Titrek Kemal

TAKİP ET

'Ben artık, gelme ihtimali olan hiçbir şeyi beklemiyorum

“Ben artık, gelme ihtimali olan hiçbir şeyi beklemiyorum. Bu dünya ile bağım, gelmeyeceği kesin olan şeyler üzerine” dedi Kemal, kafasını önündeki kül tablasına eğmiş, sigarasının külünün düşüşünü izlerken. “Bir zaman, çok bekledim… Şu köşede mesela!” O sırada kafasını bile kaldırmamış, sadece parmağı ile az öteyi işaret etmişti. “Hatırlamıyorum kaç gece geçirdim orada, kaç gece sokak köpekleri ile kavga ettim, kaç gece sigaraları uç uca ekledim… Bilmiyorum. Hem bilsem de değişmez ki hakikat. Bir kez hakikate erince, yalnız hakikat ile yaşamak gibi tehlikeli bir yola girer insan. Ne hayal ne umut ne de başka bir duygu. Yalnızca, sert bir hakikat rüzgârı vurur her gece zihnindeki kapılara. Sesini ta uzaktan duyduğun, ıslığı tanıdık bir rüzgâr.” “Neden peki abi, neden böyle” diye bıçak gibi böldü sözü birisi. Kimin sorduğunu merak etmiştim ama o arada meseleyi kaçırma endişesi, Titrek Kemal’den başkasını görmeme imkân tanımıyordu. Söyleyeceklerini yakalayamam endişesi ile adeta ağzının içine bakıyordum. “Neden olmasın” dedi usulca. “Al, beylik bir laf” diye düşünüyordum ki devam etti sigarasından bir uzun nefes çekip. “Neden olmasın? İnsan, neden arayınca buluyor zaten. Hatta neden bile saymadığı şeyler dahi bir nedene dönüşüyor. Olanlar, olabilecekler, olması muhtemel şeyler, hepsi ama hepsi siliniyor. Sonra, nedenler kalıyor geriye. Bir yerden sonra sadece hakikat görünüyor aynada. Yüzüne oturmuş ince çizgilerden, şakaklarındaki beyazlardan, gülünce büyüdüğünü hissettiğin tebessümünden, gözünde artık farklı dolanan ışıktan müteşekkil bir hakikat. Hakikat olmayacak kadar zorlu bir hakikat. Hakikat…” derken duraksadı. Eliyle ceplerini yokladı birkaç kez, sonra masadaki pakete uzandı, avucuna alıp iyice sıktı ama boştu. Sigarası bitmişti. Sanki zihni sisin içinde kalmış, gideceği yeri bulmaya çalışır gibi gözlerini kısıp baktı bir müddet.  Az önce son dal sigarasını da içtiğini fark etmesi ise uzun sürmedi. Keyfi kaçtı bir miktar. Hemen kendi sigarasından uzatanlar oldu ama herkes bilirdi ki tiryakinin sigarasına el atmazdı. Çay ocağının genç çırağı “Abi ben alır gelirim, sen zahmet etme” diyesiydi ki sanki daha çırağın aklına düşmeden anlamış, “Hemen alır gelirim, ayaklarım da açılır hem” diyerek yolu kapatmıştı. Kendi işini kendi yapmaktan hoşlanırdı. Hoşlanmak da denemezdi aslında buna. Öyle olmasını isterdi. “Minnet ağır yük canlar” derdi. “Omzuna binmeden anlayamaz insan. Sanır ki bir sözdür”. O gelene kadar masada havadan sudan bir muhabbet dönmeye başlamıştı. Aslında herkesin merak ettiği bir soru vardı ama cevabını çok az kişi bilir, bilenler anlatmaz, ona sorulunca da “Bazen sen her şeyi bırakırsın ama bazı şeyler seni bırakmaz” der, kısa keserdi. Kemal! Titrek Kemal! Bu lakap nereden gelmişti, nasıl hem bilinir hem de bir sır gibi muhafaza edilirdi? Ardında bir acı mı gizliydi, bir söz mü, bir vazgeçiş yahut bir kaybediş mi? Bu sırra vakıf olmanın bir bedeli var ise ödemeye hazırdım ama ben de soramıyordum. Belki böyle bir şeyin nasıl sorulabileceğini bilmiyordum, belki de alacağım cevaba kendimi hazır hissetmiyordum. Öyle ya, bir sırra sahip olmak, elinde yanan bir kor tutmak gibiydi. Cebinde de olsa avucunda da ne bırakabilir ne atabilir ne orta yere dökebilirdin. Hazır mıydım? Sorular sorular… Derken, döndü. “Son bir paket kalmış. Aslında bırakmak en güzeli. Bir dumanın izinden bize ne fayda gelecek ki? Belki, birkaç dakikalık yoldaşlık. Yalnızlığı paylaşmak veya ondan uzaklaşmak bu kadar kolay mı? Sanmam!” Bunları söylerken yeniden taburesine oturmuş, sigarasını yakmış, elini yine öyle birkaç kez sallamıştı. Bu, elinin istemsizce titremeye başladığı zamanlardan kalma bir alışkanlıktı onda. Bazen, sanki bileğini çıkarmak ister gibi elini sertçe birkaç kez sallar, sonra uzatıp bakar, titremediğinden emin olmak isterdi. Bu da titremesi gibi, insanların onda alıştığı hallerden biri olmuştu. Belki de aradığım an buydu. Şimdi sorarsam, belki bir ihtimal anlatırdı. Sorup sormamak arasında bocalıyordum ki göz göze geldik. “Söyle kardeşim” dedi. “Sen söylersen, belki benim de söyleyeceklerim olur. İnsan, sözü kendine saklamamalı her zaman”. Beklediğim kapı aralanmıştı ama ben hala nasıl soracağımı bilemiyordum. “Belki sonra abi” diyebildim. “Peki kardeşim, öyle olsun” dedi yeniden sigarasına uzanırken. “Biliyor musunuz” dedi, “Bu araz beni bulduğunda daha 22 yaşındaydım. Askerden dönmüş, sağda solda sürtüyordum. Tabi, o ara ruhumun en fırtınalı zamanları. Sevilmek değil de daha ziyade bir sevmek duygusu var içimde. Mahallede güzel bir kız var. Güzel dedimse biz sevdik diye mi güzeldi yoksa güzeldi de mi biz sevdik orası muallak. Fakat sanırım ikincisiydi. O zaman bu hayatı pek yorumlamazdım. Gözümün gördüğü neyse oydu. Çok dolandım peşinde, adı bende kalsın. Şimdi yakın bir muhitte ama herkes kendi yolunda tabi. Çok sular aktı köprünün altından…” Kül tablasındaki sigarasına uzanırken, çay ocağında herkes nefesini tutmuş, onu dinliyordu. Birden anlatmaya başlamıştı ama hepimizde aynı korku vardı: Ya birden bitirirse? Bitirmedi. Sigarasından uzun bir nefes aldı ve duman daha ciğerlerine varmadan sözlerine devam etti: “Çocukları çeviriyor, buna pusulalar yolluyorum, pusulalar geri geliyor. Köşeden geçerken uzaktan önüne çiçek atıyorum. Fakat başını bile kaldırıp bakmıyor. Zaman dediğin şey akıyor ama bu bir saniye bile benimle göz göze gelmiyor. Baktım olacak gibi değil, bir gün ben çıkmaya karar verdim karşısına. Kanım hızlı akıyor ama yüreğimde müthiş bir korku. Ya terslerse? Daha kötüsü, hiçbir şey demeden öyle geçip giderse? Ya yüreğinde birisi varsa? Ya birinin yolunu gözlüyorsa? Hani 40 tilki diyorlar ya, benim kafamda sanki misliyle dolaşıyor. Hangisi hakikat, hangisi vesvese bilmiyorum. Bilmenin de bir yolu yok. Mecbur gidip öğreneceğiz”. Derin bir nefes aldı bu sırada, sanki yutmak istediği bir şey var gibi. “Ve gittim. Bir sabah vakti, köşeden geçerken ben de arkasına düştüm. Fakat tek başına yürüyen bir genç kızı takip etmek olmaz. Yanımda yeğenim. O zamanlar 5-6 yaşlarında. Yavaş yavaş arayı kapatırken, cebimdeki pusulayı verip gönderdim. Kağıtta “sadece bir soru” yazıyordu. Kağıdı alınca durdu okumak için. O sırada ben de yanına varmıştım. Kalbim, sanki ağzımın içinde atıyordu…” Titrek Kemal iyice olayın içine girmiş, adeta o anı yaşıyordu ama muhtemelen olayın heyecanına kendimi çok kaptırmış olmalıyım ki “Sonra” deyiverdim birden. Herkes bana dönüvermişti. Bazıları ayıplar gibiyken, bazıları da hikayenin yarım kalmasından korkan gözlerle bakıyordu. Ortamı yine tebessümü ile o yumuşattı. “Sonra” dedi, “Tek bir soru sordum: Gönlünde biri var mı?.. Yokmuş! Gönlünde biri yokmuş. Başka da bir şey sormadım. Aklıma mı gelmedi, rahatsız ederim diye mi korktum hatırlamıyorum. Yeğenim bana bakıyordu kocaman gözleriyle. Ne oldu dayıcım, dedim. Yokmuş, dedi. Zavallı çocuk, ne anladı kim bilir. Gel zaman git zaman, pusulalarıma cevaplar gelmeye başladı. Bazen mahalleden uzakta üç-beş dakika konuşuyor, onda da ben birkaç kelam anca ediyordum. O ise çok konuşmaz, bazen sadece gülerdi. Sanırsın 9 ayı birden atlar da her seferinde yazı getirirdi. Öyle bir gülüş”. Onu gülerken görmüş gibi kalakaldı bir an. Sanki şu an hiç kimse yok da sadece ikisi var gibi. Hatta, zihninde bir şarkı döndüğünü bile söyleyebilirim o an. Bir süre böyle kaldıktan sonra yeniden anlatmaya başladı: “Sonra birden kara bulutlar toplanır oldu. Yağmurlar bu sefer insanı dövmek için yağar gibiydi. Bağımızın hasadını vurdu, dalımızı kırdı. Önce annesi hastalandı, sonra babası yeniden evlendi. O gülen gözlerin içinden kara trenler geçer olmuştu. Ne desem ne söylesem ne anlatsam olmuyordu. Sanki uzak bir yerde, yük katarlarına bağlanmış, bilmediği diyarlarda gezip duruyordu. Günden güne, hayatın hakikati, sevdanın hassasiyetine galip geldi, görüşmeyelim artık diyen bir pusula ve işlemeli ufak bir mendille. Nasıl olur, dedim. Günlerce köşe başında bekledim, gecelerce volta attım evlerinin önünde, sokaklarındaki çocuklarla kavga ettim, mahallenin başıboş köpekleri ile uğraştım ama göremedim. Gidip kapılarına dayanmayı bile düşündüm ama nafile. Artık beynimde bir sürü şey dönüyordu ve ben içlerinden pek bir şey yakalayamıyordum. Bir gün uyandığımda bir banliyö treninde buldum kendimi. Nereden binmiştim hatırlamıyorum ama başım çatlayacak gibiydi. Bağırarak sohbet eden gençlere bağırdığımı, birkaç sinkaflı söz ettiğimi ve nihayet kavgaya tutuştuğumuzu hatırlıyorum. Gerisi bir karanlık ve boşluk. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Trenden düşmüşüm. Yahut atmışlar. Polis de sordu ama hatırlamıyorum ki. Bir tek o geliyor aklıma. O hale kendimi nasıl getirdiğimi düşünüyorum bir de. O günden sonra utancımdan birkaç ay mahalleye dönemedim. Sokakta, orada burada kaldım. Bu araz da benimle oralarda büyüdü. Tam bakım zamanı, ihmal etmişsin kendini dedi doktor. Ah be doktor, biz neleri ihmal ettik o geçen zamanda!” Son cümlelerini söylerken adeta ihmal ettiği her şeyin ağırlığı binmiş gibiydi omuzlarına. “Affedin gençler” dedi kalkarken. “Sizi de yordum. Siz bana bakmayın. Hayatın en yalın hakikatini söyleyeyim size. Söylemediğiniz her söz, söylediklerinizden daha ağırdır. Sözünüzü söyleyin. Söyleyin ki, omzunuz yükten çökmesin...” Sigarasını ve kibritini cebine koyarken, herkesin gözlerinin içine tek tek baktı ve yavaş yavaş köşe başına doğru yürümeye başladı. O sırada dudağından şu sözler dökülüyordu: “Hiç binmedim Leylasız trenlere, Leylasız köprüler nasıl geçilir?”