Türk'ün Adaleti

TAKİP ET

O gece, müthiş bir fırtına çıkmıştı

O gece, müthiş bir fırtına çıkmıştı. Dallar adeta birbirini dövüyor, yaprakların hışırtısı gecenin içinde tuhaf bir gürültüye sebep oluyor, rüzgârla karışan yağmur bir yandan binaların duvarlarını ve camlarını hırpalıyor, diğer yandan ona yolda yakalanan yolcuların yüzlerini adeta tokatlıyordu. Oysa birkaç saat önce ortada hiçbir şey yoktu. Tek tük bulutlar toplanmış, bir iki kara bulut uzaklarda gözükmüştü ama bu denli bir fırtına çıkacağı kimsenin aklına gelmemişti. İki yolcu, güç bela ilerliyordu. Atları çamurlaşmaya başlayan yolda daha yavaş ilerliyor, yaptıkları hamleler ve atları hızlandırmak için birbirini ardına indirdikleri kırbaçları bir işe yaramıyordu. Atlar huzursuzlaşmış ve huysuzlaşmaya başlamışlardı. Bir an önce sığınacak bir yer bulmaları gerekiyordu. “Lanet olsun” dedi yolculardan biri. “Türk akıncıları gibi yağmur. Ne zaman nereden geliyor, ne yana gidiyor, nasıl vuruyor belirsiz.” Bunu kendi kendine mi söylemişti yoksa diğer yolcuya mı sesleniyordu anlaşılmıyordu. Yoldaki taşlar, atların nallarından gelen sesler, rüzgârın uğultusu, yağmurun kendine has hali derken, insanın bu durumda bir şey duyması pek de mümkün değildi. Diğer yolcu da duymamış olacak ki herhangi bir şey söylemedi. İkisi de burunlarına kadar kapanmışlar, uzun çizmeleri ve çizmelerinin üstüne kadar siyah giyimleriyle gecenin içinde adeta birer karaltı gibiydiler. Yağmur ise bazen kesilecek gibi oluyor, fakat hemen arkasından daha şiddetli şekilde devam ediyordu. Ne vakittir yolda olduklarını bilmiyorlardı. Üstelik bu gece gökte ay yoktu ve bu da vakti kestirmelerini olanaksız kılıyordu. Akıllarındaki tek şey, başlarını sokacakları bir yer bulmaktı. İki yolcudan birinin diğerinden daha yaşlı olduğu anlaşılıyordu. Yılların getirdiği yükle sırtı kamburlaşmış, gözlerinin etrafında ve alnında derin kırışıklıklar oluşmuştu. Yine de bir zamanlar usta bir binici olduğu belliydi. Huysuzlanan atına ve bu haline rağmen, atını idare etmekte zorlanmıyordu. Diğerinin ise yaşının genç olduğu anlaşılıyordu. Sürekli atını kamçılıyor, topukları ile vurup, onu ileri atılmaya zorluyordu. Bu ise hayvanı daha da huysuzlaştırıyordu. Arada küfür ediyor, sonra biraz duruluyor, yağmur şiddetlendikçe o da hiddetini attan çıkarmaya çalışıyordu. İki yolcu, birbiriyle yan yana ama birbirinden tamamen farklı dünyalarda ilerlerken, ileride cılız bir ışık gördüler. Aslında, ışığı ilk gören genç yolcuydu. “Hey, sen de görüyor musun ihtiyar” sorusu ile diğerinin de dikkatini o yöne çekmişti. İki yolcu, atlarını son kez ileri atılmaya zorladı. Suyun çamurla karışık aktığı bu yolun birazdan sona erecek olması onları sevindiriyordu. “Sonunda” dedi yaşlı yolcu. “Hiç bitmeyecek gibiydi.” Işığın olduğu yere vardıklarında, rahat bir yatak hayalleri suya düşmüştü. Burası bekledikleri gibi bir han değil, küçük bir barakaydı ve içeriden cılız bir ışık ile bir ateşin alevleri yansıyordu. Birbirlerine baktılar, kararsız kalmışlardı, fakat daha ne kadar sonra böyle bir yere rastlayacaklarını bilmiyorlardı. İhtiyar yavaşça atından indi, genç olan da onu takip etti. Usul usul kapıya ilerlediler, arkalarına bir göz attıktan sonra kapıyı çaldılar. İhtiyar yolcu yüzünde belli belirsiz bir tedirginlik vardı. İlk çalmada içeriden ses gelmedi. Bir daha ve bu sefer daha güçlü çaldılar. Ses gelmemişti ama içeride bir hareket olduğunu anladılar. Elleri gayriihtiyarî kılıçlarına gitti. Biri kapının tam karşısında birkaç adım geri attı ve beklemeye başladı. Diğeri ise kapının kenarına siper almıştı ve ilk anda görülmeyecek bir yerdeydi. Tedirgindiler. Onlar bu hazırlıkta beklerken kapı ağır usul açıldı ve bir ihtiyarın kafası dışarı uzandı. Başındakine ve üstündekilere bakınca bunun bir Türk köylüsü olduğu belliydi. Birbirlerine baktılar ve kınlarından esnettikleri kılıçlarını geri koydular. Bu, zararsız bir ihtiyardı. İhtiyar yolcu bir yandan yüzünü açarken, diğer yandan konuşmaya başladı. - İki garip yolcuyuz. Hasta bir akrabamızı görmek için acele yola çıktık ama fırtınaya yakalandık. Yağmur dinene kadar başımızı sokacak bir yer ararız. Bizi misafir eder misin? Emeğinin karşılığını veririz. Kapıyı açan ihtiyar cevap vermedi. Bir müddet ikisini de süzdükten sonra genç yolcunun yüzünü işaret etti. İhtiyar yolcu, ona yüzünü açmasını söyledi. İhtiyar, bu iki yolcuyu iyice inceledikten sonra, yine hiçbir şey söylemeden kenara çekildi. Bu, içeri girmeleri için bir nevi davetti. İhtiyarın bu sessizliği onları biraz rahatsız etmişti ama başka bir seçenekleri yoktu. Yağmur, yola devam etmelerine izin vermeyecek kadar şiddetlenmişti. Üstelik bu durum, böyle bir yerde tek başına yaşayan bir ihtiyar için tuhaf bir sayılmazdı ama genç yolcu bunu bir saygısızlık olarak görmüştü. İçeri girerken “Barbar” dedi ihtiyarın arkasından. İhtiyar yolcu bu hitap sebebiyle biraz tedirgin oldu ama bereket versin ki ev sahibi duymamıştı. Veya onlar öyle zannetmişti. Sobanın yanına yaklaşınca üstlerindeki ıslanmış giysilerden kurtuldular ve ısınmaya başladılar. Onlara kapıyı açan ihtiyar, orta boylu, seyrek sakallı ama bakıldığında güçlü kuvvetli görünen biriydi. Kolları gövdesinden biraz uzun gibi duruyor, gözlerinde tuhaf bir sır taşır gibi bakıyordu. Odunculukla uğraşıyor olmalıydı. Evin içinde pek fazla eşya yoktu. Ateş ise evi iyice ısıtmıştı ve burası dışarıda kopan fırtınanın getirdiği soğuktan eser taşımıyordu. Yolculardan yaşlı olan, şimdi o kadar kambur durmuyordu. Yüzü tıraşlıydı, gözlerinin kenarlarında ve alnında belirgin çizgiler taşıyordu, kilolu sayılırdı ama hantal bir görünüşü yoktu. Kılıcın yanında, bir de hançer taşıyordu. Her ne kadar bunu saklamış olsa da oturunca, sap kısmı kendini belli etmişti. Bir yolcuya göre fazla temkinliydi. Genç yolcu ise henüz yirmili yaşlarının başında ve uzun boyluydu. Yüzündeki sinsi ifade ve henüz uzamaya başlayan biçimsiz bıyıkları ile eski bir kitabın sayfalarında resmedilmiş yağmacılara benziyordu. Bu ikisi nasıl bir araya gelmişti? Ev sahibi onlar ısınırken biraz süt ısıtmış ve onlara ikram etmişti, fakat yolcular bu teklifi geri çevirdiler. İhtiyar, gülümseyerek ellerindeki kapları aldı. Yine bir şey söylememişti. Köşedeki yerine geçti, kaplardaki sıcak sütü birleştirdi, içine bir parça ekmek doğrayıp yemeye başladı. Yolcular, bu manzarayı görünce teklifi reddettikleri için bir nebze pişman oldular. Öyle ya sıcak bir şeyler içlerini ısıtırdı. Bu köylü evinde şarap bulamayacakları belliydi, süte razı olmaya hazırdılar ama o fırsat kaçmıştı. İhtiyar yolcu yavaşça ayağa kalktı, pencere kenarına doğru yürüdü, eliyle gözlerine siper yapıp dışarıyı seyretmeye bekledi. - Görünürde kimse yok. Bu yağmur hem talihimiz hem talihsizliğimiz oldu anlaşılan. - Aman ne talih! Dilsiz bir köylünün evinde kısıldık kaldık. İhtiyar yolcu cevap vermedi. Bir süre daha dışarıyı seyretti, sonra gelip az önce kalktığı yere oturdu ve konuşmaya başladı. - Yarın sabah, yağmur dinmese de yola çıkacağız. Şafakla birlikte atlarımıza binmiş olalım. Böylece…. Sözü yarım kaldı. Köşede oturan ev sahibinin bakışlarından rahatsız olmuştu. “Neyse, sabah konuşuruz işte” deyip lafı kısa kesti. Ev sahibi de onların rahatsız olduğunu anlamış gibi kalktı, iki şilteyi ateşin önüne yayıp, yeniden köşesine çekildi. Bu, misafirlere istedikleri zaman yatabilecekleri imasıydı, fakat yine hiçbir şey söylememiş, sadece tebessüm etmişti. Kendi köşesindeki kandili söndürüp, karanlığın içinde kayboldu. İki yolcu baş başa kalmışlardı. Bir müddet ateşi izlediler ve hiç konuşmadılar. Bir zaman sonra genç yolcu dayanamadı. - Güneşin doğması yakındır sanıyorum. Ben uyumayacağım, sen istersen uyu. Hem bu bunağa güvenmiyorum. Sabah çıkmadan onun icabına bakmalıyız. Yoksa arkamızdaki Türk akıncılarına her şeyi anlatabilir. - Bu sefil adam mı? Değil bizim dilimizi, herhangi bir dil bildiğini dahi sanmıyorum. - Ben anlamam. Sen razı olsan da olmasan da fark etmez. Bu sabah, güneş onun için doğmayacak! Genç yolcu sözlerini henüz bitirmişti ki odanın ortasına bir yıldırım düştü. - Bre çıfıtlar! İki yolcu ne olduğunu anlayamadan ihtiyar ev sahibi karanlığın içinden bir pars gibi atıldı. Genç yolcuyu bir vuruşta ateşin içine ittikten sonra, kılıcını yaşlı yolcunun boğazına dayadı. - Bre hain, düzenbazlar! Siz ne sanırsınız. Türk kanı akıtıp da Türk damında kalmak var mıdır? İhtiyar yolcu ne olduğunu anlayamamış, korkulu gözlerle ev sahibine bakıyordu. Bakışları, yırtıcı bir kurdun, gece karanlığında aniden beliren gözleri gibiydi. Ağzını açacak oldu ama ev sahibi buna müsaade etmedi. Doğrulmaya çalışan genç yolcu ise sert bir kılıç darbesi ile çoktan can vermişti. İhtiyar yolcunun gözlerinde korku ve merakla karışık bir bakış vardı artık. Ev sahibi “Bre deyyus, seni tanımaz mıyım sandın! Öten yıl aşağı köyde çoluk çocuk demeden kılıçtan geçiren sen değel miydin? Aha şu kenafir gözler, aha şu çatındaki yara” deyip kılıcının ucunu ihtiyar yolcunun alnındaki yara izine bastırdı. Ardından, ihtiyar yolcunun kuşağında sakladığı hançeri bir çekişte çıkardı; o aman dilemeye kalmadan,  “Sana Türk’ün adaletini getirdim!” deyip, göğsüne sapladı. Güneş, ufukta henüz yeni görünüyordu… Veysel Çıtlak