Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi-Politiği: İnsan Fıtratı ve Orta Sınıf

TAKİP ET

Sevgili Sinan Baykent'le 'Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi Politiği' ana başlığı altında, onun önerdiği EDİT sistemine benim sunduğum eleştirilerle başlayan bir tartışmayı sürdürüyoruz

Sevgili Sinan Baykent’le “Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi Politiği” ana başlığı altında, onun önerdiği EDİT sistemine benim sunduğum eleştirilerle başlayan bir tartışmayı sürdürüyoruz. Çare Kapitalizm başlıklı yazım eleştirileri içeriyordu, Baykent de Kar ve Mülkiyet Hakkı Kavramları Üzerine Düşünceler yazısıyla bunlara cevap verdi. Her ikimizin de yazısı oldukça uzun, üstelik tarizler, sorular ve cevaplar arttıkça, ikimizin de altından kalkamayacağı bir yumağa dönüşecek gibi duruyor. O yüzden kendisiyle de istişare ettik ve şöyle bir karar aldık: İnsan fıtratı tartışmasını merkeze koymak. Bunun ötesinde, bu yazıyla bir başka öneri de getiriyorum: Tümevaralım. Yani EDİT’i tartışmayı -şimdilik- bir kenara bırakıp, hakikati ve doğruluğuna kani olduğumuz, üzerinde uzlaşabildiğimiz kaideleri tespit edelim. Bu kaidelerden EDİT’e varmak mümkün müdür, değil midir, tartışmanın ilerleyen bölümlerinde buna geri dönelim. Öyle ya, şu sıralar sık sık düşünüyorum: Madem dijital dünya bizi bu kadar sarmaladı, madem bilgi işleme teknolojisi bu kadar gelişti; keşke süper-bilgisayarlarla bir program yazabilsek ve görüşlerimizin neden olacağı dünyayı bilgisayarla simüle edip kendimize göstersek. Kaçımız, acaba, haşince savunduğu görüşlerin neticelerinin dünya ve en çok da kendi üzerindeki tesirini görünce onları savunmaya devam ederdi? Yine söylemek gerekir ki, yazı üzerinden bir tür “uzun vadeli diyalog” kurduğumuz için, asıl odağı başka bir yere taşımaya karar vermişsek de, Baykent’in sorularına ve yazısında eksik-sorunlu gördüğüm kısımlara yer yer değineceğim. İnsan Fıtratı İnsanın fıtratına dair yapılacak bütün sohbetlerde, yazılacak bütün metinlerde herhalde Hume’dan bahsetmek gerekir. Hume bize insanı rasyonel ve tutarlı kabul etmemizin ne kadar sorunlu olacağını gösterdiğinden beri, insanın çelişik ve duygusal bir varlık olduğunu ve objektif bir rasyonalitenin belirleyiciliğine göre “davranmadığını” göz önünde tutmak zorundayız. İnsan çelişiktir, insan duygularının, tutkularının esiridir ve davranışını belirleyen çoğu zaman bunlardır. Fakat insanın yarattığı, yahut insana kayıtlı olarak evrilmiş olguların da doğasından bahsetmek mümkün. Buna da “eşyanın tabiatı” diyoruz aslında; fizik kurallarından başlayarak insan davranışı üzerinde belirleyiciliği olan birçok faktör vardır. İnsanın “sosyal uzantıları” vardır, Edward Hall’un tarif ettiği gibi, kültürümüz, teknolojimiz, kurguladığımız konseptler, bizim sosyal uzantılarımızdır. Üstelik bunlar bizim tarafımızdan yaratılmış olsalar ve çoğu zaman bizim etkimize maruz kalsalar da, kendiliğinden evrilirler. Biyolojik evrimimizin yanında, sosyal evrimimiz bu uzantılar üzerinden gerçekleşir. Öyleyse, Baykent’e ilk itirazım buradan geliyor: Kar hırsı, ego, nefis; tarif ettiğimiz “insan fıtratı” bileşenleri yahut fonksiyonları, evet, etkilidir, ancak inorganik olanın da doğası var. “Sermaye”nin fıtratından bahsetmemiz gerekiyor. Baykent’in kâra, sermayeye ve mülkiyete karşı olmadığını beyan etmesi, bunu da mesele etmemizi gerektiriyor: Kârın, sermayenin ve mülkiyetin “fıtratı”, EDİT’e izin verir mi? Daha önemlisi, devletin fıtratı, EDİT’in devleti zorunlu ortak yaptığı işletmelerde, işletmenin kârlı, yenilikçi, verimli olmasına izin verir, kârın, sermayenin ve mülkiyetin fıtratıyla çelişir mi? Türkiye’de kapitalizmin olmadığını, bir tür sosyalist meyilli, devletin serbest piyasanın oluşmasına duvar teşkil ettiği oligarşinin olduğunu iddia etmiştim. Baykent, bunu sosyalistlerin “gerçek sosyalizm bu değil” deyişine benzetiyor; halbuki durum bu değil. Devlet, serbest piyasa koşullarının hakemliğini yapmıyor, aksine oluşmasını engelliyor. Bunun ötesinde, üretime ve serbest piyasanın “faydalı” işlevlerine destek olmayan türev işlemleri, post-modern finansal sistemi bizzat “kapitalizmin olumsuz ürünü” olarak işaretliyorum; yani kapitalizmin gerçeği yahut sahtesini işaretlemiyor, mevcut halinin “istemediğimiz” neticesi olarak sunuyorum. Röpke değinmelerinde de görüleceği üzere, kapitalizmin tek başına bütün veçheleriyle insanın sorunlarına çare olmayacağını, ancak çarenin mümkün olduğu ekonomik model olduğunu ifade ediyorum. Fıtrat bahsine geri dönecek olursak, bireyin fıtratını, cemiyetin fıtratını, inorganik ancak sosyal uzantımız olması vesilesiyle “insanla kayıtlı olan”ın fıtratını gündemimize almamız gerekiyor. Burada, yine Hume’dan referansla, sürekli ve kesin bir “kendi”likten bahsedemeyeceğimize göre, bu fıtratın değişkenliği ve yerelliğini de gündeme almak lazım. Çözümler şartlara göredir ifadem da bunu gündeme alıyordu, Baykent’in bugünkü Türkiye’nin şartlarına değindiği bölüme, bir sonraki başlıkta değineceğim ancak, fıtrat meselesinde tespit ve tayin etmemiz gereken epey husus var. Büyük zincirli ve istikrarlı organik bileşiklerin, uygun ortamlarda daha kararsız durumdaki bileşenleri bir araya getirerek kendilerini kopyalama meyli, biyolojik varlığımızı mümkün kıldı. Biyolojik fıtratımız, epey milyar yıldır, bu fıtratın belirleyiciliğinde devam ediyor. Aşağıya ve yukarıya hareket imkanına sahip, vücudun iki yanında yer alan iki aparatın hava basıncında yerel farklılıklar oluşturması, dünya şartlarında uçmanın tek yoluydu. Böcekler ve kuşlar, birbirleriyle doğrudan akraba olmasalar bile, fizik kuralları bu yönde belirleyici olduğu için, aynı mantıkla çalışan organlar geliştirdiler ve uçma baskısının sonucu olarak uçmayı başardılar. Pekala, mülkiyetin doğasını ele alarak işe başlayalım. Madalyonun iki yüzü var hemen her zamanki gibi: Jared Diamond, Düne Kadar Dünya eserinde çatışmasızlığın iki senaryoda mümkün olduğunu söylüyor: Kaynakların aşırı bol olduğu durumlar ve hemen hiç kaynağın olmadığı durumlar. Eski İskandinavlarda her rün, o rünün temsil ettiği sesle başlayan bir kelimeyle adlandırılırdı, kolay öğrenilsin diye her rünün de bir tekerlemesi vardı. Bunlardan “fe” yahut “fehu” rünü, basitçe mülk anlamına gelir ve tekerlemesi şöyle der: “Fe, akrabayı birbirine düşürür.” Yani mülkün doğasında çatışma vardır. Evvela hedefi belirlemek lazım diyerek sorduğum soruya Baykent “Şüphesiz ki her milliyetçilik günün sonunda bayraktarlığını icra ettiği ulusa mensup bütün fertlerin özgür ve müreffeh bir ortamda topluca kalkınmasını hedefler.” diyerek cevap verdiğine göre, -ki tek itirazım “her milliyetçilik” kısmına, zira her milliyetçilik böyle değil maalesef- mülkiyetin doğasını ve tarihe dair gözlemlerimizi gündeme alıp, geleceği simüle etmeye çalışmalıyız. Şu halde, benim dar ufkumda şu görünüyor: Kaynağı, kaynağın verimliliğini sürekli arttırmaya çalışmak. Aksi takdirde, mülkiyet çatışmanın kaynağı olmaya devam edecektir; mülkiyetsizlik ise, ancak insan olmadığımız bir senaryoda mümkün. Nitekim tarihte bu yönde bir seyir izledik ve ben bu yöndeki seyrin arkasındaki “tahrik”in eksikler, hayatta kalma stresi ve toplumun örgütlenme şeklinin teşebbüse, yenilikçi düşünceye izin vermesi olduğunu söylemiştim. Oysa EDİT sisteminin üstlendiği asıl işlev bu değil, mevcut düzende dezavantajlı durumdaki gruplara bir kaldıraç vazifesi üstlenmek. Bu işleve tek başına bir itirazım yok, hatta bu arayış bende de var; ancak yalnızca sevgili Baykent’in önerisinin doğru olup olmadığına dair şüphelerim var. Burada, Baykent’in de konu ettiği “orta sınıf” üzerine biraz mülahaza yapmalıyız. Orta Sınıf Baykent, “Nitekim bugün itibariyle Türkiye’de orta sınıf bir bütün olarak erimiş ve hatta neredeyse buharlaşmıştır.” diyor ve bambaşka bir yerden baksam da, benim de katıldığım ve kaygısını duyduğum bir tespit. Orta sınıfın olmayışı bir cemiyetin sağlığına hem siyasi, hem ekonomik tehdit oluşturur; serbest piyasanın işleyişini de engelleyerek, onun yönetici-sermayedar ittifakı sayesinde ilerleten, geliştiren değil, sömüren bir forma girmesine sebep olur. Bir süredir sosyal medyada çeşitli mecralarda dağınık notlar olarak Orta Sınıf’a dair yazıp çizdim; bunları toparlayacak olursam, elbette Orta Sınıf’ın köklerini İngiltere’de aramalıyız. Terimi hemen herkes kullanıyor ama tarifi ideolojinize, kültürünüze, coğrafyanıza göre değişiyor. Bir Marksist için orta sınıf diye bir şey yok demek bile mümkün; pazarlama yapacaksanız orta sınıf düzenli gelir ve uzmanlık gerektiren meslek sahibi insanları -ve ailelerini- ifade ediyor. Sınıf deyince, hele böyle dünyaya yayılmış, kabul görmüş sınıf tarifleri deyince, İngiltere'ye bakacağız dedik. Zira evet, dünyanın birçok bölgesinde sınıf, birbirinden bağımsız olarak, kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ancak yalnızca İngilizler sınıfı hem resmi, hem kültürel anlamla tarif etmişler ve dünyaya hakim olduklarından, kendi sınıf anlayışlarını yaymışlardır. Hatta o kadar ki, Hindistan'da aslında bambaşka ve dallı budaklı olan sınıf yapısını kendilerince kolay yönetmeye uygun bir piramide çevirmişler, yasaya dökmüşler, bu sayede eskiden var olan sınıf geçişkenliğini kaldırıp, Hinduların hala kast sorunlarıyla boğuşan bir topluluk olmasına neden olmuşlardır. İngiltere'ye baktığımızda da orta sınıfın aslında net bir tarifi yok. Lower-upper middle class ayrımına bakınca, ikisine de orta sınıf denen kitlenin birçok özellikleriyle ayrıştığını görürsünüz mesela. Ama terimin İngiltere'den çıktığı kesindir; sanayi devrimiyle birlikte çıktığı da. Sanayi devrimi İngiltere'de çok şeye neden olmuştu elbet, bunlardan biri de yeni şehirlerin doğmasıydı. Hatta Engels bu şehirlerden en ünlüsünde, Manchester'da yaşamış ve çok kısa sürede nüfusu 10-15 katına çıkan Manchester'ın perişan manzarası sosyalistliğine ilham olmuştu. Yeni şehirler, bir defa, temsil sorunu getiriyordu. Nüfus bir anda patlamıştı, başka yerleşimlerse hayalete dönmüşlerdi. Bu hızlı ve çalkantılı süreç nedeniyle parlamentoda temsilin adaletli dağıtılması sağlanamamıştı, yasalar toplumun gerisinden geliyordu. Geliyordu gelmesine ya, başka bir durum da vardı. Köyden kente göçün ve şehirli tipinin oluşmasını takiben, şimdi de köyden kente göçen varoş tipi oluşuyordu. Varoş dilimize Macarcadan geçmiştir ve aslında mahalle demek. Dış mahalle anlamında kullanıyoruz. Demek, bu yeni göç dalgası şehirli, ticaretle, üretimle yahut zanaatle uğraşan değil, işçi olarak çalışan ve eski şehirliler gibi nispeten iyi, hatta ilerleyen asırlarda "soylu toprak sahipleri"nden bile iyi yaşayamayan bir "kenar mahalleli" sınıf oluşturmuştu. İkisine birden "şehirli" diyemezdin. Orta sınıf işte, kanaatimce bu daha "eli yüzü düzgün" kitleyi yeni şehir nüfusundan ayırmak için doğdu, bu bir. İkincisi, temsil sorunu 1832, 1867 ve 1884'de çıkan üç yasayla çözüldü. Tabii bu yasalar yalnızca sanayi devriminin temsil sorunuyla uğraşmıyorlardı (en çok ilki uğraşmıştır), aynı zamanda oy verme kıstaslarını genişleterek seçmen sayısını arttırıyorlardı. Orta sınıf, diğer ve daha önemli cihetiyle, bu dönemde oy kullanma hakkını kazanan sınıftır işte. Ondan önce, yasalar öyle bir düzenlenmişti ki, ancak büyük toprak sahipleri oy kullanabiliyorlardı. Bu yasalar peş peşe, oy kullanmak için gereken mülkiyet barajını düşürdüler. Binlerle ifade edilen seçmen sayısı bu sayede milyonlara ulaştı. Fakat bu üç yasadan sonra dahi, İngiltere'de basit bir işçi ailesinin reisi (kadınlar zaten oy kullanamıyorlar) oy veremiyordu. 1884'ten sonra dahi ülkedeki tüm erkeklerin ancak yarısı oy kullanabiliyordu. Buna paralel bir seyri, Amerika da izlemiştir demek gerekiyor. Şu halde orta sınıf, büyük toprak sahibinden sonra oy kullanma hakkını kazanan ilk ve doğası gereği toprak sahiplerinden daha kalabalık sınıftır. Küçük çaplı mülkiyetin temsilcisidir. Üstelik İngiltere'nin (ve herhangi bir başka ülkenin) vergi gelirinin çoğu bu sınıftan elde edilir. Demek, siyaseten çok önemli bir sınıftır. Bu sınıf, oy kullanma hakkını aldığından beri, siyasetini vergi üzerinden yapar. Mesela bugün İngiltere'de lordlar kamarasının birçok yetkisi kısıtlanmıştır, ancak en önemli ve en sert kısıtlama, vergi yasalarına dairdir. "Avam" kamarasının sunduğu bir vergi düzenlemesine lordlar karışamaz. Bir nevi "vergiyi biz veriyorsak oranına ve karşılığında alacağımız hizmete de biz karar veririz" demişler. Bu hakkı uzun süreler sonra elde etmişler. Ki, lordlar kamarası da artık büyük toprak sahiplerinden oluşmuyor. Her ne ise, bu özellikleriyle orta sınıf aslında demokrasinin mümkün olması ve siyasetin saçma saplantılara malzeme olmadan, pergelin bir ucunu hep vergi meselesinde tutarak yapılması için hayatidir. Bir ülkede böyle bir sınıf teşkil ettiyse, o ülkenin gidişatında belirleyici olur ve bunu çoğunlukla olumlu yönde yapar diyebiliriz. İngiltere özelinde, toprak sahipleri krala karşı kendilerini güvene almak için parlamento kurmuşlardı. Kralın kafasına göre onu bunu asması ve bunlara feodal yükümlülükler yüklemesini engellemek, asıl amaçlarıydı. Jüri sistemi de, soylunun kendi “denkleri”, avamın kendi “denkleri” tarafından yargılanması maksadıyla doğmuştu. Sonra küçük mülk sahipleri (ki bir kısmı da yeoman denen kendi toprağının sahibi köylüler ve onların tarihi mirasçılarıydı) lordlar siyaseti kafalarına göre yapmasınlar diye parlamentoya girdiler. En son da "diğerleri" alındı. Sınıf bile olmayanlar, sınıflaşabilsin diye dünyayı derinden sarsan Marksist akımın doğduğu işçiler ve en alttakiler. Bizde orta sınıf yok, sorun bu. Gelir düzeyine göre bazı insanlara orta sınıf deyip geçiyoruz. Bizde insanlar mücadele ederek yahut inkar edilemez, teskin edilmezse sorun yaratacak cüsse ve etkinlikte bir zümreye dönüşerek oy hakkı kazanmadılar. (1832'deki ilk reform yasasının, mesela, bir ihtilali engellediği yorumu yapılır.) Vizyoner ve muhteşem bir Türk subayının lütfu olarak oy hakkı kazandılar. Osmanlı'nın hemen son birkaç on senesine dek özel mülkiyet bile yoktu, 1850'lerden itibaren emekleyerek özel mülkiyet gelişiyordu ama, Osmanlı yıkıldığında bile tam anlamıyla toprak sahipliği mümkün değildi demek mümkün. Mülk edinmeye alışmamış, çoğu (bkz: subsistence) tarımı yaptığı araziyi zaten kendisinin zanneden ve "dövlet" yahut "hökümet"in ses etmediği köylüler, onların soyu, ciddi ve apayrı bir memur sınıfı (hemen bütün şark imparatorluklarında görülür) ve yeni zengin olmaya başlayan tüccarlar. Bunlar elbette oy hakkı kazandıklarında bu hakkın hakkını veremediler. Şu halde Baykent’in yazısında en çok katıldığım husus, evet, bizde orta sınıfın teşkil etmeyişi ve insanımızın ekseriyetle mülksüz oluşunun yarattığı sıkıntılar. Ancak devletin ve işçinin zorunlu ortak olduğu işletmeler, bu insanları mülk sahibi yapmaya mı yarayacaktır, yoksa şirket yönetiminin imkansızlaşmasına mı? İflah olmaz bir demokrat olarak, demokrasinin ancak ülke yönetiminde işleyebileceğini, hayatın birçok alanında demokrasinin işlemez ve hatta saçma olduğunu düşünüyorum. Mesela orduda, verilen emir oylanmaz. Dinde, en geniş kabul gören ayetler seçilmez. Bir şirkette de demokrasi olmaz, ancak eşit pay sahipleri arasında bir demokrasiden söz edebiliriz. Oysa Baykent’in önerdiği “zorunlu hissedarlık”, hissedarların “çıkar uzlaşması” nedeniyle şirket içi uyumu yakaladıkları sistemi bozar; zira ortada kazanılmış, satın alınmış, elde edilmiş bir hissedarlık değil, zorunlu bir hissedarlık var. Bu da bizi kârın doğasına götürüyor: Kârlılığın doğası, zorunlu hissedarların olduğu bir şirkette işler mi? İşçiye sunulan demokrasi, yasayla asgari şartların sağlandığı bir düzende, kendisine en cazip gelen iş yerinde çalışma fırsatıdır. Bu cazibeyi de, ta Adam Smith’ten beri bildiğimiz üzere, bir “gizli el” tesis eder: İşçiyi çok sömürürsen ihtilal yapıp seni gulaglara gönderebilir. Az maaş verirsen ve ülkende serbest piyasa varsa, aynı emekten daha fazla kâr elde etmenin yolunu bulan bir başka işveren, işçiye daha yüksek maaş teklif eder ve bünyesine katar. Ancak görüldüğü üzere, buradaki tahrik kârın ve piyasanın doğasından kaynaklanıyor. İşçiye sunulan seçimlerin demokrasisi, işvereni aynı emekten daha fazla para kazanıp daha fazlasını vaat edebilme tahrikiyle stres altına sokuyor. Özünde yine kâr amacı var; fakat işçinin ve devletin zorunlu ortak olduğu bir işletmede, tahrik “işçiyi tatmin etme”ye dönüşecektir. Bu, tarihte bildiğimiz, izlediğimiz atılımları yapmaya yeter bir tahrik midir? İnsan Faktörü Doğu ülkelerinde iş yapmayı seven bir yabancı dostuma, “neden Batı’da yapmıyorsun?” sorusunu sormuştum. Cevap ilginç: “Bizim oralarda bir sürü prosedür var. Doğu’da bir müdüre, bir bakana payını verdin mi, işini rahatça yapıyorsun.” Yani Batılılar “fıtri” olarak, yahut kategorik olarak bizden daha ahlaklı değiller. Ama onları orada ahlaklı olmaya iten, bunu mecbur tutan bir sistem var. Bir araya gelen insanların sağ duyulu kararlar alabileceğini ümit ederiz, ama başta Hume’a söylettiğimiz gibi, insan çelişik ve duygusal bir varlıktır. Hazzı erteleyemeyen ve “müştereğin trajedisi” dediğimiz, kimsenin tekil sahibi olmadığı, kolektif sahiplenilen malların, mesela meraların başına gelen “hesapsız sömürü” neticesinde gördüğümüz gibi uzun vadeli faydayı önceleyemeyen (ve bireysel düzlemde bunda gayet haklı da olan. Takribi 80 yıl yaşıyoruz. Yine Hume’un dediği gibi, parmağımızın çizilmesindense dünyanın yok olmasını tercih etmemiz gayet rasyoneldir) insanın, ortak akıla diyalogla ulaşıp, “iyi niyetli” bir şekilde doğru yönetim sergilemesini bekleyemeyiz. Bu ancak yeterince büyük yapılarda, yani ülkelerde, yeterince fazla ve büyük aktörlerin çatışmasına imkan veren bir rejimin (demokrasi) uygulanmasıyla, çatışmaların “insandan bağımsız” olarak bir uzlaşıyı ve faydalı sistemi mümkün kılmasıyla gerçekleşebilir. Şu halde inorganiğin doğasına geri dönüyoruz. İnsanın iyi niyeti gibi oldukça kaypak ve müphem bir faktöre endeksli bir ekonomi anlayışı bizi Baykent’le ümit-daş olduğumuz hedefe götürmeyecektir. Ekonominin kendi gerçeğine ve fıtratına uygun, ancak başka ihtiyaçlara cevap veren başka sosyal uzantılar ve ahlak öğretisi ile dengelenen serbest piyasa ekonomisi ise götürecektir. Bu noktada dillendirilmesi gereken bir diğer husus da, kapitalizmin tanımıdır. Kapitalizm basitçe serbest piyasa ekonomisidir, bir tür “doğal hal”dir. Onun ne olduğuna dair tasavvurlar genelde Marksistlerden çıkar ve Marksistler, kapitalizmin bir merkezden yönetilen, yahut inşa edilen bir şeytan olduğunu muhtemelen bilinçsiz bir şekilde kabul ederek analizler yaparlar. Oysa durum bu değildir; kapitalizm tek başına insanın bütün boyutlarına hitap da etmez. Etki ettiği doğrudur; ama ahlak problemini etik alanda felsefe yaparak, hukuk problemini bu alanda düşünerek, siyaset problemini kamu yönetimi disiplininin tespitlerinden faydalanarak çözeriz. Ekonomik sistemden beklentimiz ise, bütün bu çözümlerin mümkün olabilmesini sağlayan rejime temel teşkil edebilmesidir. Bu yönüyle kapitalizm, bu sınavı vermiş görünüyor: Refah, hürriyet ve mutluluk, kapitalist ülkelerde mümkün oldu. Bizim yeryüzü cenneti arayışlarımız, bütün yönleriyle mükemmel ve eksiksiz bir tasavvur istese de, hayır: Serbest piyasa ve demokrasi, bütün sorunlara peşin bir çözüm önermez, ama çözümün mümkün olacağı, karşılaşacağımız her yeni problemde, onu çözebilecek yolun kısıtlayıcı tedbirlerle engellenmeyeceği bir düzlem vaat eder. Girişte değindiğim üzere, Baykent’le uzlaştığımız kaideleri belirleyip, bunlar bizi EDİT’e götürür mü, yahut EDİT bu kaidelerin tesisini sağlar mı tartışmasını öyle vermek niyetindeyim. Şu halde uzlaşmış göründüğümüz kaideler şunlar: Mülkiyet ve kâr faydalı enstrümanlardır. Kapitalist sistemin faydaları olduğu gibi, çıkmazları ve zararları da söz konusudur. Türkiye bir ülke olarak, mevcut ekonomik yapısıyla küresel sistemden zarar görmektedir. Milliyetçilik, en temelde insanını müreffeh, özgür ve mutlu etmeyi hedefler. Milliyetçiliğin hedefine ulaşması için, hayatın her alanını etkileyen ekonomik düzlemde, buna kaynaklık edecek bir sistem önerisiyle gelmesi gerekir. Türkiye’de insanlarımızın ekserisi mülksüz ve ülkenin ekonomik potansiyelinin verebileceğinin çok altında pay alan insanlardır. Önerilecek sistemin birincil gündemi budur. Tabii aklımızda tutmamız gereken bir başka husus, “mevcud”un bir adamın tasavvuruyla, bir partinin projesiyle değil, asırlar boyunca milyonlarca insanın etkileşimiyle meydana geldiğidir. Bunu bir insan tek başına analiz edebilir, kavrayabilir, yorumlayabilir; ama tek başına tesis edemez. Yani, sunacağımız alternatif, sevgili Baykent’in yahut benim tek başımıza tasavvur edebileceğimiz bir şey olmayacak: Bir insanın bunu başarması mümkün değildir. Yine de, Baykent’in dediği gibi, alternatif mühendislik iyidir ve tartışmaya bir ekonomistin de dahil olması, şüphesiz sunulacak alternatifin isabetliliğini arttıracaktır. Şimdiye dek aslında şeytanın avukatlığını üstlendim ve Baykent’in önerilerine karşılık olarak, kapitalizmin mevcut halinin “neden böyle işlediği” ve bunun “neden iyi olduğu”nu anlattım. Baykent’in bu yazıya cevabı geldikten sonra, şahsi tasavvur ve tahayyüllerimi paylaşacak, benim gözümde kapitalizm ve milliyetçilik nasıl işler, hayalimdeki sağlıklı cemiyetin kaynağı olacak ekonomik sistem nasıldır, onu anlatacağım. M. Bahadırhan Dinçaslan

Adam Smith Diyarbakır Anadolu İmam Hatip Lisesi Fen ve Sosyal Bilimler Proje Okulu Düne Kadar Dünya EDİT editör Edward Hall Friedrich Engels İnsan fıtratı Jared Diamond kapitalizm Marksizm Rasyonalite sinan bayken