Uyuyamayan

TAKİP ET

İki yüz kırk altı, iki yüz kırk yerdi, iki yüz kırk sekiz

İki yüz kırk altı, iki yüz kırk yerdi, iki yüz kırk sekiz. Bir türlü uyku tutmuyordu. İki yüz kırk dokuz, iki yüz elli. Çitten atlayan koyunlar, başta birer ikişer atlıyordu ama şimdi düzen karışmıştı. Saymakta zorlanıyordu. Uyumak için denediği bu yöntem bir azaba dönmek üzereydi. Sıra sıra atlamayan koyunlara kızmaya başlamış, onları karıştırmadan saymaya çalışırken de uykusu iyice açılmıştı. Oturduğu yatağın kenarından doğrulup, cam kenarına gitti. Ellerini, gözlerinin iki yanına siper ederek dışarıyı seyretmeye başladı. Zihnindeki sayma dürtüsünün devam ettiğini hissediyordu, fakat sayılar karışmıştı. Zaten böyle anlarda ya koyunlar düzensiz atlamaya başlardı ya da bir anlık dalgınlıkla hangi sayıda olduğunu unuturdu. O anlar, uyumaya çalıştığı anlardan daha ızdırap vericiydi. Dışarıda kimse yoktu bu saatte. İleride üzerlerine ağaç gölgesi düşen birkaç bank, hemen yanlarında cılız bir lamba, ortasına taşlar döşenmiş bir çimenlik alan, gece bile su sesleri duymayı sağlayan küçük bir süs çeşmesi, sanki küçük bir çocuğun kaleminden çıkmış gibi duruyordu. Bahçe diğer tarafa doğru da uzanıyordu ama o kısmı göremiyordu. Bu kısım daha geniş bir alan ve çok sayıda bank, ağaçlar, birkaç tahta masa, üstünden köprü geçen küçük bir süs havuzu ile daha çok bir mesire alanını hatırlatıyordu. Zaten bina, eski ve tarihi bir korunun içindeydi. Bir zamanlar burada beyefendilerin ve hanımefendilerin yürüyüş yapmış, filmlerdeki o sahnelere benzer anları yaşanmış olması fikri hiç de tuhaf değildi bu yüzden. Fevzi, kırklı yaşlarında, şakaklarına aklar düşmüş ama saçları bir kirpiyi kıskandıracak derecede sert, büyük kahverengi gözlü, uzun yüzlü bir adamdı. Şimdi bir yandan dışarıyı seyrediyor, bir yandan da geçmişte yaşamış olabileceğini düşünüyordu. Sadece nasıl ve ne olarak yaşadığını bulamıyordu. Ayaklarının yorulmaya başladığını hissedince, yere oturdu. Bu eski bina, pek çok yaşıtı gibi, zeminden başlayarak yükselen pencerelerden oluşuyordu. Bu yüzden, oturduğunda da dışarıyı görebiliyordu. Buraya ilk ne zaman geldiğini düşündü. Bir Eylül günüydü ama hangi gün ona emin değildi. Hatırladığı, büyük kapıdan bahçeye girerken, ağaçlarda henüz yazdan kalma bir hava olduğuydu. O şiddetli yağmurlar da daha başlamamıştı. Yanında kız kardeşi vardı ve ona burada çok kalmayacağından, birkaç ay sonra çıkacağından, bunun gerekli olduğundan bahsediyor; bunu farklı cümlelerle, fakat sürekli tekrarlıyordu. Koridora açılan kapıya kadar onunla birlikte gelmiş, oradan ileri geçmemişti. Onun arkasından bakmış mıydı, yoksa o koridorda ilerlerken çoktan gitmiş miydi bilmiyordu. Arkasında dönüp bakmamış, bu yeni yere bir an önce alışmak için geride kalan her şeyle bağını bir anda kesmek istemişti. O günden bu yana üç aya yakın bir süre geçmiş, kız kardeşini belki iki üç, belki dört beş kez (sayıyı net hatırlayamıyordu) görmüş, son zamanlarda ise hiç görüşmemişlerdi. İlk zamanlarda belki bunu sorun ederdi ama artık buraya alışmıştı. Buraya insan nasıl alışırdı bilmiyordu aslında ama alışmıştı işte. Hem, alışmayıp ne yapacaktı ki? Bunları düşünürken, odaya bir göz gezdirdi. Kendisinden başkaları da vardı bu odada ve hepsi uyuyordu. Bazıları kurulu saat gibi vakti gelince hemen uyur, eğer bir kriz geçirmezlerse (ilaçlarını düzenli aldıkları için bu nadir olurdu) sabaha kadar öylece devam ederlerdi. Hatta bazıları bir kütük gibi uyur, gece nasıl yatmışsa, sabah aynı şekilde uyanır, gece hiç kıpırdamazdı. Bu yüzden ilk zamanlarda bazılarının öldüğünden korkmuş, gece yanlarına kadar gidip, nefes alıp almadıklarına bakmıştı. Özellikle Hakkı’nın tuhaf bir özelliği vardı. Gözüne ufak bir ışık bile vursa uyuyamayacağını söyler, yastığı başının altına değil de yüzüne koyardı. Odaya gece ışık giren tek yer pencereydi ama ondan gelen ışık da bir mumdan fazla değildi çoğu zaman. Yine de bunu dert eder, yastığı hep yüzüne koyup uyurdu. İşte iki yatak ötede yine aynı şekilde uyuyordu. Bütün gece, yüzünün üstünde o biçimsiz şeyle, nasıl hem nefes alıp veriyor hem de uyumayı başarıyordu, doğrusu hayret etmişti. Oysa işte oradaydı ve bunu neredeyse her gece aynı şekilde tekrarlıyordu. Tuhaf bir adamdı Hakkı. Dev cüssesini kontrol etmekte zorlanırdı bazen. Hep mi böyleydi yoksa sonradan mı böyle olmuştu bilinmez. Yine de bahçeye çıkılan zamanlarda genelde bankta oturur, neredeyse yerinden hiç kalkmadan süs çeşmesini seyrederdi. Bazen, eski güzel bir anıyı hatırlamış gibi gülümser, sonra yeniden eski haline dönerdi. Birkaç kez konuşmuşlardı ve güzel bir Türkçesi olduğunu hatırlıyordu, fakat pek arkadaş canlısı sayılmazdı. Biraz anlatır, birkaç cümle söyler, sonra siz anlatırsanız dinler, anlatmazsanız o da bir şey demezdi. Biri yanına otursa sadece ilk an yüzüne dikkatlice bakar, sonra onu zihnine resmeder gibi bir süre öyle kalır ve sonra yeniden süs çeşmesine dönerdi yüzünü. Ona bir şeyleri mi çağrıştırıyordu yoksa sadece ruhunu mu rahatlatıyordu, bilinmez. Birkaç kez onu yürürken de görmüştü. Şu an pencereden görünmeyen çamların oraya gitmiş, sırtını bir çama yaslayıp, insanları seyre dalmıştı. O anlarda, süs çeşmesini izlediğinden daha farklı davranırdı. Yüz hatları zaman zaman değişir, sevdiği birini görünce gevşer, sevmediği birini görünce kasılırdı. Bu anların birinde Fevzi de onun az ilerisine oturmuş, o da gelen geçeni seyre dalmıştı. Birkaç kez onun yüzüne baktığında, insanlara karşı benzer tepkiler verdiklerini fark etmişti. “İnsandan anlıyor” demişti kendi kendine. “Gözlerine bakmadan daha, onları tanıyor.” Pencereden dışarıyı seyre devam ederken, bir karaltının binaya doğru yaklaşmakta olduğunu fark etti. Çizgi romanlardan çıkmış bir süper kahraman gibi pelerini arada havalanıyor, onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Yine ellerini gözlerinin iki yanına siper etti, dizüstü çöküp, pencereye yaklaştı. Karaltı yaklaştıkça bunun hemşire Zeynep olduğunu fark etmişti. Başındaki kepi ve sırtındaki o pelerine benzeyen şeyle, bir an onu çizgi roman kahramanı sanması doğaldı. Nöbete kalan hemşireler bazı geceler çaylarını bahçede içerdi. Bu aralar hava da ısınmaya başladığı için, bütün gece taş binanın içinde durmak, herkes için sıkıcıydı. Keşke, o da şimdi bir bardak çay bulup da onu bahçede, temiz havada içebilseydi. Fakat buna imkân yoktu. Belki buradan çıktığında yapacağı ilk iş bu olurdu. Denize nazır bir çay bahçesinde, demli bir çay. Sonra bir tane ve bir tane daha. Yosun kokusu ile karışık o deniz havasını ne kadar da özlemişti. Bazı hafta sonları Gülhane Parkında uzun bir yürüyüş yapar, sonra Sarayburnu’na inip denizi seyrederdi. Bu alan, güzel havalarda epeyce kalabalık olurdu. Sevgililer, genç çiftler, yeni evliler, çocuklu aileler. Etrafa dağılmış aileler buldukları karton veya gazetelere oturmuş denizi seyreder, bir şeyler yer ve sohbet ederlerdi. Gençler ise genellikle burada günbatımını izler, sonra kalabalık yavaş dağılır ve gece karanlığında burası bambaşka ve ıssız bir yere dönüşürdü. Birkaç kez, oradan denize açıldıklarını da hatırlıyordu ama bunlar şimdi çok uzak bir geçmişte gibiydi. Bunları düşünürken, denizin kıyıya vururken çıkardığı sesi duyar ve denizden gelen o ılık esintiyi hisseder gibi oldu. Gözlerini biraz daha kapadı ve sanki oradaydı işte. Yanında çok aşina bir yüz vardı. Karısının on sene önceki haliydi bu. Birlikte denizi seyrediyorlardı. Günbatımını beklediklerine emindi. Yanlarında getirdikleri sandviçi uzattı karısı gülümseyerek. “Biraz daha var, sanırım yirmi dakika kadar” dedi. Adam, sandviçin dışını açarken, “Sanırım” dedi ve ekledi: “Hem çok da önemi yok. Bir yere yetişecek değiliz ya, bekleriz.” Ve beklemeye başladılar. Güneş, yavaş yavaş alçalıp, denizin üstüne bir kızıllık bırakırken, adam da yavaş yavaş ufku gözden kaybetti. Biraz sonra yüzünde huzurlu bir gülümseme, pencerenin önünde, yerde uyuyakalmıştı. Artık koyunlar ve çitler yoktu. Huzurlu bir deniz onu almış, beklendiği limana götürüyordu. Veysel Çıtlak