Sosyal Medya, Sinanoğlu, Tartışmalar

TAKİP ET

Sosyal medya üzerine daha önce de bir yazı yazmış, konu ile ilgili fikirlerimi bir ölçüde ifade etmiştim

Sosyal medya üzerine daha önce de bir yazı yazmış, konu ile ilgili fikirlerimi bir ölçüde ifade etmiştim. Bu mecburi tecrit günlerinde insanoğlu vaktinin önemli bir kısmını hem yazabildiği, hem de okuyup sosyalleşebildiği bu mecraya daha fazla ayırma eğiliminde. Bunda elbette tecridi kırma, insanlarla bir arada olma, yaşanabilecek herhangi bir ruhsal buhranı önleme duygusunun etkisi vardır. İnsan, her ne kadar yalnız kalmayı istediği zamanlar olsa da genel olarak sosyal bir varlıktır. Sosyal medyanın elbette pek çok nimeti var. Bu, normalde ulaşılamayacak kişilere daha çabuk ulaşabilme, toplumsal birliktelik kurma, arkadaş edinme, bilgiye erişme gibi bazı başlıklar altında konuşulabilir. Bu başlıklar çeşitlendirilebilir veya detaylandırılabilir. Öte yandan sosyal medyanın diğer bir yanı da bıçağın keskin tarafı gibidir. Toplumsal kutuplaşma, linç kültürü ve yanlış okumaları bu kısımda sayabiliriz. Bu kısım, son zamanlarda ilk bölümdeki olgular karşısında daha muhkem bir mevzi kazanmıştır ve insanlar hızla bir karşıtlık üretip akabinde karşıdakinden daha fazla bağırarak, kendi haklılığını ispat yoluna girmeye başlamıştır. Bu da ne yazık ki sözün kıymetini ortadan kaldırıp, kitlenin kıymetini daha fazla öne çıkarma gibi bir duruma yol açmıştır. Herkesin şikâyetçi olduğu o “güruh”, bir tehdit veya baskı aracı olarak tercih edilir hale gelmiştir. Bir diğer mesele ise sosyal medyada “tüketimin” artık tek gerçek haline gelmeye başlamasıdır. İnsanlar normalde internette basit bir aramayla bulabilecekleri bilgileri, sadece belirli kişiler yazdı diye okuma veya aslında ilgilenmedikleri bir konuyu, çok kolay bir şekilde unutacak olsalar da bir “akış” içinde yazıldığı için takip etme gibi bir tercihe yönelmişlerdir. Bu tür bir okuma ilk başta kazanım gibi görünse de verilen bilginin doğruluğu, yanlışlığı, araştırmanın sıhhati, verilerin işleniş şekli, sunum tarzı gibi pek çok mesele göz ardı edilebildiği için aynı zamanda bir tehlikeyi de barındırmaktadır. Bunu özellikle 2010-2015 arasında hızla gelişen “anonim” hesaplarda daha net bir şekilde görürüz. Yıllar önce yanlışlığı ispat edilmiş, doğrusu aktarılmış, sıhhatli olmadığı ifade edilmiş pek çok bilgi dahi yeni bir bilgi gibi verilebilmekte ve hakikatten çok daha hızlı yayılabilmektedir. Bu da yalanın yayılmasının, doğrunun yayılmasından daha süratle gerçekleştiği tezinin bir ispatı gibidir. Oysa bu çok tehlikeli bir durumdur ve düzeltilmesi bazen mümkün olmamakta; böyle bir imkân olsa dahi geride bir takım sıkıntılı haller bırakabilmektedir. Yani, asıl mesele baştan doğru bilgiyi, yanlış bilgiyi ve hatta güdümleme (manipülasyon) içereni birbirinden ayırt edebilmek ve doğru kaynaktan, doğru özü alabilmektir. Peki, bugünlerde mümkün müdür? Maalesef, pek değildir. Ne yazık ki insanlar, kendilerinin kıymet verdiği insanların fikirlerini tartışma duygusundan hızla uzaklaşmış, sadece tepkisel ve yorumdan uzak tavırlar sergiler hale gelmiştir. En son Oktay Sinanoğlu üzerine çıkan tartışma mesela. Oktay Bey, özellikle 2000’li yılların başında, Bye Bye Türkçe kitabı ve konuşmaları ile popüler bir figür haline gelmiştir. Öyle ki kitabı çok satanlar arasına girdiği için, korsan kitap tezgâhlarında dahi görülmeye başlanmıştır. Bu yıllar aynı zamanda Alev Alatlı’yı ve Banu Avar’ı da çıkaran yıllardır. Bunda özellikle o dönem yükselen AB karşıtlığının ciddi bir etkisi vardır. Sosyal medya henüz bugünkü haliyle ortaya çıkmadığı için, Türk toplumundan taraf, Batı ve AB karşıtı olarak görülen kişilere karşı teveccüh bu manada belirli isimlere yönelmiştir. Oktay Bey de bu manada popüler bir figür olarak kabul görmüştür, fakat kendisini Türkçe alanında bir otorite olarak kabul etmek, yüzde yüz doğru tespitler yaptığını iddia etmek doğru mudur? İşte, bunun sorgulanması meselesi bir anda “Oktay Sinanoğlu’nun daşlıyolla” şekline dönüşmüş ve ortalık bir anda toz duman olmuştur. Öncelikle belirtmek gerekir ki Oktay Sinanoğlu’nu meşhur eden şeyin Yale’deki çalışmaları, Japonya’ya özel elçi olarak gidişi, Tübitak’a katkıları veya "Kuantum mekaniği'nde Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri" problemini çözmesi olmaması bu ülkenin bir ayıbıdır. Bunların hiçbiri konuşulmadan sadece “dünyanın en genç profesörü” unvanı ve Türkçe konusunda yazdığı kitabı ile değer bulmuş olması da ülkemizde Batı / AB karşıtlığının, bilimden çok daha fazla değer bulduğudur. Bu, söz konusu durum ile yeniden tescillenmiş acı bir gerçektir. Gelelim şimdi asıl meseleye. Oktay Sinanoğlu veya başka bir ismin görüşlerinin sorgulanması hukuka, insan haklarına, temel hak ve hürriyetlere aykırı bir durum mudur? Değilse, kopan yaygaranın tam olarak sebebi nedir? Türk Milliyetçilerinin Türkçe konusundaki söylemleri incelemesinden, irdelemesinden, bunun üzerine fikir beyan etmesinden daha tabii ne vardır? Üstelik bu incelemenin bu kişinin unvanı, görüşleri, yaşadığı yer ile direkt bir alakası yok ise, sakıncalı görülen kısmı tam olarak neresidir? Bir bilim insanı, zaten kendisinin görüşlerine getirilen eleştirileri dikkate alır, değerlendirir, bunları yeni bir kıymet sunmak için kullanır. Yanlışsa, doğrusunu anlatır; kendisi yanlışsa, hakikatin peşine düşer. Bu noktada, meşhur kıssayı anlatmamak olmaz. Mimar Sinan, “ustalık eseri” Selimiye’nin inşaatı sonrasında karşısında oyun oynayan küçük çocuklardan birinin arkadaşına “Şu minare eğri yapılmış” dediğini duyar. Çocuğa “Göster bakalım hangi minare eğri olmuş” dediğinde, çocuk “Şu sağ taraftaki minare eğri” diye gösterir. Mimar Sinan çocuğun yanında ustalara talimat verir ve “Bize bir halat getirin” der. Sonra halatın bir ucunu minareye bağlattırır. Küçük çocuğu yanına çağırır ve şöyle söyler: “İşçiler şimdi halatı çekerek minareyi düzeltecekler. Minare düzelince sen de tamam diyerek bizleri uyar.” İşçiler halatı çekmeye başlar ve biraz sonra küçük çocuk, “Tamam düzeldi!” diye bağırır. Mimar Sinan çocuğa “Şimdi tamamen düzeldi mi?” diye sorunca, çocuk da “Evet düzeldi, şimdi daha güzel oldu, bak” diye cevap verir. Ustalar bu olaya anlam veremez. Bunun üzerine Mimar Sinan ustalara şu kıymetli sözleri söyler: “Bu küçük çocuğun kafasındaki minarenin eğriliğini düzeltmeseydik, çocuk caminin yanından her geçerken güzelliğini göremezdi. Kafasındaki minarenin eğriliğine takılırdı. Önlem alınmazsa, dedikodular aslı astarı olmasa bile iz bırakırlar. Böylece caminin adı da eğri minareli cami olarak yayılırdı.” Şimdi, yeniden asıl konumuza dönecek olursak, Türkçe üzerine bir tartışma yürütülecekse, bunu yaparken Türkçenin hakikatlerinin konuşulması elzemdir. Bunu yaparak yürütülen her tartışma neticesinde kazanacak olan Türkçe ve Türk kültürü olacaktır. Bunun dışında yapılacak her tartışma ise ancak ve ancak, kitlelerin birer “taşlama” ayinine döner ve asıl mesele bir kenarda öylece kalır. Hiçbir kıymet kazanmadığı gibi, hiçbir hakikate de hizmet etmez. Yazıma son verirken değerli okuyuculara, büyük dil bilimci Ordinaryüs Profesör Reşit Rahmeti Arat’ı ve yine onun rahle-i tedrisinden geçmiş Profesör Muharrem Ergin’in dil ve edebiyat üzerine kıymetli eserlerini okumalarını tavsiye ediyorum. İlginiz Türkçeye ise, amacınız Türk dili ve edebiyatı üzerine bilgi edinmek ise, bu kaynaklardan başlamanız ve sonra diğerlerine yönelmeniz daha doğru olacaktır. Yok, “ben bugün buldum bugün yerim, yarın buldum yarın yerim diyorsanız”, o başka. Suni gündemin dehlizlerinde bir o yana bir bu yana yalpalamaya devam. Veysel Çıtlak

karantina Muharrem Ergin oktay sinanoğlu sosyal medya