Türk Kime Denir

TAKİP ET

Milliyetçilik ilginçtir; hem dünyanın en çetrefilli meselelerinden biri, hem de herhangi bir etno-sosyal kimliğe sahipseniz ve bunun taraftarlığını yaptığınızı beyan ediyorsanız, milliyetçisiniz; başka bir emeğe gerek yoktur

Milliyetçilik ilginçtir; hem dünyanın en çetrefilli meselelerinden biri, hem de herhangi bir etno-sosyal kimliğe sahipseniz ve bunun taraftarlığını yaptığınızı beyan ediyorsanız, milliyetçisiniz; başka bir emeğe gerek yoktur. Bu ikinci tür, milliyetçiliğin millete faydalı bir mesleğe dönüşmesinin önünde en büyük engeldir: Milletin ne olduğunun anlaşılmasını da, milliyetçiliğin ne yapması gerektiğinin tespitini de, bu ikinci tür engeller. Zira akılla, bilimle, mantıkla, felsefeyle işi yoktur, ancak belagatle işi vardır. Bu bakımdan nutuktan mantığın, logostan “logic”in doğması gibi, ancak söz ustalığıyla bir fikir inşa ederler ve üzerinde daha fazla düşünmezler. Epeydir Türk milliyetçiliğine dair yazar çizerim ancak “Türk kime denir?” sorusunun cevabını vermekten çoğu zaman kaçındım, zira “Türk’e Türk denir” kadar basit bir cevabın ötesindeki mülahazaların aptalca olduğunu düşünüyordum. Yine de, “Su 100 derecede kaynamaz” yahut “Güneş bir yıldız değildir” fikri yeterince yaygınlaşırsa, bilimin bu anonimleşmiş kaideleri yeniden ispatlaması gerekebilir. Nitekim oluyor da: Yıllar sonra Ay’a çıkıldığını yeniden ispat etmek zorunda kalıyoruz, Dünya’nın küre olduğunu reddedenler, bugün nüfus olarak 2000 yıl öncesinden daha fazla. O yüzden Türk’ün tanımını yapmak yeniden gereklidir, hem, bugünün sosyal bilimleri bize daha fazla malzeme sağlıyor, bu sayede Sadri Maksudi yahut Ahmet Ağaoğlu gibi öncüllerimizin gayet aklıbaşında ve hakikatli tespitlerini bir adım ileriye götürerek milliyetçi fikriyata ve terminolojiye de katkı yapabiliriz. Türk’e Misyon Yüklemek Aptalca işlerin başında “Türk’e misyon yüklemek” geliyor, girizgahı biraz yanlışlar ve olmazlar üzerinden yapalım istedim. “Türk şunu yapar” yahut “Türk şunu yapmaz” gibi ifadelere sıkça rastlıyoruz, geçmişin saçmalıklarını devam ettirmekten başka bir kabiliyeti yahut alamet-i farikası olduğunu görmediğimiz tipler de, bu tür fikirleri ısıtıp ısıtıp okurun önüne sürüyorlar. Bazen kafalarında yarattıkları Türk tanımı yüzünden, bazen de ahlakçılıklarından: Türk onlar için ideal ve bireysel bir kurgu olduğundan, hoşlarına gitmeyen hareketleri yapanlarla aynı sıfatı paylaşmak istemiyorlar. İstememeleri normaldir, insanidir, ancak Arsal’ın ifade ettiği gibi Türklük, yahut herhangi bir millet/milliyet (millet ve milliyet ayrımına geleceğiz) maşeri bir meseledir ve nasıl Jung’un arketipleri tek bir insan tarafından icat edilemez, ancak kolektif bilinç tarafından yaratılır diyorsak, Türk’ün tarifi de bir ya da birkaç insanın yemek yahut cinsel tercihleri üzerine bina edilemez. Hatta, Türklerin tamamı belli yemek yahut cinsel tercihlere yöneliyor olsalar bile, bu tercihler Türklüğün tanımını yapamaz. Zira Türklük (yahut millet/milliyet) zamanla kayıtlı değildir, hepsini kapsar: Bugünün Türklerinin tercihleri üzerine bina edilmiş bir kurgu dünün ve yarının Türklerini dışarıda bırakır. Üstelik bu tespitleri hemen her zaman cahilliklerinden kaynaklanır. Necip Fazıl mesela, bilmiş bilmiş Tanrı sözcüğünün Anadolu’da kullanılmadığını söyler, halbuki bizim köyde, bugün dahi Tanrı sözcüğü epey sık ve yaygın kullanılır. Avşar boy adını hafızasında canlı yaşatan ve “Elhamdülillah Avşar’ım!” diyen köylülerimizle tanışmadan, onlar adına konuşur, gerçi Necip Fazıl’ın her telakkisi böyledir. Neye dair konuşuyorsa, o meselede en çok kendine danışır, kendi fikirlerini rehber kabul eder, asla hakikati bulmaya, konunun ötesini berisini anlamaya çalışmaz. Din, domuz yememek, gavurla savaşmak… Bütün bunlar Türklerin bir kısmını dışarıda bırakır ve bunlar üzerine bina edilecek Türklük tanımları, o tanımı yapanın hezeyanına mahkumdur. Çünkü Gökalp’ın dediği gibi, Türklük post değildir, istediğinizin sırtına giydirip, istediğinizden çıkaramazsınız. Bu misyon yükleme işinin bir adım ötesi, tarih yazmadır. Yaptıkları saçma tanıma Türk’ün uymadığı açıkça görüldüğünde, alternatif bir tarih yazarlar: Falanca Kağan peygamber olur, eski Türk dini İslam’a çok benzer olur, olur da olur… Mesela Tanrı kelimesi hiç çoğul kullanılmamıştır derler, hem çoğul, hem cins isim olarak farklı “Tanrılara” dair kullanıldığı örneği verirsin, onları “dış etkiler”le açıklar. (Ah şu dış etkiler, dış mihraklar… Ne ekonomiyi rahat bırakıyorlar, ne Türk’ü.) Bu noktada yatıp kalkıp Gagavuzlara dua etmemiz gerekiyor: Şükür ki, lehçeleri Türkiye Türkçesine çok yakın, çok anlaşılır bir Türkçe konuşuyorlar, aralarında Türk milliyetçiliği yapan çok fazla ve bu sayede onları örnek gösterip kurtulabiliyoruz. Müslüman olmayan Türklerin kimliklerini yitirmeleri meselesi bir diğer hikaye: İran’da, Suriye’de, Irak’ta Müslüman olduktan sonra Arap-Fars ve bazen Kürt kimliği içinde asimile olan Türklerin soyu mu bozuktu? Mesele basittir, Türklerin bir kısmı Müslüman olunca, diğerlerinin Müslüman olması, ortak dil ve kültür nedeniyle kolaylaştı, bu yüzden bugüne bakınca “Müslüman Türkler kimliklerini korumuştur” gibi bir tespit makul görünüyor. Ancak asıl olan, bunun tam tersidir, kimliğini koruyan Türkler tesadüfen Müslümandırlar, bunun nedeni de ortak kimlik ve dilin dinin yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Son olarak soyu bozukluğa değinelim. Kafalarına uymayan Türk gördü mü, hemen soyunda bozukluk ararlar. Bu, çözümü imkansızlaştıran bir tavır; kendisi ve bir avuç arkadaşından başka Türk bırakmadığında, sorunlar çözülmüş olmuyor ancak bu aptallar bunu anlamazlar. Türk tecavüz edebilir, Türk aman dileyene el kaldırabilir, Türk terörist olabilir. Bunlar onların Türklüğüyle alakasızdır, fakat bir Türk milliyetçisine düşen bunları Türklükten tardetmek değil, “Türkler arasında bu menfur hadiseler, melun zihniyetler neden yayılıyor” diye sormaktır. Yapılan yahut yapılmayan işler üzerinden bir derneğin üyelerini tanımlayabilirsin ancak Türk’e böyle don biçmeye kalkanın donu yırtılır diyerek asıl meseleye geçelim, ilk olarak Millet ve Milliyet bahsini açalım. Millet ve Milliyet Milletler ve milliyetçilikler üzerine kafa yoran hemen herkes, bu işin ilk olarak ele alındığında görüldüğü kadar kolay olmadığını fark eder. Tanımı dil üzerinden yapmaya kalksan, mesela, sui generis bir vaka olarak Türklerde lehçeler sorunu vardır. Bu satırların yazarına göre, Türk lehçeleri arasındaki fark, kelime ve eklerin kullanım frekansları arasındaki farktır: Türkçenin havuzunda birçok kelime ve ek var, başka lehçelerde farklı kelime ve ek tercihleri ile, bunların işlev ve anlamları değişiklik gösterebilir. Zira dil evvela ikiye ayrılır: Edilgen dil ve etken dil. Edilgen dil bir insanın anladığı, bildiği kelimelerin toplamıdır, etken dil ise aynı insanın doğrudan kullandığı, konuştuğu “aktif” dil. Lügat zaviyesinden bakarsak, bir dilin edilgen hali lügattedir, fakat etken hali insandadır. Sözlük yerine lügat demeyi tercih etmem, mesela. -ğan eki bizde fiilimsi yapar da, Kazaklarda zaman çekiminde kullanılır. (Ki bu bizde de vardır, kırılmış kase dediğimizde sıfat fiil yaparız, aynısı İngilizcede de vardır. Çalışkan öğrenci de böyle. Sıfat-fiil eklerimizin hepsi Türkçenin farklı çağları ve bölgelerinde zaman kipi ekleridir, sonradan bazıları sadece zaman çekiminde, bazıları sadece sıfat-fiil yapımında kullanılır olmuşlar. Ama yine köyümden örnek vereyim: -ık eki, bizde hala zaman çekimi yapar: Adam orada ölük derler. Sevdiğim bir arkadaşımın bu örneği verince hatırlattığı efsane video internette duruyor mudur acaba: Erkan, enaktarlar goltuğun altında kalık, beni ara.) Bu bakışla bakınca, evet, bütün Türk lehçelerini karşılıklı anlaşılabilirliği gözardı ederek tek bir dil, bütün toplulukları da tek bir “milliyet” kabul edebiliriz. Peki Almanya’ya göçen Türklerin Türkçesi kusurlu çocuklarını, Rus eğitiminden geçip anadilini ancak köyde annesiyle iletişim kurarken birkaç yüz kelimeyle konuşan, Rusçayı ise tefekkür ve edebiyat dili yapmış “Türk”leri ne yapacağız? Öyle ya, bu işin başka bir veçhi de “ırk” yahut “soy” meselesidir: Soyca Türk olup başka dilleri konuşanlar yok mu? Kültür desek, epey yanıltıcı bir tabir. Kültür yerelleştikçe görünürlüğü artar, genelleştikçe, aynı arketipler gibi, bilinçaltına iner, görünmez olur. Bu yüzden Altay’a gittiğinizde Altay coğrafyasıyla uyumlu bir yerel kültür, Anadolu’ya geldiğinizde buraya has bir yerel kültür görürsünüz. İkisinin birbirine çok benzemediği aşikardır; ancak bu alanda çalışan, uzman olan bir kişi ikisi arasında köprü kurabilir. O zaman, kültür üzerinden millet mensubiyetini tanımlayacaksak, hangisini alacağız? Kaldı ki modern toplum ve “süper-medeniyet”, kültürün “görüntüsü”nü tektipleştiriyor, globalleştiriyor. Bunun üzerinden bir tarif de, haliyle açıklar bırakıyor. O zaman büyüklerimize başvuracağız, bu konuda neler demişler, onlara bir bakacağız. Ahmet Ağaoğlu, “millet ve milliyet” kavramlarını kendince şöyle tanımlıyor: “Milliyetin esaslarını evvela lisan ve lisanın bütün tecelliyat-ı muhtelifesi -edebiyat, sanayi, musiki ve ila ahiri- saniyen din ve dinin tecelliyat-ı muhtelifesi ve salisen ırkın bırakmış olduğu izler teşkil ederler. Şu üç başlıca avamilin imtizacındandır ki milliyet tesis eder. Fakat milliyet (nationalite) henüz millet (nation) değildir. Bu üç unsurun mevcut olması bir milliyeti millet haline sokamaz. Milliyetten millet çıkması için anasır-ı teşkiliyenin ahenkdar ve şuurlu bir surette imtizaç etmeleri lazımdır. Lisanda, dinde, anane-yi ırkiyede şuur ve vicdan-ı millette yaşamadıkça millet teessüs edemez.” Çok kereler bu büyüklerin şimdi yaşasalar nasıl harikalar yaratacaklarını düşünürüm: Arsal ve Ağaoğlu bu müthiş zekaların başında gelir. Ağaoğlu, diğer tespitlerinde haklı olup olmadığı bahsini bir kenara bırakırsak, basitçe diyor ki, milliyet bir potansiyeldir, birikimdir, ondan millet inşa olur. (Arsal’da da millet ve milliyet ayrımı vardır ancak tam tersini iddia eder. Arsal “millet”i bugün “ulus” diyeceğimiz kavrama daha yakın görmüş, bir sonraki başlıkta ele alacağız.) Eğer kendisi etno-sembolizm nazariyesiyle tanışmış olsa, daha yakın bir zamanda yaşasa, bu haklı ve hakiki tespitini çok daha isabetli bir şekilde yapabilir ve daha net bir fikir inşasına girişebilirdi. Öyleyse mesele nedir? Etno-semboller, genetik malzeme gibidir, bir etnik grubun terekesidir. Bütün kimlikler, bu etno-sembolleri kullanarak inşa edilirler, bu inşa edilmiş kimlik “şuurlu” bir şekilde ifade edilirse, kimlik edilgenlikten çıkar, “etken” olur. Millet mertebesinden daha aşağıda, etnik mertebeden bir örnek verelim: Bugün birçok Türkiye Türkü, araştırarak hangi Oğuz boyuna mensup olduğunu öğrenebilir. Ancak bizim Avşarlar bu bakımdan eşsizdir, “nesin?” sorusuna doğrudan “Avşarım!” diye cevap verirler, bunu kitaptan öğrenmemişlerdir, bir toplumsal bilinç olarak yaşatırlar. Soyunun falanca Avşar aşiretine dayandığını kitaptan öğrenen adam, Avşar değildir, 200 yıl önce tesadüfen Avşarlar arasında kalıp Avşarlaşan bir Kürt’ün soyundan gelenler ise, bugün bal gibi, tastamam Avşardır. Öyleyse, diyeceğiz ki, ortada bir dil ortaklığı ve maşeri şuurun altında, yani kolektif bilinçaltında benzer arketipler ile, ortak bir köken emaresi varsa, bir “milliyet” vardır. Fakat millet olma hali, kazanılıp kaybedilebilir. Göktürkler, Orhun abidelerine baktığımızda görülüyor ki, millet olma halini kazanmışlardı, ancak 1900’ler Türkiyesi ile, 2000’ler Türkiyesi millet olma hali özelliği göstermiyor. 1900’ler cenderesinden, Attila İlhan’ın dediği gibi “silahlı dört besmele” olarak girip, “bir millet olarak çıkmış”tık. Şimdi ne yapacağız, Tengri-yül alem. Burada konuyu biraz dağıtmak gerekiyor, “emare”den özellikle bahsettim. Renk tayfını masaya yatırıp, ölçeğinizi küçülttüğünüzde, komşu renklerin nerede bitip nerede başladığını kestirmeniz güçleşir. Ancak geriye çekilip büyük ölçekten baktığınızda, ortada belirgin bir şekilde mavi, yeşil, sarı vardır. Yahut evrimde, zaman ölçeğini azalttığınızda türler arası geçişi tespit etmeniz imkansızlaşır, milyonlarca yıl ölçeğine çıktığınızda ise iki farklı tür görürsünüz. Ortak köken meselesi de bunun gibidir, tek tek her bireyin kökeni bu meselede önemsizdir, daha doğrusu alakasızdır. Ancak geniş perspektiften baktığınızda Anadolu’ya, Ukrayna’ya Orta Asya kökenli birileri gitmiştir ve dil ile kültür açısından şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde, oraya gidenlerle aynı kökten gelen birileri Orta Asya’da kalmış, bazısı güneye inmiş, bazısı kuzeydoğuya yönelmiştir. Onlara yolda katılanlar olmuş mudur? Elbette. Gittikleri yerde katılanlar olmuş mudur? Kesinlikle. Ancak o “katılanlar”, Avşar örneğinde olduğu gibi, onların dilini, motiflerini, kısaca etno-sembollerini benimsemişlerse, onlardan olmuşlardır. Şimdi Ağaoğlu ve Arsal’ın eksiklerini kendimizce kapatalım: Neden çatışıyorlar? Biri bugün milliyetçi literatürün anladığı haliyle “millet”i düşünür ve “milliyet” ile alakasını irdelerken, aynını yapan Arsal neden tersini kurguluyor da, bambaşka bir yerden bakıyor? Kendi ifadesiyle: “Biz bu eserde “millet” kelimesini etnolojik manada nationalite kelimesinin mukabili olarak, “milliyet”i de bir millete mensupluk ve o millete bağlılık manasında … kullanacağız.” Arsal’ın alıntı yaptığım pasajın öncesinde ve sonrasında “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” eserinde de değindiği gibi, “devlet” ve “vatandaşlık” işin içine girince, terminoloji karmaşıktır. Başka ifadelere ihtiyaç duyduğu aşikardır ancak mevcut dildeki kelimelerle ifade etmek tercih edilmiştir. (Bizde de böyle oldu. Osmanlı’da millet bambaşka bir anlama geliyordu, ancak modern sosyoloji Türkiye’ye gelmeye başladığında, mevcut bir kelimeyi bu yeni “kavram”a uyarlamayı seçtiler. Mesele bundan ibarettir, kelimelerin anlamı değişti diye komplo teorileri kurmaya gerek yok, bunu da ulusalcılar çok yaparlar.) Şu halde bize bir terminoloji gereklidir, bunu bir öneri olarak ayrı bir başlıkta ele alabiliriz. Ulus – Uruk – Millet: Bir Terminoloji Önerisi Terminolojinin yeterli olmadığı tespiti bana ait değil elbette. Üstelik “dil”in kendisi bir tür “indirgeme” aracıdır, saf fikri değil, o fikrin bir “imaj”ını aktarmayı mümkün kılar. Büyüklere referans verip duruyoruz, Gökalp Hazretlerini analım, ne diyor: “Lisan, daima insanları aldatan bir şeydir. Bir kelimeyi muhtelif ağızlardan işittiğiniz zaman, hepsinin bu kelimeden aynı mânâyı murat ettiğini zannetmeyiniz. Aynı kelime, bir hatipten diğer hatibe, bir muharrirden diğer muharrire geçerken mânâsını değiştirebilir. Çünkü, kelimeler, insanlar arasında müşterek timsâllerden ibarettir. Mefhum ise iptida bir şahsın, sonra da ilmî yahut edebî bir mektebin hususî bir telâkkisidir. Aynı zamanda muhtelif hususî telâkkileri ifade için kullanılan bir kelime şüphesiz hiç birisini hakkile ifade edemez. İlmî münakaşalarda birçok iltibasların, sui tefehhümlerin husule gelmesi bu halin bir neticesidir. Muhtelif zümrelerde, muhtelif telâkkilere delâlet eden kelimelerden biri de ilim tâbiridir.” Şu halde etnisite, ulus, millet gibi kavramlara dair düşünecek bir Türk milliyetçisi, gördüğü yahut fark ettiği ile, ifade edebildiğinin uyuşmadığını keşfedecektir. Ancak dil indirgeyici ise de, aynı zamanda zihni etkiler, kullanılan ifadeler beyinde kategoriler oluşturarak algıyı da değiştirebilir. Öyleyse Türk milliyetçiliğinin “Türk kime denir?” diye bir sorunu yok, Türk etno-sembollerini aile ortamından alan herkes “Türk milliyetindendir” demek yeterlidir. Ama işin içine devlet, farklı Türk toplulukları vs. girdiğinde, ulus, millet gibi ifadeler yetersiz kalıyor, doğru bir tarif yapılmasını imkansız kılıyor, bu boşluk da, “Türk domuz yemez”, “gavurla savaşan Müslümana Türk denir” gibi saçmalıklarla dolduruluyor. 30 yaşına yeni gelmiş, bu alanda daha epey mesai yapması gereken bir Türk milliyetçisi olarak, şimdiye dek okuyup kafa yorduğum sürecin ardından, hiç değilse kendi ifadelerimi tutarlı ve “efradını cami, ağyarını mani” bir isabetlilikle kastımla paralel tutabilmek için oluşturduğum bir terminoloji var, zaman zaman çeşitli yazılarımda da hiç değilse bir kısmını paylaşmışımdır. Bunu bir öneri olarak sunuyorum. Etnisite: Yerel etno-sembollerin tamamen soy bağı “telakkisi”ne bağlı olarak inşa ettiği, etnolojik kimliklerin ilk basamağı. “Telakki” vurgusu burada önemli: Etnik kimlik dahi edinilen bir kimliktir. Boşnak anne-babadan doğan bir çocuk, yerel Boşnak etno-sembolleriyle donatılmadı, aileden bunları tevarüs etmediyse, bu etnik kimliği edinmez. Etnik kimlikler mutlaka farklı bir millet yahut köken de ifade etmez, benim Avşar kimliğim, “Türk-altı” bir etnik kimliktir. Soyun belirleyiciliğinin en fazla olduğu kimlik basamağı etnisitedir, üstelik burada bile soy telakkiden ibarettir: Kimse 400 yıl önceki atasının hangi soydan olduğundan emin olamaz, ancak önemli olan “bu soydan geliyoruz” inancının etrafına etno-sembollerle örülmüş bir kimlik tasavvurudur. (Bir not ekleyelim, tuhaf bir şey var: Birisi “Ben Kürt’üm” deyince itiraz yok. “Ben Çerkes’im” dediğinde itiraz yok. Ancak “Ben Türk’üm” dediğinde itiraz var. Diğerleri emin olabiliyor soyundan, ama Türk’ün emin olma hakkı yoktur.) Halk: Belli bir zamanda, belli bir bölgede yaşayan insanlardır. Şu an Türkiye sınırları içinde yaşayan insanların tümüne “halk” denir, halk bir kimlik ifade etmez. Bir meydanda toplanmış kalabalık gibidir ve enfes ifadeyle, “kalabalıklar bir araya gelince yalnızca önyargı paylaşırlar.” Aynı coğrafya ve zaman diliminde “halk” çoğul kullanılmaz. Bu durumda çoğul kullanımı, komünistlerin “millet ve milliyet” kavramlarına duyduğu alerjidendir. Milliyet: Vatandaşlık bağı, lehçe, coğrafya ve yerel kültür farkları gözetilmeksizin, en geniş ve en az görünür, en az belirleyici haliyle etnolojik kimlik, milliyettir. Burada Ağaoğlu’nu takip ediyoruz, milliyet toplam hazinedir, dağarcıktır, potansiyeldir. Burada, tabii, isimlendirmeler yanıltıcı olabilir: Türk bizim için hem ulus, hem millet, hem milliyet adı; Göktürklerde evvela bir etnik isimdi, onlar damgalarını çok güçlü vurup, devlet eliyle güçlendirdiklerinden, yazıya geçirip diğer topluluklara da tanıttıklarından, adımız Türk oldu. Ama, mesela, Amerikalılar ile İngilizler arasındaki “milliyet” kimliğinin adı İngiliz, Britiş yahut başka bir şey değil, çok daha genel bir ifade olup tarihi Angıllar yahut Saksonlarla alakası kalmamış “Anglo-Sakson” adıdır. Ulus: Renan’ın üzerine kafa yorduğu ve harika bir şekilde açıkladığı kimlik budur işte; millet değil, ulus. Belirleyici olan faktör devlettir, kağıttır, kırtasiyedir, vatandaşlık hukukudur. Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkleri bir ulus teşkil ederler, Azerbaycan Respublikası Türkleri ise bir başka ulus. Bizim ulus adımız, millet adımızla aynı olduğundan, çoğu zaman mecburen Kazak Türkleri, Azerbaycan Türkleri ifadesini kullanıyoruz, yine bu sebepten. Uruk: Bazı millet-altı toplulukların birbirine diğerlerinden daha yakın olduğu aşikar. Mesela Cermenikler arasındaki İskandinavlar böyledir, yahut Türk-altı gruplardan Oğuzlar, Kıpçaklar… Uruk’un politik bir belirleyiciliği yoktur, ancak kültürel belirleyiciliği yüksektir, aynı milliyet havuzunda, aynı havuz kenarında güneşlenen insanların birlikteliğidir. Hem tasnif açısından önemli bir basamaktır, hem de diyelim ki aynı milliyettekileri bir araya getirecek bir ideal varsa, Turancılık gibi, strateji çizerken işe yarayabilir. Biz Azerbaycanlılarla farklı ulustan, aynı uruktanız, ancak Kazaklarla uruğumuz farklı, milliyetimiz aynı. İstiyoruz ki milletimiz de aynı olsun. Millet: Bir milliyetin potansiyelinin, etno-sembollerinin üzerine inşa edilmiş kimliği “şuurlu” biçimde üstlenen, ifade eden topluluğun kimliğidir. Bir yönüyle geçicidir, sair sebeplerden ötürü dağılabilir, zayıflayabilir, yerelleşebilir. Şu an bu Türkiye’de yoktur, olmadığı gibi, Türk Dünyası’nda da bir “Türk Milleti”nden bahsetmek mümkün değildir. Zira farklı uluslar ve ortak bir milliyet varsa da, cemiyetin zihninde bir “Türk Milleti” şuurlu olarak ifade edilir halde değildir. Millet olma hali, milliyetçiliğin en büyük hedefi olmalıdır zira, bu yazının konusu olmamakla birlikte özetle, millet insanoğlunun icat ettiği en etkili, en verimli ve en tutarlı örgütlenme modelidir. Millet olduğunuzda, büyük dönüşümleri kısa sürede etkili bir şekilde gerçekleştirebilir ve nihayetinde bütün siyasi önerilerin amacı olan, ya da olması gereken, mutlu ve müreffeh bir yaşamı mümkün kılabilirsiniz. Şu halde, özetle, bütün etnolojik kimlikler, evvela, “edinilen” kimliklerdir, hiçbiri doğuştan gelmez. Dil, tek başına değil, ancak etno-sembollerin ve arketipik, hatta Sapir-Whorf hipotezinin güncel yorumları yahut Doğrucan’ın Medeniyet Dili Olarak Türkçe kitabına konu ettiği “dilin belirleyiciliği” kuramı doğru ise, fıtri birtakım meyil, davranış kalıbı ve tarzların aktarılması adına birincil araç olduğu için belirleyicidir. Bunun ötesinde, Türklük tespiti ancak milliyet nazarından yapılabilir: Türklerin dili, tarihi motifleri ve köken mitosları ile göç hareketleri bellidir, Türk’ün “kim” olduğuna buraya bakarak, bu araştırma sonucu çıkan Türk kimliklerini taşıyanlar Türktür diyerek karar verebiliriz. Ancak bu kimlikler “millet” kimliği değildir, kimisi Gökyay gibi kızıp “Türk’üm de mahkeme ananı siksin / Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim” diyebilir, kimi zaman “Anadolu’da Türk yok” gibi saçmasapan kampanyalar insanları etnik kimliklerinin içine hapsedebilir ve şuurlu bir şekilde “Türküm” ifadesi cemiyetin maşeri ifadesinde kendisine yer bulmaz. Tespit edilebilecek olan yalnızca “Türk milliyeti”dir ve bu tespitin domuz yememekle, gavurla savaşmakla, hatta bireyin “Türklük aleyhine çalışması” ile alakası yoktur. Türk’üm ama tedavi oluyorum diyen de Türk’tür, her ne kadar sevmesek, böylelerinin azalıp yok olması için milliyetçi olsak da. İlginç bir örnek olarak bakın Nişanyan ne diyor: “Objektif bakarsanız basbayağı Türküm. Yabancı biri hiç tereddütsüz beni öyle görür. O kadar kirletilmiş bir sözcük olmasa, sorulduğunda - belki hafifçe omuz silkip – ‘Türküm’ derim.” Sonuç Yerine Elbette farklı dönemlerde farklı milliyetlerin yahut ulusların bazı özellikleri görünür olur, öne çıkar yahut kasten daha çok gösterilir. Fakat, hiç değilse biz seküler milliyetçilerin nazarında, millet de, milliyetçilik de bilimsel ve rasyonel birer meseledir, beğenilerimize, yaşam tarzılarımıza, inançlarımıza ya da tabularımıza göre şekillenmez. Üstelik, kendince filanca işi yapanları Türk, yapmayanları gayr-ı Türk ilan eden kafada, bir tür tanrılık kompleksi vardır, bu da oldukça itici geliyor. “Sen bilirkişi misin, sen uzman mısın, sen kimsin lan?” diye sormak gerekiyor. Bir Türk çocuğunu falanca dine inanmıyor yahut falanca konuda farklı düşünüyor, farklı yaşıyor diye Türklükten atmak için, bir Türklük otoritesi olması lazım gelir ki, eğer meyiller üzerinden Türklük tanımı yapacaksak, Türk en fazla otoriteye düşmandır, ağzının ortasına Celali yumruğunu yapıştırıverir. Şu halde Türk milliyetçiliği, “kimin Türk olup olmadığı sorusu”na cevap arayan bir meşgale değildir. Türk’ün ne olduğu bellidir, tartışmalı değildir de. Önemli olan, bu Türk’ün nasıl yaşadığıdır ve nasıl yaşasın, nasıl olsun istediğimizdir. Bizler, Türkler mutlu ve müreffeh yaşasın istiyoruz, fertler bazında da, Türkler hukukun hakim olduğu bir ortamda bireysel hak ve özgürlüklerin keyfini çıkarsınlar; milliyetçilikten anladığımız bu. Ne kendimizce Nazilik yapıp “Makbul Türkler” tespit ediyoruz, insanların soyunu kurcalıyoruz, ne keyfimize göre Türklük tanımı yapıyoruz. Bütün bunların birer zaman kaybı, hatta çoğu zaman, Türk milliyetçiliğine eklemlenmeye çalışan ideolojilerin oyunları olduğunu düşünüyoruz. Her tartışmanın ötesinde, kendi inancını, kendi yaşam tarzını Türklerin tamamına teşmil etmek isteyen insanları, minik diktatör adayları olarak görüp, hürriyet sevdamız nedeniyle taşlıyoruz. Tarihin yahut coğrafyanın bir kısmındaki Türk’ü Türklükten “atacak” zırvalara pabuç bırakmıyoruz. Bunun ötesinde Türk tarihinin herhangi bir dönemi bizim için asr-ı saadet değildir. O dönemi kendimize referans seçip diriltmeye de çalışmayız. Yalnızca Osmanlıcılık, yahut bozkırda at sürelim romantikliği değil, Atatürkçülüğün saçma yorumu da buna dahildir: Biz Atatürk’ün izinden gidip onun devrimlerini geliştirmek, vizyonunu genişletmek, uygulamak, onun mirasçısı olmak istiyoruz. İnsanoğlunun hastalığıdır, nasıl Osmanlıcıların gözünde Osmanlı, mistik Türkçü(!)lerin gözünde Atayurt her haliyle “mükemmel”i temsil ederse, “yanlış Atatürkçü”lerin gözünde de Atatürk dönemi her uygulama “reçetedir.” Bizim için tek reçete Türk milliyetçiliğidir ve Türk milliyetçiliğinin kutsal kitabı yoktur, evrilen insanla, cemiyetle, dünyayla beraber evrilir, gelişir. Ancak biz de insanız. Bazen benim de Türk tarifimi herkese dayatasım geliyor. Bu satırların yazarı olarak, çok sevdiğim bir Türk tarifi var, zira aynen beni anlatıyor. Yiğit, ukala, kibirli, geveze, kafası güzel olunca ona buna çatan ama her şeye rağmen zarif ve sevilesi. Şairlerden Türklük öğreneceksek, bu şiirden öğrenelim, Muradname’den: İşit Türk'ü dahi beyan ideyim Hüner aybı ne var ayan ideyim Bularda rütubet taravet olur Zarafet yüzünden letafet olur  Güzelleri gayetle mahbubdur Kim olursa mahbub gibi hubdur  Aybları oldur ki hatırda künd Olurlar dahi mest olunca tünd Dahi key tekebbür ideğen olur Tazallüm tecebbür ideğen olur Bininde biri olmaz insaflı Evet çok olurlar bular laflı Hünerleri oldu ki bunlar şüca Olurlar irişti buna ıttıla M. Bahadırhan Dinçaslan

Ahmet Ağaoğlu ernest renan etno-sembol halk Irk Millet Milliyet milliyetçilik Muradname Osmanlıcılık Sadri Maksudi Arsal Sapir-Whorf Sekülarizm Seküler milliyetçilik türk Türkçülük Ulus Uruk