyonel siyasetçiyi besleyecek rantı her zaman sağlayacaktır. Tabandan tavana bir büyük piramit, bunu hedefleyerek siyasete girer. İdeolojimsilere kapılan saftirikler her zaman olacaktır, yahut bazı partiler gerçekten ideolojileri varmış gibi yaparlar. Bu saftiriklerin de kanını emer, posasını çıkarır, kenara atarlar. Ancak bütün bunlara rağmen ülkedeki her şeyi, her gidişatı siyaset kurumu belirlediğinden, siyasetten kaçınmak hiçbir fayda sağlamaz, hatta zarar verir. Bütün kararları bu güruhun eline koşulsuz terk etmek demektir bu; kıyafetiniz nedeniyle dayak yediğinizde, mesela, kadın düşmanı siyaset kurumunun tarikatten arkadaşı olduğu için atadığı, kadının dövülmesini makul gören şeriatçı hakime denk gelebilirsiniz, saldırgan ceza almaz, hatta aferin bile alabilir. Siz kaçınsanız da, siyaset sizi mutlaka bulur ve ondan etkilenirsiniz. Şu halde siyaseti nasıl yapmalı? Hep tavana çaktık, biraz da tabana çakalım. Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce sohbet ettiğim kıymetli bir ağabeyimin cümlesini aynen alıntılıyorum: “Ömrü milliyetçi kültür atmosferinde emir komuta kültürü ile geçmiş adamların demokrasi talepleri saygıya değer olsa da kurumsallaştığı anda herkesin içindeki tiran harekete geçiyor.” Pratiğimiz, tecrübemiz, kültürümüz yok. Her şeyi geçtim, 20 yıllık güç teksifi iktidarında muhalifler tecrübe kazanamadılar, makam, mevki, ün ve unvan sahibi olamadılar. Bu bizi bir kısır döngüye hapsediyor: “Dahil” olamadığımız için etkili ve meşhur siyasetçiler olamıyoruz, ikna edemiyoruz, edemedikçe dahil olamayışımızın süresi uzuyor. Bunun yanında, ağabeyimin mezkur tespiti de önemli: Bireysel olarak aydınlanmış olsak bile, bir araya geldiğimizde, ancak maruz kaldığımız eski, muzır yapılardan tecrübemiz olduğu için, istemesek dahi oradaki davranış kodlarını sergiliyoruz. Gayet güzel meziyetlere sahip olsa, kendini geliştirse de, babasından dayak yiyerek büyümüş bir çocuk, kendi çocuğuyla bir kriz yaşadığında ister istemez ilk yöntem olarak dayağı düşünecektir. Ne kadar pedagoji kitabı okumuş olursa olsun, omuriliğine bu işlemiştir zira. Bizim mahallenin, yani Türk milliyetçisi camianın böyle bir sorunu da var. Bize Bizans’tan geçen hastalıklar, hani… Bir Türk milliyetçisi olarak kişisel hikayem “gettomun dışına çıkma ve orada tecrit edilmemiş bir camia inşa etme” mücadelesinden ibaret. Lisede alevi arkadaşlarımı Ülkü Ocağı’na götürmemle başlayan, ilk etapta tarif edemesem de içgüdüsel olarak yöneldiğim, fark ettiğimde de kendimce örgüleştirdiğim anlayış bu: Gerçek dünyayla rabıtalı milliyetçi bir fikir arayışı ve bu fikre nitelikli, getto özellikleri göstermeyen bir kitle yaratmak. Bunun için şartların çok olgun olduğunu gördüm ve kendimce bir hedef kitle tespit ettim: Beyaz yakalı, beyaz fikirli, beyaz Türkler. Mesleği olan, eğitimi olan, kendince bir saygınlığı ve en önemlisi kendisine saygısı olan, üstelik siyaset simsarlarından çok daha nitelikli, çok daha faydalı ve almak için değil, vermek için siyasi kaygı duyan, eylem yapan bir kitle. İYİ Parti’nin tam olarak bu kitleyi siyasete taşıyacak, bu kitlenin görünürlüğünü arttıracak bir hamle olduğunu düşünmüştüm. Bu kitlenin teveccühünü de kazandı. Ancak ortada bir tuhaflık var; İYİ Parti’nin temsilcilerinin çoğu bu kitleyle uyumlu değil, bu kitleye hitap etmiyorlar, temsil yalnızca kağıt üzerinde, temsil ettikleri zihniyet ve taban farklı. Dolayısıyla bu misyonunu yerine getiremedi. Mevcut manzaraya bakınca, getirecek gibi de durmuyor. Böyle bir tespiti yok, böyle bir çabası yok, kendine böyle bir misyon biçmiyor. Kendine ne misyon biçtiğini anlayamadığım anda istifa ettim zaten, şu sıralar fiili olarak yalnızca iş ve işçi bulma kurumu gibi davranıyor, çoğunda da başarısız oluyor. İdeolojik olarak yeterli ve etkileyici değilseniz, kitleniz de sürekli “kendinden olmayan insanlar”ı milletvekili yaptığını düşünmeye başlar, yavaş yavaş soğursa, il ilçe kongrelerinde sabık partimizde alışık olduğumuz manzaralar görürsek, elbette bahsettiğim kesim partiden soğuyacaktır ve soğudu da. Ancak bu kesim varlığını devam ettiriyor. Her şeye rağmen birçok alanda memlekete dair kaygılı, yüksek nitelikli, doğru ve akılcı sorular soran, bilgi ve imkanı dahilinde doğrucu ve iyi niyetli cevaplar bulan insanlar tanıyorum. Herhalde dünyanın hem en yapmacık ve kolay taklit edilebilen, hem de en samimi ideolojisi milliyetçiliktir. Bu kitlenin ihtiyaçlarına, bilimin kaidelerine ve insan haklarının rehberliğine göre şekillenmiş bir milliyetçilik, bu kitleyi peşinden sürükleyecektir. Bu kitlenin örgütlenmesini, bu örgütlenmenin de “samimi” olmasını sağlayacaktır. Çünkü yapmamız gereken talep oluşturmak değil, talep her geçen gün büyüyen yığınlarda var ancak arzı sağlamıyoruz. Sağlayacak yapılar eski hastalıkları nüksedince sahte mehdi hikayeleri yaşatıyor. İYİ Parti içerisinde hala sevdiğim, benimsediğim insanlar var. Üstelik bu partinin kişisel hatıra defterimde adı altın harflerle yazılı, çünkü her şeye rağmen Meral Akşener bana yetki ve sorumluluk veren ilk genel başkandır. Ancak benim önceliğim parti, şahıslar yahut makamlar değil, Türk milliyetçiliği. Türk milliyetçiliğini geleceği açısından bakınca, İYİ Parti’nin dağılmaya yatkın, “parti olamamış bir parti” olduğunu düşünüyor, kaygılanıyorum. Şu halde bir dost, bir kardeş olarak o insanlara tavsiyem, partinin değil, bu kitlenin siyasetini yapmalarıdır. İYİ Parti emarelerin gösterdiği gibi dağılır yahut silinirse, bu kitle ortada kalacak. Kendisiyle en çok teması olan, her şeye rağmen kendisine “temsil edildiğini hissettirmiş” olan insanlara yapışacaktır. Bu, yanlış politikalar tarafından mahvedilen bu potansiyeli kurtarmak adına atabileceğimiz bir adım. Yoksa İYİ Parti, yıllardır beklediğimiz, kaç neslin özlediği temiz, demokrat, ilerlemeci milliyetçi açılımın fünyeyle patlatıldığı bir operasyon olarak tarihe geçecek, iyi yanlarına, siyasete yaptığı katkılara da haksızlık olacak. Tesellim o ki, yazının uzunca bir bölümünde anlattığım ahlaksız siyasetin mümkün kılındığı Türkiye git gide yok oluyor. Yeni nesillerin davranış kodları, yaşam tarzı onlara bağışıklık sağlıyor. Siyaset simsarlarının, ahlaksız herif ve karıların el ovuşturarak gemisini yüzdürebileceği siyasi ortam, yeni nesillerin algılama ve davranış farkı duvarına toslayacaktır. Samimiyetini ispat ve ahlaki zeminini muhafaza eden aktörler için İYİ Parti çoğu zaman kıyma makinesi işlevi gördü, ancak bu hengameden kurtulan birkaç isim için kuluçka makinesi işlevi de görebilir. Bir iletişimci olarak söylüyorum, bir malın müşterisiyle tüketicisi her zaman aynı değildir. Pırlanta reklamı yapacaksınız mesela… Kadına farklı bir mesaj, erkeğe farklı bir mesaj verirsiniz. Satın alacak olan erkektir, ancak takacak olan kadın. Kadının gözünde pırlanta markanız “iyi” olmalıdır, ancak erkeğin gözünde de, diyelim ki, ekonomik. Sonra, bütün pazarı hedefliyorum diye bir strateji olamaz: Bir hedef kitleniz, belki ikincil bir hedef kitleniz olur. Gördüğünüz boşluğu doldurursunuz. O boşlukta tutunursanız, pazar payınızı arttırmak için yeni açılımlar, marka genişletmeleri yapabilirsiniz. Ama önce bir hedefiniz, üzerine temel oturtabileceğiniz bir tabanınız olmalı. Türk siyasetinin en büyük boşluğu, kendilerini böyle tanımlamasalar bile milliyetçi meyil gösteren, beyaz Türklerin temsil eksikliğidir. Üstelik bu kitle Türkiye’nin en eğitimli, en nitelikli kitlesidir! Yıllardır sürekli temasta olduğum bu kitlenin de, gerek kişisel hayatımdaki gözlemlerimde, gerek etkinlikler, toplantılar vesilesiyle toplu olarak gözlemleme fırsatı bulduğum durumlarda gördüğüm kadarıyla aradığı iki şey var: Samimiyet ve ahlak. Bu iki konuda sürekli hayal kırıklığına uğradığı için siyasetten soğuma emareleri de gösteriyor, manzaramıza bakın. Samimi ve ahlaklı adamlardan müteşekkil bir kurum oluşturamadığımız için, ülkenin en nitelikli, cemiyetin en çok yatırım yaptığı kitleyi, ülkeden, memleketten, siyasetten, Türklükten soğutuyoruz. Allah belamızı versin.

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan