Sosyal Medya Türklüğü

TAKİP ET

Sosyal medyanın Twitter kısmına ara verdiğimde, en son Türkçülük ve Türkçülük neyi amaçlar üzerine bir tartışma vardı

Sosyal medyanın Twitter kısmına ara verdiğimde, en son Türkçülük ve Türkçülük neyi amaçlar üzerine bir tartışma vardı. Dün bir dostum vasıtası ile haberdar olduğum bir “tivit”, bu tartışmaların aslında hiç bitmeyeceğini, çünkü bazıları için meselenin öze inmek değil, konu üzerine birtakım “aforizmalar” yazmak olduğunu yeniden düşünmeme sebep oldu. Öyle ya ‘Yörük şöyle olur’, ‘Türk böyle olur’ türü söylemlerin çoğu, sosyal medyanın insanlara yazmak için verdiği karakter sınırını doldurmak istekleri ile alakalı hale geliyor bir yerde. Yani sadece bir seferde her şeyi söyleme isteği, insanları birtakım sloganlara veya aforizmalara yönlendiriyor. Eskileri kullanmaktan kaçınmak isteyenler de yenilerini yazmaya çalışıyor fakat onların da bir kısmı, ilk halinden daha tuhaf bir görüntü arz ediyor. Bazı söylemleri “modifiye etmeye” çalışmanın bir manası yok. Türklük kavramının son zamanlarda yapılan bazı tanımlamaları, Anadoluculuk ile İttihad-ı İslam arasında bir yerde sıkışmış vaziyette. Bunun temelde iki sebebi var: Birincisi, özellikle 1980 sonrası ülkeye giren Mısır ve İran kaynaklı kitaplar ve dönemin bazı yazarlarının bu yöndeki yayınları, ikincisi ise bazı kişilerin söylemlerinin dönemin şartları veya arayışları içerisinde değil de bugüne göre düşünülüp, yeniden sunulmak istenmesi. Bunları bir arayış olarak yadırgamıyorum fakat bunların yegâne doğru olarak sunulması konusuna da şerh düşmek istiyorum. Öncelikle Şam vilayetinin bu kadar öne çıkmasını, mevcut Suriye konusunda bir şeyler söyleme ihtiyacının bir dışavurumu olarak görüyorum. Oysa bizim tarihi olarak Halep ile bağlarımız, Şam ile olan bağlarımızdan daha derindir. Şam meselesi özellikle 2000’li yılların başında, Hakan Albayrak’ın da içinde yer aldığı, hatta başını çektiği bir grup tarafından “Türkiye ve Suriye’nin birleşmesi” tezinde yer almaktaydı. Onlara göre, olası bir birleşmenin ertesi günü İstanbul’un şerbet satıcılarını Şam’da, Şam’ın tatlıcılarını İstanbul’da görmek mümkün. Şam meselesi eğer konuşulacaksa, sonuç ancak buraya çıkacaktır. Yoksa Suriye’deki Türklerin/Türkmenlerin haklarını muhafaza ve hayatlarını garanti etmek ile bu konu tamamen farklıdır. Birinde kültürel ve siyasi olarak birleşme fikri varken, diğerinde sadece kültürel ve siyasi olarak hakların korunması vardır. Hele Tuna’da veya herhangi başka bir yerde abdest alıp Şam’da namaz kılmanın ne kadar ilgili olduğunu da bilemiyorum. Neticede bu minvalde yapılan bir Türklük tanımında, ortaya bir tartışma çıkması mukadderdir. Daha doğrusu, tartışmanın belirli bir zemine oturma imkânı ortadan kalkmış olur. Oysa kesin bir Türklük tanımı mümkün değildir. İnsanlar kendilerini Türk hissedebilir veya etmeyebilir. Türklük konusunda bir beyanları varsa bu beyana uymaları beklenir sadece. Öte yandan, kutsal bir metin olmadığı için şu hususlar Türklük dairesi içindedir ama bunlar değildir, demek de mümkün değil bence. Mesela Anadolu’daki geleneksel alkol tüketimi de geleneksel dini yaşayış da bir yönüyle Türklük dairesi içindedir, çünkü bu insanlar kendilerini Türk olarak tanımladıkları halde bunlardan birini yaptığında veya yapmadığında, onları bu daireden atamayız. Yine Orta Asya söz konusu olduğunda ileri sürülen, “Onlar Ruslaştı” sözü de aynı şekildedir. Türklüğün tanımını kendi coğrafyamıza veya adetlerimize göre yaptığımızda, aynı şekilde karşıdan “Onlar Araplaştı/Farslaştı” sözünü de duymamız mümkündür. Mesela bazı eserlerde Türkler seyrek sakallı, bıyıklarının arası açık olarak tasvir edilir. Savaşçı tasvirlerinde bıyıklar ve kenarları kesilmiş, ortası uzatılmış saç tasviri görülür. Attila’nın kollarının gövdesinden daha uzun olduğuna dair rivayetler vardır. Bütün bu ve benzeri tanımlamalara bakıldığında o zaman Batı Türklüğü, Kuzey ve Doğu Türklüğüne göre “asimile” mi olmuştur? Yahut dini bir pencereden bakarsak, Sünni veya Şii Türk devletlerinden birini Türklük dairesinden atmamız mümkün müdür? Mezhep tercihi bunların Türklüğünü etkilemiş midir yoksa bu tercihler daha ziyade siyasi ve ekonomik birtakım sebeplere mi bağlıdır? Bir başka örnek, “kâfir ile savaşmayı göze alan Müslümana, Türk denmesi” meselesi. Çok uzaklara gitmeye, bazı Arap kabilelerinden örnekler vermeye veya başka başka misallere gerek yok. Balkan Savaşları’nda evini ve ailesini korumak için gece görev yerini terk edip evine gidenlerin olduğunu, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde cepheden kaçanların olduğunu ve hatta bunların bir kısmının kargaşaya sebep olduğunu, yine Osmanlı Devleti döneminde bunların yaşandığını, askere gitme konusunda karşı koymaların veya askerden kaçmaların olduğunu biliyoruz. Şimdi bu insanlar dil ile kendilerini Müslüman olarak ikrar ediyorsa, o halde kâfirle çatışmaktan kaçtıkları için bunların Türk olmadığını iddia edebilir miyiz? 10 sene birçok cephede savaşan, artık ruhen ve bedenen bitmiş bir kişinin veya cephedeki psikolojik ortama uyum sağlayamamış birinin cephesini terk etmesini Türklükten firar olarak algılayabilir miyiz? Burada, askerden firar etmeyi övmüyorum, fakat bazı tanımlamaları yaparken kullanılan üslubun, temel Türklük tanımına direkt bir katkısı olmadığını biraz “uç” bir örnekle anlatmak istiyorum. Yaşamak için kaçanla, ölmek için kalan arasında bir derece farkı olabilir ama birisini, Türklük dairesinden atmak, bir tivitlik yahut bir hamasi cümlelik iş midir? Meseleyi çok uzatmadan toparlamak istiyorum. Bugün Türkçülük çok daha ciddi meselelerle hemhal olmak mecburiyetindedir. Geçenlerde Kırım Tatarları bir bildiri yayınlayarak, Rusya’nın 6 yıl önce ilhak ettiği Kırım üzerindeki emellerini nihayete erdirecek bir yasa değişikliğine karşı çıktılar. Üstelik, “Rus yasaları bütün yasaların üzerindedir” şeklinde olacak bu düzenlemenin, sadece kendilerini değil, ülkedeki ve bölgedeki herkesi de aynı şekilde etkileyeceğini belirttiler. Peki, Tuna’da abdest, Ankara’da kahve, Şam’da namaz, Tebriz’de seyir derken, bu meseleye ne kadar müdahil olabildik veya tepki koyabildik? Yine bir dönem, plakalardan yola çıkılarak 82 denilen Kerkük’te yeniden Türkmenlere yönelik bir dizi faaliyet yürütülürken, Kuzey Irak yönetimi devletimize yönelik söylemleri yeniden piyasaya sürerken, Yunanistan Ege ve Akdeniz üzerindeki emellerini tekrar dillendirirken, bu noktalara ne kadar odaklanabildik veya bu konularda kamuoyu oluşturabildik? Önceden, “Türk’e Türk propagandası” eleştirileri vardı, fakat artık Türk’e Türk propagandası dahi, Türk’ün kendinden olmayan kısmını ezmeye yönelik bir tavır haline dönüştü. Uluslararası kamuoyuna Türk propagandası ise maalesef istediği mevzilere erişememiş halde. Ya bizi motive eden “romantik” öğeler tamamen “gerçekleşti” yahut da bizler, bizi bir kutlu ülküye götürecek, bizi yüce bir erek için birleştirecek o yönümüzü kaybettik. Her halükarda, ziyandayız!.. Veysel Çıtlak