Türkiye'de Kadının Yaşama Hakkı

TAKİP ET

'Herkesin derdi kendine; dünyanınki hepimize…' Louis Ferdinand Céline Giriş Şiddet, dünyanın var oluşundan itibaren insanlık âleminin bir parçası haline gelen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır

“Herkesin derdi kendine; dünyanınki hepimize…” Louis Ferdinand Céline

Giriş Şiddet, dünyanın var oluşundan itibaren insanlık âleminin bir parçası haline gelen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olgu, toplumların kültürel yargılarına, dini algılayış biçimlerine ve sosyal-psikolojik travma etkilerine göre değişkenlik göstermektedir. Ayrıca şiddet, insanın doğasındaki bir durum değil; öğrenilmiş bir tutum olarak nitelendirilmektedir. İnsanlığı “kendi hayatlarımızın özgül katmanları, koşulları karşısında tanımlamaktan başlayarak, toplumsal coğrafyanın açıkça politik bir tavır talep eden atmosferindeki karşılığını bulmaya kadar, belki de en meşgul eden konu” [1] şiddettir. Şiddet, tüm dünyadaki gibi Türkiye’nin de başat problemlerinden biridir. Bu yazı şiddet ve Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunu incelemeyi hedeflemektedir. Şiddetin Farklı Alanlarda Algılanışı Davranışlarda dengeli ol(a)mama, aşırıya gitme durumuna şiddet denilmektedir [2].  Şiddet, kendisini kişisel ya da çevresel faktörlere bağlı olarak tam anlamıyla ifadeden yoksun kişilerin başvurduğu bir eylemdir ve ekseriyetle anlık tepkiler şeklinde ortaya çıkar. Ancak sonuçları incelendiğinde hayli ağır bilançolara sebep oldukları da gözlenmektedir. Günümüzde dünyamızı ve ülkemizi ilgilendiren sorunların geçmişe nazaran farklılaşması ve hatta gelişen teknolojinin de etkisiyle daha karmaşık bir hâl alması, ilgilendiğimiz şiddet olgusunun da çeşitlenmesine sebebiyet vermiş ve bu türleri ile toplumda, birer tehdit unsuru haline gelmiştir. Şiddetin tarifine sebep davranışların farklı türleri vardır ve bu türleri belirleyen faktörler, şiddetin gerekçesidir.  Ayrıca yapılan çalışmalar, şiddetin artık bir “ifade biçimi” şeklinde literatürde yerini aldığını göstermektedir. Bu ifade şekli, en başta belirttiğimiz gibi toplumların değer yargıları, inanışları ve olayları algılayış biçimlerindeki farklılıkların da etkisiyle kişilerin sosyal, psikolojik açılardan olumsuz durumlarının dışa vurumudur. Şiddet, sosyo-psikolojik kuramlardan hareketle öğrenilen bir davranıştır denilebilir. Bu öğrenme, özellikle çocukların gelişim sürecinde aile, çevre ya da kitle iletişim araçları vasıtasıyla olmaktadır [2]. Yani aile, siyasetin demokratik eksiklikleri, medyanın algı yönetimi, toplumun meşruiyet ölçülerindeki tutum değişiklikleri, tepkisizlik, eğitim, ekonomik yetkinlik gibi durumlar, şiddetin seviyesini belirlemede önemli unsurlar olarak göze çarpmaktadır. Şiddetin özellikle ilgilendiğimiz kısmı, kadına yönelik şiddettir. Bu konu ele alınmadan önce; kadın, dinlerin kadına bakışı, kadının belli alanlardaki yeri ve algılanış biçimleri hakkında bilgiler göz atmak, konunun daha sağlıklı işlenmesi için imkân sunacaktır. Geleneksel Anlatılarda Kadın Bilindiği gibi toplum hayatının en önemli şekillendiricilerinden biri din ve dinin yazılı kaynağı, kutsal kitaplardır. Bu nedenle kadın ve kadın bedeni üzerinde bazı çıkarımlar yapabilmek için öncelikle incelenmesi gerekenler de bunlardır. İnsan varlığının en somut kanıtı beden; canlılar dünyasında yer aldığımızın duyular yoluyla algılanmasında birincil etkendir. Bedene dair din ve bilimin görüşleri farklıdır. Din, bedenin içindeki ruha bakarken, bilim de bedenin dışındaki nesnel dünyaya bakmaktadır [3]. Toplumların cinsiyete bakış açılarının ataerkilliğe evrilmesinden itibaren kadın ve bedeni, daima bir sömürü aracı, daha yumuşak bir ifade ile üzerinde otorite kurulabilecek bir varlık olarak görülmüştür. Bunu yapan insan, belli noktalarda sırtını dine dayamaktadır. Dinin, bireylerin inanma ihtiyaçlarını karşılayan en önemli olgu olduğu düşünülürse, bu ihtiyacın karşılanmasında; gönderildiğine inanılan kutsal metinler ciddi birer başvuru kaynağıdır. Semavi dinler dediğimiz İslamiyet’e, Hristiyanlığa ve Museviliğe ait üç büyük kitap, Kur’an-ı Kerim, İncil ve Tevrat’ın yaradılışta kadını ulaştırdığı mertebelerdeki benzerlikler ve farklılıklar, temelde bize yol gösterecektir. Kur’an-ı Kerim’de yaratılış, Âdem (a.s.) ile eşi Havva olarak tasvir edilmektedir. Öyle ki bu iki eş, tek bir nefisten yaratılmıştır. Bilinenin aksine, kadının erkekten yaratıldığı ve yine erkekten daha aşağı bir statüde olduğuna dair bir bilgi söz konusu değildir. Cennetten kovulma hikâyesindeki yasak meyvenin yenilmesinde sebep, şeytandır. Ayrıca buradaki günah, kadını temsil eden Havva ile erkeği temsil eden Âdem (a.s.) tarafından ortak işlenmiştir. Dolayısıyla insanın günah işlemesine sebep faktör, cinsiyeti değil; şeytan ve nefsidir. Burada nefis ise kadın ya da erkeğe göre farklılık göstermeksizin tek bir nefsi temsil eder yani, yine cinsiyetin nefsinden değil; insanın nefsinden bahsedilir. Dolayısıyla Müslümanlığın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim, yaratılış bakımından tek bir cinsiyeti yücelten bir anlatımı benimsediği, doğrudan söylenemez. İncil’de insanın yaratılışı şöyle açıklanır: “Tanrı, yaratılışın başlangıcından ‘İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” Ayrıca şöyle bir ayet de bulunmaktadır: “Dünyayı ve içindekilerin tümünü yaratan, yerin ve göğün Rabbi olan Tanrı, elle yapılmış tapınaklarda oturmaz. Herkese yaşam, soluk ve her şeyi veren kendisi olduğuna göre, bir şeye gereksinmesi varmış gibi O’na insan eliyle hizmet edilmez. Tanrı, bütün ulusları tek insandan türetti ve onları yeryüzünün dört bucağına yerleştirdi.”[4] İncil’deki yaratılış hakkındaki ayetlerden bu ikisine baktığımızda da erkeğin kadından daha üstün olduğuna vurgu yapan herhangi bir ifadeye rastlanmaz. Tevrat, diğer iki kutsal kitaba nazaran daha farklı bir yaratılıştan söz etmektedir. Kadının yaratılışını, Havva’nın yaratılışı olarak anlatan Tevrat’ta Havva, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmasını bazı görüşler kadını aşağılayan, hor gören bir anlatım olarak görse de bu anlatımın kadın ve erkek eşitliğini simgelediğini söyleyen görüşler de mevcuttur. Yasak ağaçtan yedikleri meyve yüzünden cennetten kovulmuşlar ve Havva’ya, yani kadına acılar içerisinde doğurma ve erkeğine karşı konulamaz bir istek duyma cezası verilmiştir [3]. Ataerkil sistemin, toplumların sosyolojik yapılarına girdiği andan itibaren kadına yönelik tutum ve beraberinde dindeki yorumlamalar da farklılaşmış hatta kutsal metinler üzerinde çeşitli oynamaların yapılmasına kadar ileri gidilmiştir. Metinlerdeki Havva üzerindeki betimlemelerle başlayan kadına yönelik tutum, zamanla kadının sosyal yaşantısını sınırlamış, bu sınırlandırma kültürel değerlerin ve yazılı olmayan toplum kurallarının da etkisiyle artarak devam ederek günümüze kadar taşınmıştır. Dolayısıyla kadın, üzerinde baskı uygulanması, otorite kurulması ve hatta şiddet ile “terbiye” edilmesi gereken bir varlık, belki de bir meta hâline getirilmiştir. Kadına Yönelik Şiddet veya Erkek Terörü Şiddet ya da kadına yönelik şiddet denildiğinde akla ilk gelenin fiziksel şiddet olmasına karşın bu konuya daha genel bir perspektiften bakmak gerekir. Kadınlara ailede söz hakkı verilmemesinden sosyal hayata entegre olma hakkına müdahale etmeye; küfür, hakaret ve aşağılama ifadelerinden fiziksel müdahalelere kadar tüm eylemler birer şiddet unsurudur. Kadına yönelik şiddet, ataerkil kültürde kadının erkeğe bağımlılığının somut ve soyut manada arttırılması ile sürekli hâle gelmiştir. Ayrıca karı-koca ilişkisini aşıp çevre koşullarının müdahalesi ile gerçekleşen bir yönü de bulunmaktadır [5]. Bu noktada vurgu yapılması gereken kavram, namustur. Namus, erkek egemen zihniyet yapılarının kadını kısıtlamak için başvurduğu temel dayanaktır. Erkeğin ve eril zihniyetteki toplumların “namus” tanımlamaları içinde bulunmayan ve kadın tarafından istekli ya da isteksiz bir şekilde yapılan her davranış, şiddeti meşru kılmaktadır. Şiddet eylemleri ilk aşamada sözlü ve psikolojik olarak yansıtılmaktadır. Şiddete karşı kadının tepkileri şiddetin sürekliliği adına belirleyicidir. Kadınların erkeklere göre duygusal hassasiyetlerinin daha etkin olması veya daha duygusal yetiştirilmesi, sözlü şiddetin erkekleri doyurmamasına sebep olurken, kadınları değersiz hissettirmesine yol açmaktadır. Bu durumda erkek, şiddet eylemlerinin daha ileri aşamaya götürür. Sözlü şiddet, fiziksel şiddet ile somutlaşır. Aslında sözlü şiddetin sürekliliği, her iki taraf için hakaret, küfür ve aşağılayıcı sözleri belli bir zaman sonra sıradanlaşmaktadır. Bu durumda daha görünür, hissedilir ve daha doyurucu bir şekilde fiziksel müdahaleler başlamaktadır. Kadın fiziksel şiddete karşı güç yetersizliğinden dolayı karşılık verememekte, verse de yeterli seviyeye ulaşmamaktadır [5]. Şiddetin bir diğer türü de fizikî şiddet teması içinde kendisine yer bulan cinsel şiddet hususudur. Buna, toplumdaki cinsiyet egemenliği algısının bir etkisi de denilebilir. Cinsellik, kadın-erkek etkileşiminde önemli noktada bulunan bir gerçekliktir. Ancak bunun çeşitli sebeplerle ortalığa saçılması, medya gibi pek çok teknolojik unsurun da buna çanak tutması, toplum değerlerinin bu konuya kapalı bakış açısı ile çelişmekte ve devamında kadın bedeninin pazarlanması, evlilik dışı ilişkilerin açık bir şekilde teşhir edilmesi ve meşrulaştırılması, özel ihtiyaçların gizlilik ilkesinin ihlâl edilmesi pahasına ulu orta giderilmeye çalışılması ve hatta ele-yüze bulaştırılması gibi sonuçlara sebebiyet vermektedir. Cinsel şiddet eylemleri pek çok faktöre bağlı olarak çeşitlilik göstermektedir. Bunlar, gerçekleşme biçimi, kurban ile faili arasındaki ilişki türü vb. şeklinde sıralanabilir. Cinsel şiddet türleri üzerinde farklı toplumlarda farklı görüşler varsa da biz genel bir çerçeve çizmek için Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği cinsel şiddet türlerini temel alacağız. Dünya Sağlık Örgütü; “Şiddet ve Sağlık Konulu Dünya Raporu”nda cinsel şiddet türlerini on bir başlık altında toplamıştır. Bunlar; Evlilik ve beraberliklerde gerçekleşen tecavüz, Yabancılar tarafından gerçekleştirilen tecavüz, Savaş sırasında gerçekleştirilen sistematik tecavüz, Cinsel birleşmede bulunmaya yönelik istenmeyen cinsel sataşmalar ve saldırılar, Zihinsel veya fiziksel olarak engelli bireylerin cinsel istismarı, Çocukların cinsel istismarı, Zorla evlendirme (çocukların evlendirilmesini de içermektedir), Gebelikten korunma ya da cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunma yöntemlerini kullanma hakkının engellenmesi, Zorla düşük yaptırma, Kadının cinsel bütünlüğüne yönelik saldırgan eylemler (zorla yapılan kızlık zarı ve bekâret muayenelerini içermektedir), Bireylerin cinsel istismar amaçlı olarak ticari açıdan kötüye kullanılmasıdır [6]. Bu tanımlamaların tamamının cinsel şiddete girdiği kabulüyle birlikte en ağır biçiminin “tecavüz” olduğu bilinen bir gerçektir. Birçok ülkede yapılan çalışmalar yüksek sayılarda tecavüz suçu işlendiğini ortaya koyarken, bu sayıların yalnızca bildirilen olguları yansıtması, “tecavüz”ün görünenden daha yaygın bir cinsel suç olduğunu düşündürmektedir. Tecavüz, hem cinsel hem de şiddet içerikli bir suç olarak kavramsallaştırılmaktadır. Mağdurların genellikle kadın, faillerin de erkek olduğu tecavüz olgusu, literatürde kadına yönelik şiddet türlerinden biri olarak ele alınmakta ve bu bağlamda tanımlanmaktadır [7]. [caption id="attachment_15278" align="alignnone" ] Bianet’in 1 Ocak 2018-31 Aralık 2018 arasında Türkiye’de yerel,
ulusal ve internet basınına yansıyan haberler derlenerek hazırladığı afiştir.
Bu infografik Friedrich Ebert Stiſtung Derneği Türkiye Temsilciliği ile İsveç Uluslararası
Kalkınma İşbirliği Ajansı’nın mali desteği ile yayımlanmıştır. Üretimi IPS İletişim Vakfı’na aittir.[/caption] Türkiye’de Kadınlar Erkeklerin İzin Verdiği Kadar (mı) Yaşar Türkiye’de, özellikle son dönemlerde kadına yönelik şiddet konusunda kadın bilinçlenmesi, şiddet olaylarının artışıyla aynı yönlü ilişkiye sahiptir gözlemi yapılabilir. Bunun bir tarafı; belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve sosyal medya etkisiyle kadını bilinçlendirme, hakkını arama gibi konularda eğitme ayağını üstlenmektedir. Buna karşılık diğer taraf, çeşitli ideolojik yaklaşımlar, para karşılığı sözde farkındalık yaratan görsel medya yayınları, özgürlük adı altında kadın ve erkek eşitliğini, cinselliği ve aşk, sevgi gibi duygusal hazları saptırarak, bir pornografi haline getiren yaklaşımlar, ülkedeki denetleme mercilerinin çifte standartlı yaklaşımları ve en önemlisi, ülke yönetimiyle toplum huzurunu sağlama açısından hayati konumdaki kurumların başındaki yöneticilerin bu tavrı neredeyse desteklemeye varan beyanları her gün bir başka kadının, daha doğru bir ifadeyle bir başka canın hayatını kaybetmesine sebep olurken, toplumun geleceğini tehdit eden, travmatik bir bilinç altıyla yetişecek nesillerin ortaya çıkmasında olumsuz rol oynuyor. Aşağıdaki eklerde, 2014 yılına ait yerleşim yerine göre, yaş gruplarına göre ve eğitim durumlarına göre fiziksel ve/veya cinsel şiddeti gösteren istatistiki verilerin olduğu bazı tablolar[1] [10] geçtiğimiz yıllarda kocasını öldürmesi ile gündeme gelen Çilem Doğan’ın savunması [11] ve 22 Ağustos 2019’da yazılı ve görsel medyaya düşen Emine Bulut cinayetine ait bilgiler yer almaktadır. Burada amaç, bahsini ettiğimiz toplumsal bilinç ve toplumsal tepki konularını göz ardı etmeye devam ettiğimiz sürece durumun daha nerelere varacağının vurgusunu yapmaktır. Sonuç Kadına yönelik şiddet, tüm toplumlarda ve dönemlerde farklı biçimlerde de olsa uygulanan yasal kanun ve düzenlemelere rağmen önü alınamamaktadır. Türkiye de kadına yönelik şiddetin yaşandığı ülkelerden biridir. Ülkemizde yaşayan milyonlarca kadın, maruz kaldığı şiddet nedeniyle hem ruh hem de beden sağlığını kaybetmektedir. Kadına yönelik şiddet, fiziksel, cinsel, psikolojik- sözel, ekonomik olmak üzere dört grupta ele alınsa da ülkemizde kadınlar, pratikte bu şiddet türlerinin tamamını aynı anda yaşayabilmektedir. Şiddetin hangi türü olursa olsun, bu durum kadınlara, yaşam kalitesi düşük, korku dolu, güvensiz bir hayat yaşatmakta, onların özgüvenlerini kaybetmelerine sebep olmaktadır [8]. Bunun engellenmesi için yapılan çalışmalar kademeli olarak arttırılmıştır. Örneğin, Mor Çatı, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri kurulmuştur. Ayrıca aile içinde şiddet uygulayan bireyi, öncelikle ortak yaşam alanlarından uzaklaştırmak, birtakım tedbirlerle birlikte şiddete maruz kalan veya risk altında bulunan aile bireylerinin kişisel haklarını korumak ve daha fazla zarar görmesini engelleyerek, korunmasını sağlamak amacıyla 1988 yılında yapılan yasal düzenleme 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’dur. Kanun maddesine 2007 yılında bazı düzenlemeler getirilmiş ve 2008 yılında uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla uygulama yönetmeliği çıkarılmıştır. 11 Mayıs 2011 yılında kadına yönelik şiddet konusunda en kapsamlı sözleşme olarak tanımlanan İstanbul Sözleşmesi imzalanmıştır. Dahası, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi de konu ile alakalı dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır [9]. Bütün bunlarla birlikte,  bir kadının ekonomik gücünün arttırılması, kırsal kesimlerde şiddetin daha yoğun olması sebebiyle bilinçlendirme çalışmalarının yapılması gibi önlem önerileri sunulsa da tam anlamıyla bir sonuca varılamadığı gibi modern kent merkezlerinde yaşayan, sosyal-siyasal yaşamda etkin rol oynayan ve ekonomik özgürlük sahibi kadın bireylerin de şiddetin çeşitli türlerine maruz kaldığı ve birçoğunun kendi isteği ya da bazı çevresel faktörler sebebiyle kayıt dışı kaldığı gözlenen bir gerçekliktir. Dolayısıyla sunulan öneriler de yeterli olamamaktadır. Toplumun her kademesinde olduğu gibi bu konuda da, yine toplumun her kademesindeki boşvermişlik hâli bunun bir sebebi olarak sunulabilir. Esas sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Her kurum, kuruluş, topluluk ve birey bazında insanlar bu konudan kendisine vazife çıkarmalı ve toplumsal bir bilinç mekanizması geliştirilmelidir. Medya, TV programları, adalet sisteminin polisten, hâkime tüm kolları, din görevlileri, akademik kadrolar, eğitim kurumları, öğretmenler, sivil toplum kuruluşları, psikologlar, tıp bilimciler, komşular, akrabalar, bütün aileler… Topyekûn bir seferberlik ilan edilip sistematik bir bilinçlendirme sağlanamadığı sürece ülkemizde Münevverler, Özgecanlar, Çilem Doğanlar, Metro Turizm vakaları, Emine Bulutlar ve daha niceleri sürmeye devam edecektir. Ek 1: Ek 2: “Olay şöyle oldu Hâkim Bey ben anlatayım en baştan; İnsan çocukken, anasında babasında ne yoksa onu arıyor demek ki. 14-15 yaş da çocuk yaşı bence. Annem sürekli bir evi çekip çevirme telaşında, baba desen ne iş bulsa onun peşinde, kolay değil evde kaç nüfus onun eline bakıyor. Yani evde affedersin aşk yok Hâkim Bey. Zaten daha yeni genç olmuşum, kalbim her daim ağzımda, televizyonda izliyorum dizileri, nasıl da tutkulu aşklar, kıskançlıklar, vazgeçememeler. Çocukmuşum daha ama kazınmış aklıma, “ben âşık olup evleneceğim” dedim. İstedim ki uyurken yüzüne keyifle bakayım, bir bulgur bile pişse evde soframı özenerek kurayım. Ben bunun affedersin yeşil gözüne kandım Hâkim Bey. Yeşil böyle çayır çimen ormandır ya hani; ruhum kanatlanıp uçacak sandım. Yeşile uzun bakılır, bıkılmaz sandım. Çocuk da değildim artık ya işte insanın gönlü kaymayıversin. Kabul ediyorum. Buraya kadar benim suçum. O çok ağladığım film gerçekmiş; sevgi emekmiş, bilemedim. Cahilliğime verin. Ama yeminle gerisinin günahı bende değildir. 28 gün sürdü o yeşil gözlerin derinliği, 29. gün yediğim yumrukla al oldu elmacık kemiklerim, sonrasında öğrendiğim; morluklar iyileşirken yeşile dönüyor insan derisinin rengi. O’dur yani. Bitmedi Hâkim Bey. Bir yumrukla bitmedi. Ne iş yaptığını bilemiyordum, dükkânı vardı esnaf sanıyordum. Milleti haraca bağladığından, tefecilikten kazandığı ile benim çorba kaynattığımdan haberim yoktu. Her öğrendiğim yeni bir iz oldu bedenimde. Allar mora, morlar yeşile dönüştü. Ben zaten elimden geleni yaptım. Mahkemede ben değil, o sanık olsun istedim. Her bir fiskeden sonra karakolda aldım soluğu. İnsanım sandım devlet nezdinde. Devletin verdiği nikâh cüzdanı benim yaralarımdan daha geçer akçe çıktı. Her seferinde benzer tavsiyeler ile yollandım karakoldan. Azıcık sabırlı olacaktım, yuva kolay kurulmuyordu, biraz suyuna gideydim, erkeklik onurunu rahat bırakaydım. Aile içinde olan biraz da aile içinde kalsındı. Canım çok yanıyordu ama Hâkim Bey. Onun erkeklik onurunun limiti yoktu. Fasulye kılçıklıysa onuruna mı dokunuyordu? Çocuk yaramazlık yaparsa gururu mu zedeleniyordu? Halı bizim namusumuz muydu da leke olunca beynimde patlıyordu? Ellerime bakın Hâkim Bey, çamaşır suyu ile çatlamıştır, bir de ciğerimi görebilsek keşke, kederden ve soluduğum deterjanlardan çoktan solmuştur. Dedim ki kendime, benim canım değilse de kendi parası, yasası bu devletin önemlidir. Bu adam yasaları çiğniyor, bari gideyim onu ihbar edeyim. Dövmekten yargılanmazsa, eve giren kanlı paradan yatsın bari. En azından soluk alırdık birkaç yıl kızımla ben. Kızım var benim Hâkim Bey, ellerinizden öper. Çok akıllı çok usludur aslında. Bebekken de böyleydi. Hamileyken yediğim dayaklardan bir haller oldu sanırdım başlarda. Ama demek ki anasına daha da dert olmamak için Tanrı vergisi sakin oldu yavrucak. Benim ihbarlar kâfi gelmedi. Savcıya söyler sandığım polis gitti durumu koca dediğim adama anlattı. Yolun başında göründüğünde anladım. Malum olmuştu zaten, kalbim ağzımda atıyordu gün boyu. Analık refleksi de istersen Hâkim Bey, ilk iş kızıma sarılıp kokladım. İnsan öleceğini anlıyor biliyor musun? Kırar gibi çaldı kapıyı. İlk 10-15 dayaktan sonra, insan korkmaz oluyor kaba dayaktan. Canının ne kadar yanacağını biliyorsun. Acı eşiğin de yükseliyor. Yine de her seferinde yüreğin ağzına geliyor, için kanıyor gibi hissediyorsun. İçin kanarsa ölürsün. Biz filmlerden, biz ölenlerden öyle gördük. Dayaktan değil de ölmekten korkar oluyor insan. Öyle bir ölüm korkusu vardı yine içime. Ama ilk kez o gece, çocukken anamın yaptığı keşkeğin tadı geldi ağzıma. Bir de çocukluğumdan kısacık bir piknik anısı, ayaklarımı dereye sokmuş oynarken annemin elime tutuşturduğu ekmek arası köfte, bir de kızım doğduğu gece kucağımda bir bebek kokusu ile daldığım yorgun ama mutlu ilk uyku. İnsanın hayatı bir film şeridi gibi geçiyorsa ölmeden önce gözlerinin önünden; işte benim mutlu sahnelerim de bu kadarcıkmış demek ki. “Çocuğu odaya götür” dedi bana. Ahlakı da bu kadar işte, anasız kalsın çocuk, ama anasını da ölü gözleri tavana bakarken hatırlamasın istedi herhal. Aklımdan o kadar çok şey o kadar kısa sürede geçti ki Hâkim Bey, ben inanın sandığınızdan daha akıllıyım sanırım. Uzattım biraz kızımı odaya götürüp yatırma faslını. Hatta sonra bir de “dur çamaşırları asayım” dedim. Ama bu kadardı yeminle Hâkim Bey. Tüm planım azıcık daha hayatta kalabilmekti. Bir kaç dakika daha. Yüzümde patlayan kabza planda yoktu, yatağa savrulmayı planlamadım, elim yeminle kazara girdi yastığın altına. O yastığın altına daha o sabah silah sakladığını bile bilemezdim. Gözlerini görseniz, kafasından çok daha öndeydi, tükürükleri yüzümde patlıyordu. Yumruğu öyle hızlı iniyordu ki aralarda nefes bile alamıyordum. Seyit Çavuş’u hatırlayın Hâkim Bey, bize ortaokulda anlattılardı. 200 kiloluk mermiyi kucaklayıveren Seyit Çavuş. Savaş gibi bir şeydi, memleket değil, ben elden gidiyordum. Elim metale değdi. 200 kiloluk mermiyi kavrar gibi, parmaklarım yerini buluverdi. Yoksa Hâkim Bey yeminle, sahil kenarında balon bile vurmuş değildim. Sıktım mı hatırlamıyorum, kaç kere sıktım hatırlamıyorum. Üzerime düştü bir onu biliyorum, bir de ağırlığından kurtulmaya çalıştığımı. Üzerimde hep bir ağırlıktı zaten ama böylesini ilk yaşadım. Nasıl kalktım bilmiyorum, kızımı nasıl aldım kucakladım, ayağımda terlik var mıydı, üstüm kan mıydı vallaha hatırlamıyorum. Öldüğünü duyunca kendim geldim söyledim Hâkim Bey. “Sanırım ben yaptım” dedim. Nasıl oldu anlamadım ama sanırım ben yaptım. Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok. Annem apar topar bu tişörtü bulabilmiş. Bir de ne yalan söyleyeyim hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde. O ölmese ben ölecektim. O size, beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti, başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı, benim patlıcan fazla pişti diye, perdeler azıcık kirlendi diye, masada kırıntı kaldı diye yediğim dayakları söylemeyecekti, kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti. Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti. Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi “namusumu temizledim” diyecekti. Siz onu 3-5 yılla yargılayıp, namusu kirlendi diye mazur görüp, yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama. Oysa namus benimdir Hâkim Bey, bir kâğıda imza attık diye kimselere bırakmam. Sonuna kadar idare edebilmiş olmam, elaleme değil de başıma gelenleri hep karakollara anlatmış olmam, kızıma hiç fark ettirmemiş olmam namusumdur. O utanmamış yaptıklarından, benim utanacak bir şeyim yoktur. İçimdeki hayatta kalma mutluluğunu atamıyorum Hâkim Bey. Ağlayamamam bundandır. Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var. Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Yanında ben olayım. Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana. Kurşunla yatıp kurşunla kalkan, yastığın altında silahla yatan adamlar hiç eceliyle ölmüş mü? Hem sevebilseydi o da ölmezdi değil mi ama? Öldüyse hepsi benim suçum mu?” Çilem Doğan Ek 3: Emine Bulut’un kızı: Anne… Anne… Anne… Anne lütfen ölme! Anne lütfen ölme! Emine Bulut: Ölmek istemiyorum… Dipnot: [1] 2014 yılı sonrasına ait toplu veriler, resmî kurumlar yerine medya üzerinden elde edilebildiği için sonraki tarihlere ait veriler yerine 2014 yılı verileri kullanılmıştır. Kaynaklar Türker, Y. (1996). Şiddetle Seviyorum! Cogito Şiddet, Yapı Kredi Yayınları. Kaya, R. (2010). Bir İfade Biçimi Olan Şiddetin Yaygınlaşması, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya. Hepşen, Ö. (2010). Tevrat, İncil ve Kuran-I Kerim’de Kadın Bedeni, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, Ankara. Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), (2009). Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul. Yıldırım, S. (2015). Kadına Yönelik Şiddet Ve Ataerkillik. Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Atatürk Üniversitesi, Erzurum. World Health Organization (2002a) World Report on Violence and Health. Geneva: WHO. http://www5.who.int/violence_injury_prevention/download.cfm?id=0000000582 Çoklar, I. (2007). Kadına Yönelik Cinsel Şiddetin Meşrulaştırılması ve Tecavüze İlişkin Tutumlar.Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ege Üniversitesi, İzmir. Ömek, H. (2013) Kadına Yönelik Şiddet ve Din İlişkisine Sosyolojik Bir Yaklaşım: Ankara’da Kadın Sağınmaevleri Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, Ankara. Akyıldız, M. (2014). Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Bir Model Olarak Şiddet Önleme Ve İzleme Merkezi. Yüksek Lisans Tezi, Adli Tıp Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, İstanbul. http://www.tuik.gov.tr/MicroVeri/KYAS_2014/ozet-tablolar/index.html https://www.evrensel.net/haber/274257/olay-soyle-oldu-hakim-bey Burçin Öner Burçin Öner’in “Türkiye’de kadının yaşama hakkı” başlıklı yazısı ilk olarak 23.08.2019 tarihinde Milli Düşünce Merkezi, Millî Strateji Araştırma Kurulu(MİSAK)’nun internet sitesinde yayımlanmıştır.