Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi Politiği – Çare Kapitalizm

TAKİP ET

İrlanda ve İskoç 'halk şarkıları'nı çok severim

İrlanda ve İskoç “halk şarkıları”nı çok severim. Bunlar arasında birkaçı meşhur olmuştur. O şarkıların menşeini şöyle bir kurcaladığımda ilginç bir şey fark ettim. Eski, otantik, “yerli ve milli” halk şarkısı sanılanların bir kısmı yakın zamanda Amerika’da yazılmış, kaydedilip yayılmış şarkılardı. Herhalde en meşhuru The Scotsman, The Drunken Scotsman gibi adlarla bilinen bir Mike Cross şarkısı. Şarkının Youtube’da yayımlanan kayıtlarının altında “pek eski, pek neşeli bir halk şarkımız” minvalinde yorumlar gördüm. Halbuki Mike Cross isimli Amerikalı bir şarkıcının yazıp bestelediği bir şarkı, çıkış tarihi 1981. Fakat demek ki kültür endüstrisi güçlü olan merkez, kültürel öğelerle işleyerek yarattığı ürünü, o öğelerin anavatanına satabilir, kabul ettirebilir. Bu işi çok iyi yaparsa, insanlar o şarkıyı yıllardır dinledikleri otantik halk şarkılarına benzetecek, onun da öyle olduğuna hükmedeceklerdir. Milliyetçilikte de böyle. Geleneksel ve büyük ölçekli milliyetçi kurumlar milliyetçiliğe dair kafa yorma, yenilikler getirme, açılımlar yapıp yeni tartışmalar yaratma konusunda gerçek ve üzücü bir acz içinde olduklarından, “dışarıdan” bireysel çabalarla getirilen açılımlar ve başlatılan tartışmalar daha tesirli oluyor. Burada “dışarı” olumsuz bir ifade değil, eleştiri de namuslu bir iş yaparak tartışma yaratanlara yönelmiyor, milliyetçiliği temsil eden, milliyetçileri barındıran kurumlara yöneliyor. Zira bu eksiklik yalnızca iyi niyetli tartışmalara değil, milliyetçiliğe operasyon çeken tartışmalara da sebep oluyor: On yıllardır İslamcılardan ve solculardan iktibasla yetinen bir “genel manzara” var. Milliyetçiliğin çelişkiler yumağına dönüşmesinde ve hemen hiçbir konuda net bir cevabının olmamasında, yalnızca bir sıfat ve iptidai bir yönelim olarak kalmasında bu durumun payı büyüktür. “Dışarıdan” tartışma açtığı halde, bütün çevreleriyle milliyetçilerin bir meseleyi konuşmasını sağlayan isimlerden biri de Sinan Baykent. Demek, açtığı tartışma tam olarak milliyetçi havzanın ihtiyaç duyduğu bir hamle imiş ki, kendisi herhangi bir “ocak”ın başkanı, alışıldık bir kurumun yöneticisi yahut pek kadim dergilerimizin düzenli yazarlarından biri olmadığı halde yazıları bir süredir belli başlı sohbetlerde yer ediniyor. Şu halde yaptığı iş prensipte doğrudur ve namusludur, her ne kadar aşağıda kendisine eleştiriler yönelteceksem de yazılarına mesele ettiği hususların üzerinde tartışmak ve bir sonuca bağlamak zorundayız; bunu yapması beklenen kurum ve şahıslar dünyanın en niteliksiz, en boş, en saçma işleriyle meşgul olduklarından, milliyetçi çevrelerin bunu kendi içinde, organik bir usulde yapması gerekiyor. Baykent’le tanışmamız yıllar öncesine gider ancak kendisinin adını bir yazar olarak duymam İYİ Parti’nin Çıkmazı ve Kentli Milliyetçilerin Yeni Arayışları yazısıyla oldu. En isabetli yazılarından birisi budur, “kentli milliyetçi” tarifini yapanların çoğalması da sevinilecek bir durum. Akabinde “Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek” başlıklı bir yazı dizisi kaleme aldı ki, Türk milliyetçiliğinin çok daha temel bir meselesinde tartışma açmak istediğini, üzerine düşünülmüş savları olduğunu, bu savların taraf tuttuğu hususların, savlarının tarafına olmasa da, bir an evvel halledilmesi gerektiğini beyan etti. Bu iddialar ve çağrıya dair akisleri kendimce takip etmek istedim ancak görebildiğim manzara hayal kırıklığıydı. Farklı ve eleştirel düşünmüş olması övüldü fakat meselenin özünde Baykent’i olumlayan-olumsuzlayan yorumlar pek, en azından kendisinin harcadığı emeğe eşdeğer bir derinlikte yapılmadı. Bu biraz da “düşünen adam”a hasretimizden kaynaklanıyor, düşünen adam bulduk mu – maalesef- seviniyoruz. Ancak onunla münazaraya girmiyor, düşünen beyinlerin etkileşime girerek daha büyük bir akıl halinde doğruyu bulmasını sağlayacak bir “network” kurmuyoruz. Şu halde Baykent’in yazı dizisinin birinci bölümünden başlayarak, önemli bulduğum hususların altını çizecek, olumlu ya da olumsuz yorumlar yapacağım. Baykent ilk bölümde bir tür tarihi-kronik hata yapıyor diyebiliriz. Türk milliyetçiliğinin devlet ideolojisi olarak iktidarda olduğu yılları ele alıyor ve devamını kısa bir sivil “fetret devri” ardından, Türkeş’in toparlayıcılığında yeni bir çıkışla tespit ediyor. Bu genel olarak doğrudur ancak Türk milliyetçiliğinin devlet fikri olduğu dönemlerde de muhalif unsurlar bulunduğunu, Atsız ve sonrasında Türkeş çıkışının bir ölçüde bunlardan beslendiğini, Atsız-Türkeş silsilesinin kapsamadığı başka odaklar da bulunduğunu es geçiyor. Türk milliyetçiliğinin aldığı son hali tahlil edeceksek şekillendiği dönemdeki diğer ihtimalleri, soyunu sürdürememiş olsa da mutasyon geçirerek farklılaşmış diğer “tür”leri de ele almak lazım. Bugünün sığ ve tarafgir milliyetçi tartışmaları, 1900’lerden başlayarak 50’lerin sonuna dek devam eden büyük ve velud bir “Türk milliyetçiliği tartışmaları dönemi”nin simaları üzerinden kavga eder. Bu dönemin tuhaf karşıtlıklar-birliktelikler ilişkilerini ve bu ilişkiler sisteminin de dinamik olduğunu anlatmak için bir örnek verelim: Atsız, “Sadri Maksudi Bey’e Bir Ders” yazısını, Türk Tarih Kongresi’nde Maksudi Atatürk’le ilişkileri daha güçlü olan kesimle saf tuttuğu, Zeki Velidi’nin karşısında yer aldığı için yazmıştır. Aynı Sadri Maksudi, Türk Dili İçin kitabına ön sözü Atatürk yazdığı halde, meşhur Denizbank hadisesinde Türkçe zaviyesinden Atatürk’le ters düştüğü için “devlet tarafından dışlanmışlar” çevresine girmiştir. Atsız’ın kendisi de ahiren Atatürk’le barışmış, Atatürkçü bir pozisyon belirlemiştir. Baykent’in “Devleti kurtarmak için” ortaya çıktığını doğru tespit ettiği milliyetçiliğin devlet olduğu dönemdeki çatışma ve ayrışmalarını iyi tahlil etmek gerekiyor. Bu defa milliyetçi aydınlar arasında “doğru danışmanın kim olacağı” çekişmesi yaşanmıştır, burada maalesef daha iyi bilen yahut daha doğru çözüm sunan değil, daha tesirli ilişkiler kuranlar kazanmıştır. Tam olarak bu dönemde gelişen ancak ekol oluşturamadığı için Baykent’in zikretmemesini haklı görebileceğimiz milliyetçi anlayışlar var. Maksudi’nin ve özellikle Ahmet Ağaoğlu’nun daha liberal, özellikle ikincisinin büsbütün batıcı ve “millet-milliyet ayrımı” meselesinde bugünün literatürüyle çok örtüşen milliyetçi mülahazaları, alternatif bir milliyetçi görüşün de çözüm sunmakta olduğunu göstermek açısından önemlidir. Burada Baykent’in hem Kemalist milliyetçi deneyimizin, hem Başbuğ’un Dokuz Işık Doktrini’nin korporatist ve devletçi tavrını ana akım olarak ele alışına dair, yazının devamını da etkileyecek bir meseleyi dile getirmek lazım. Çözümler şartlara göredir. Dün Gökalp’ın çarşıda gezen paranın Türk’e ait olmasını istemesi güzeldir, bağlamı ve tarihsel şartları açısından zaruridir de. Ancak bugün yurt dışından yatırım çekmemiz iyi bir şeydir. Yabancıların ülkemizde fabrika açması, yatırım yapması Türk’e faydalıdır. Yazı dizisinin devamında Baykent, periferi demokrasilerinden bahsediyor; merkez demokrasilerin ilaçlarının bu demokrasilere iyi gelmediğini, bu ülkelerin doğrudan liberal bir siyasal ve ekonomik sistem kurmaya çalışırlarsa zararlı çıktıklarını anlatıyor. El-hak, doğrudur. Ancak Kemalist ekonomimiz de Başbuğ’un sığ ve yetersiz de olsa doktrine ettiği Dokuz Işık’ta da önerilen sistem, nihayetinde kapitalist ekonominin işleyebileceği bir gelişmişlik-kurumsallaşmışlık sistemine geçiş projesidir. Kalkınmanın ancak devlet eliyle mümkün olduğu geri kalmış ülkelerde devletin bir aktör olması kaçınılmaz ve olumlu bir şeydir. Ancak kalkındıktan sonra? Bu sistemler tabiatları itibariyle geçici ve geçişken dönemler için tesis edildiklerinden, daha büyük bir ekonomiye, daha yüksek bir refaha ve daha serbest bir siyasete izin vermezler. Üretim araçlarının özel mülk olabileceği yahut olamayacağı temel tartışmadır, burada vereceğiniz cevaba göre ya sosyalizme evrilecek ya da kapitalist, daha doğru bir ifadeyle serbest piyasa rejimine geçeceksiniz. Baykent’in ifadesiyle, “Bir yandan liberal ekolü lanetleyip, diğer yandan kapitalist üretim ilişkilerine yani meselenin özüne temas etmeyi reddetmek aklın alabileceği bir iş değildir”. Baykent’ten doğrudan bir öneri alıntılayacak olursak “Türk milliyetçiliği yozlaşmış şehirlerden saf toprağa dönüşü savunmayacaksa, bunu kim savunabilir” diye soruyor. Pekala köye-toprağa dönmek iyi bir şey midir? Büyük toprakların tek bir sahip/işletmeci tarafından işlenmesi hem daha karlı, hem daha besleyici oluyor. Pekala bir büyük modern kolhoz yahut küçük toprak sahiplerinin oluşturduğu bir kooperatif mi daha verimli olacaktır, yoksa serbest piyasa koşullarında bir “tarım teşebbüsü”nün mü? Burada Baykent’in devam eden çözüm önerilerine, “EDİT” (Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü) sistemine esastan reddiyeler sunmak gerekiyor. Evvela ulaşmak istediğimiz bir manzara, bir hedef koymalıyız. Önemli olan devletin ayakta kalması mıdır, önemli olan milliyetçiliğin iktidara gelmesi midir, yoksa millet mensuplarının, yani bireyin özgür, müreffeh ve adil bir ortamda kendi tercihleriyle hayatını yaşaması mıdır? Eğer hedefimiz bu sonuncusuysa, evvela bunu sağlayacak bir itici güce, bir tahrike ihtiyacımız var. Zira evrim her zaman “stres” sayesinde mümkün olur. Roma, büyük su kemerleri ve yollarıyla müthiş bir “büyük ölçekli mühendislik imparatorluğu”dur. Fakat Roma’da tarımın gelişmesini sağlayan bir inovasyondan söz etmek mümkün değildir. Sebebi basit: Roma’da köle emeği vardı. Bir tür “equilibrium”a ulaşılmıştı. Köle emeğiyle tarım fazlası yaratılıyor, bu sayede geniş bir ordu için insan ve besin ayrılabiliyor, bu ordu daha fazla tarım sahası açıp, daha fazla köle topluyordu. Tarımın köle emeğiyle yapıldığı bir toplumda, daha iyi çiftçilik yapmak için inovasyon arayışına girmeniz pek beklenmez. Osmanlı’da olduğu gibi, Roma’da da reform hareketleri vardı ve yine Osmanlı’da olduğu gibi, Roma’da da reformların önceliği askeriyeyi yeniden tanzim ederek eski işlevselliğini kazanmasını sağlamaktı. Kimse yeni üretim metotları yahut yeni ticaret yolları arayışında değildi. İlginçtir, Avrupa’da tarım alanında birçok yenilik, Roma’nın yıkılışından sonra gerçekleşmişti. Çünkü ihtiyaç ancak o zaman hasıl olmuştu. “Karanlık Çağ”, çok da karanlık değildi. Sovyetler Birliği, uzaya insan gönderebilecek bir teknolojik ivme yakalamıştı. Çünkü ABD ve Batı ile rekabet halindeydi. Ancak iç pazarda insan yaşamını kolaylaştıran teknolojik gelişmelerden, ucuzlaşan teknolojiden söz etmek mümkün değildi. Sovyet bakiyesi ülkelerde hala “büyük sanayi” var, söz gelimi uçak yahut roket endüstrisi çok güçlü ancak beyaz eşya yahut ev aletleri teknolojisi ve piyasası aynı manzarayı göstermiyor. Çünkü bunun için bir neden yok: Çünkü rekabet yok. Demek teknolojik gelişmenin de piyasanın “birey lehine” gelişmesinin de temel dinamiği rekabet. Baykent’in önerdiği sistemde ise böyle fıtri ve “emergent” bir mekanizma yok. Bir merkezden planlama yaparak toplum ihtiyaçlarını karşılamak ve orta-alt kesimin ezilmesini engellemeye çalışmak var. Ancak bu sistem bir defa bu kesimleri kurtardıktan sonra -ki kurtarması için sistem yöneticilerinin iyi niyetli olmasından başka bir “zorunlu kılıcı” mekanizma yok- ne yapacak, neye evrilecek, bunu göremiyoruz. Üstelik Baykent’in Türkiye’de kapitalizmin çöktüğü iddiasına da katılmıyorum. Zira Türkiye’de var olan kapitalizm değil, tam anlamıyla bir tür neo-sosyalizmdir. Devlet istediğini zengin edebiliyor, bu satırların yazarı eğer devletle iyi ilişkiler kurarsa birkaç yıl içinde Sabancı büyüklüğüne erişmiş bir şirketler topluluğunun başında olabilir. Benzer şekilde epey büyük bir zenginliğe ulaşmış bir müteşebbis, devlet eliyle bir gecede sıfıra indirilebilir. En büyük ihale verici devlettir, özel sektör aktörlerinin birbirleriyle ilişkisinden doğan ekonominin hacmi, bu aktörlerin devletle ilişkisinin yarattığı ekonomi hacminin yanında çok küçüktür. Sağlıklı bir serbest piyasada rekabet koşulları oluşturulur, devlet düzenleyici ve tekelleşmeyi önleyici bir sistem kurmakla mükelleftir, zenginliğin ancak ve ancak bireysel tercihlerin ve ihtiyaçların karşılanmasını sağlayan mal ve hizmet satımıyla gerçekleşmesini sağlar. Batı piyasalarının kendilerine has kusurları var ve onların kapitalizmi de sağlıksızdır ancak Türkiye’de kapitalizm hiç yoktur, bir tür oligarşi, bir tür merkezi planlama ve taşeron aktörler vardır ki bu ikincisine yanlış olarak özel sektör diyoruz. Kredi ve mevduat, gelişmenin teminatıdır. Esasen bu sistem, yani temel haliyle bankacılık, ekonominin gelişmesinin, teknolojik gelişmenin, refahın, adalet ve özgürlüğün teminatıdır. Prensipte bu sistem küçük birikimlerin büyük projelere dönüşebilmesini sağlar, fikrin sermayeyle buluşabilmesini sağlar. Faiz nedeniyle de verimliliğin ve karın artmasını sürekli olarak zorunlu kılar. Ancak Batı kapitalizminin en büyük hastalığı, bu prensibin çok ötesine geçen finans sistemidir. Üretimi ve gelişmeyi tetiklemeyen, hiçbir şekilde reel ekonomiye katkı yapmayan, basitçe “yoktan para yaratma” dediğimiz mekanizma, kapitalizmin kendi yarattığı ve en çok kendisine zarar veren Frankenstein’ıdır. Şu halde Türkiye kendi kapitalizminin zararını görmüyor. Piyasasının serbest olmayışının, devletin bir ulufe kapısı olmasının zararını görüyor. Fakat Baykent’in bizim gibi demokrasilerle ilgili tespiti doğrudur dedik: Bütün bu manzaraya rağmen kapılarınız çok açık olursa, halihazırda gelişmiş olan ülkeler, sizin gelişmenizi baltalarlar. Ulusal ölçekte gayet makul ve faydalı bir sistem olan kapitalizm, uluslararası ölçekte bir hakem ve düzenleyici mekanizma kurmak imkansız olduğu ve küçük aktörlerin hamleleri sınırlı olduğu için, bazı ülkelerin aleyhinde işleyebilir. Bu yüzden ben yeniden korporatist eğilimli çözüm önerileri aramak yerine, Türkiye’nin sağlıklı ve güçlü bir kapitalizme nasıl ulaşacağının yollarını aramak gerektiğini düşünüyorum. Baykent’in “komünistleşmek değil, sosyalleşmek” ifadesini çok olumlu buluyorum, sunduğu çözüme itirazlarım olsa da. Tam da bu noktada, Röpke’nin adını zikretmek gerekiyor. Röpke’nin ordoliberalizmi yahut sosyal liberalizmi, serbest piyasanın birey ve cemiyet lehine etkilerini muhafaza ederken muzır yanlarına karşı iki istinat duvarı öneriyor: Daha güçlü ve etkili bir devlet hakemliği ile ahlak. Bu tavır, üstelik, Türk milliyetçiliğinin fikri kodlarıyla da uyumludur ve ahlakı ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğinden kurtarıp ayrı ve müstakil bir felsefi alan olarak görmesiyle, bizi Marksist çıkmazlardan koruyacak bir bakıştır. Demokrasi ve serbest piyasa, amaç değil; tuhaf bir şekilde Erdoğan’ın belirttiği ve eleştirilere maruz kaldığı gibi, birer araçtır. Bizler bu araçların sağladığı ortamın önemini gördüğümüz için bunları savunuyoruz: Demokrasi, en doğrunun tercihini mümkün kılmasa bile, yanlış tercih halinde bu tercihin kolayca “gönderilmesi”ni mümkün kılar. Serbest piyasa da aktörleri arttırarak demokrasinin işlemesini sağlar. 30 yaşında “genç” bir Türk milliyetçisi olarak okuduğum bütün metinlerden yaptığım en öz, en kısa çıkarım sorulacak olsa, bunu söylerdim: “Aktör ne kadar çoksa, cemiyet o kadar sağlıklıdır”. Batı’nın ikiyüzlülüğünün bir ciheti de burada tezahür eder. Asla “üçüncü dünya” ülkelerinde demokrasi ve serbest piyasa gelişsin istemezler. Zira bu durumda, bu ülkeler nezdinde çıkarlarını savunmaları zorlaşır. Demokrasinin olduğu bir ülkeyi topyekun satın alamazsınız, vatandaşlar nezdinde çok daha uzun soluklu, çok daha masraflı ve garantisi olmayan bir kampanya yürütmeniz gerekir. Fakat bir diktatör varsa, onunla kuracağınız ilişki sayesinde firmalarınıza ayrıcalıklar elde edebilirsiniz. Bu yönüyle demokrasi ve serbest piyasa taraftarlığı, milliyetçiliğin şu sıralar çok öne çıktığı ve tek boyut oymuş gibi ele alındığı için eleştirdiğimiz ancak zaruri ve hayati olan güvenlikçi yanıyla da uyumludur ve milli güvenliğin teminatıdır demek de mümkün. Çok fazla aktör olduğunda, bu aktörlerin perde arkasında birleşip “çalıyı dolanmaları” zorlaşır, şeffaflık artar. Çıkarlar çatıştıkça, şeffaf ve “herkes için geçerli” bir hakeme duyulan ihtiyaç da artacaktır. Feodalizmin merkezi otorite üzerine galebe çaldığı Magna Carta İngilteresinin sağlıklı ve Burke tipi bir muhafazakarlıkla demokratikleşip gelişmesinin nedeni ve feodalizmi mutlakiyetin yavaş yavaş absorbe ettiği Güneş Krallar Fransasının ise kelleler götürerek, büyük çalkantılarla demokratikleşme seyri izlemesinin nedeni de budur. Burada İskender Öksüz’den dinlediğim çok şık ve müellifini bilmediğim bir alıntı yapacak olursam: “Tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir”. Bu kafiyeyi, dönemin Kemalizminin -kendine Kemalist demekte hiçbir beis görmeyen bir adam olarak söylüyorum- doğru ve makul bir şekilde uyguladığı devletçi ve totaliter kalkınma hamlesine göre mi yapacağız, yoksa bu defa Ağaoğlu’na bir kafiye yapıp Batı tarzında bir ülke inşa etmek için ne yapmamız gerektiğine mi kafa yoracağız? Bütün meselemiz bu. İkincisine karar verirsek, bugünün şartlarının bambaşka olduğunu da görmeliyiz: Sermaye kavramı dahi yeni endüstride anlamsızlaşıyor yahut anlam değiştiriyor. Baykent’in italik yazılarla sorduğu sorular çok doğru, milliyetçiliğin sorması gereken sorular; fakat önerdiği ULU-EK, onun ve sistemin farazi yöneticilerinin iyi niyetinden-kabiliyetinden başka hangi mekanizmalara yaslanarak, Google’un, Amazon’un dünyasında Türkiye’yi mutlu, huzurlu, özgür ve güçlü ülke yapacaktır, bunu kendisine sormak istiyorum. Mesela sendikacılık (vaktiyle Cangızbay’ın da enfes şekilde ifade ettiği gibi) işçiler üzerine kurulmuş bir saltanata dönüşebiliyor, kapitalizmin “putu” kırılınca, yeni putlar dikilmesini EDİT sistemi nasıl engeller?

Bahadırhan Dinçaslan ekonomi politik kapitalizm Kemalizm komünizm M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan neo-sosyalizm sinan baykent sosyalizm