Vahşi Doğu'nun Kovboyu: Kadir Şeker

TAKİP ET

Hukuk çetrefillidir, biz sıradan insanlar bir doktorları, bir de avukatları pek anlayamayız

Hukuk çetrefillidir, biz sıradan insanlar bir doktorları, bir de avukatları pek anlayamayız. İkisi de, zira, epey karmaşık bir konuyla ilgilenir: İnsan. Birinin insanı etiyle, kemiğiyle, hormon dengesi, mineral çevrimi, dolaşım sistemleriyle fiziki bir insanken; diğerinin insanı sosyal uzantılarıyla yalnızca zihnimizde var olan, ancak fiziki dünyamızı da şekillendiren, en az biyolojik insan kadar karmaşık olan fikri bir insandır. Biyolojik ihtiyaçlarımız vücudumuzda binlerce farklı mekanizma, deyim yerindeyse aygıt geliştirmiş. Işığın bolluğu ya da azlığına göre gözümüzün içine girecek ışık miktarını ayarlayan kaslar… Çevremize göre konumumuzu sürekli fark eden ve ona uygun olarak vücut ağırlığımızı dağıtan mekanizmamız… Sosyal ihtiyaçlarımız da öyle: Hukuk ihtiyaçtan doğar. Hukukun pratik tecrübelerden hareketle olayları, kavramları, fiilleri kategorize etmesi ve gelecek senaryolarda bu kategorizasyondan yola çıkarak “adalet”i tesis etmesi beklenir. Bruce Frier, Arılar ve Avukatlar makalesinde, Roma’da ehil-evcil-yabani hayvan ayrımlarının yarattığı hukuki tartışmaları çok güzel anlatıyor. Evcil hayvanınız sizin malınızdır, ondan fayda sağlayabilirsiniz, çalınırsa hak iddia edebilirsiniz, sizin ihmaliniz yüzünden birine ya da bir mala zarar verirse, sorumlu tutulursunuz. Pekala arıların yahut alım-satımı yapılan yabani hayvanların durumu nedir? Frier çok güzel bir soru soruyor: Arena’da dövüştürmek üzere bir aslan aldım. Bu aslanı getirtirken kafesten kaçtı ve bir köleyi öldürdü. Kölenin ölümünden sorumlu muyum? Aslan kaçtıktan sonra, ilk bulanın mı olacak? Zira yabani hayvanların “sahipliği” meselesinde onları avlayanın ve “ilk bulanın” Roma hukukunda üstünlüğü var. Şu halde yeni bir kategori lazımdır, bu kategoriye dair tartışmalarda en çok öne çıkan hayvan da, arıdır. Arı bir yönüyle yabani bir hayvan, ne ehilleşebiliyor, ne evcilleşebiliyor. Ancak balından faydalanıyoruz, kovanı da bizim elimizde duruyor. Döndüğü sürece arı senindir diyenler var, peki ya oğul verirse? Benim kovanımdan bir arı, komşunun bahçesine oğul verdi diyelim, o oğulun sahipliği komşuya mı geçer? Komşunun çiçeğinden polen alıp bal yapıyorsa, komşu arıdan yaptığım balda hak iddia edebilir mi? Arılarım komşuyu öldürdüyse, sorumlu muyum? Roma hukuku bu ve benzer birçok soruya kafa yormuş. Modern hukuk yormaya devam ediyor; kendini değişen insana göre bu sayede yeniliyor. Yeni kategoriler oluşturuyor, eski kategorileri düzenliyor. Bu kategoriler ne kadar özelleşmiş, daralmışsa, hukuk o kadar etkin ve adildir: İnsan öldürmenin cezası ölümdür diyerek geçebilirsiniz. Fakat taksirle ve taammüden öldürmek arasında fark koyarsanız, yalnızca hukuk sahibi olmaz, daha adil bir sistem kurmuş olursunuz. Taksiri de türlere ayırırsanız, kategoriler daha çeşitlenmiş ve özelleşmiş olur, adalete daha da yakınlaşırsınız. Pekala bu kurum neden doğmuştur? Dunbar sayısı diye meşhur olan teori, bize 150 kişiyi aşan insan topluluklarının organik ve doğrudan ilişkiler sayesinde ayakta kalamayacağını söylüyor. Tek eşlilik ve evlilik kurumlarını örnek olarak verebiliriz: Birçok primat kuzenimizde olduğu gibi, insan topluluklarında cinsel ilişki her şeyden önce sosyal bir araçtı. Cinsellik insanda yalnızca üreme işlevi üstlenmez, insan dişisinin yıllık kızgınlık dönemleri yoktur. En ilginç halini Bonobolarda gördüğümüz üzere, insansı maymunlarda seks sosyalleşmeyi sağlar. Birbirleriyle sürekli cinsel ilişki kuran bireyler arasında rekabet azalır, libidonun verdiği gerginlik azalır, bir şekilde bütün grup birbiriyle akraba olur diyebiliriz. (Metrobüslerde de benzer bir yöntem sayesinde halkımızın birbirine aidiyeti mi pekişiyor? Bilmiyorum.) Ancak topluluklar büyük nüfuslara ulaşınca, bir de toprak tarımı başlayıp mülkiyet ve gen dışında bırakılacak miras bir olgu olarak doğunca bu değişmiştir. Tek eşlilik ve evlilik kurumları doğmuştur. Değişen meselelerden biri de, toplumu düzenleyici mekanizmalar. Artık kurumlar, fikirler, soyutlamalar, mitler, din, etnisite, millet işin içine girmiştir. Bütün bunlar, neticede bireyin ve topluluğun menfaatini temin için tasarlanmış, ortaya çıkmış, evrimleşmiş kurumlar ve olgulardan ibaret. “Orman kanunları”, insanın insanın kurdu olduğu tam çatışma hali, topluluk için zararlıdır ve insan ancak topluluk kurduğu zaman hayatta kalabilir. Bu topluluk büyüdükçe daha büyük çaplı projeler, doğayı daha derinden ve geniş ölçekli dönüştürme mümkün olmaktadır, öyleyse topluluğu büyütmeli ve onu bir arada, uyum içinde, mümkün olan en az fedakarlıkla tutabilecek bir mekanizma geliştirmeliyiz. Buna devlet diyoruz, iyi ki var, devleti çok seviyoruz. Son günlerde, bir süre evvel yaşanan Kadir Şeker vakası hem hukukçular arasında, hem kamuoyunda tartışmalara neden oldu. Kadir Şeker, bir kadını dövdüğünü gördüğü adama müdahale etti ve onu öldürdü. Kadının sonradan ifade değiştirmesi vs. burada sadece detaydır, çok önemli değildir. Tartışmanın iki tarafı var diyebiliriz: Kadir Şeker’in müdahale ederek bir kadını kurtardığını düşünenler ile, Kadir Şeker’in sınırı aştığını, cinayet işlediğini düşünenler. Herkes vakayı Kadir Şeker üzerinden yorumlarken, işin bir cihetini unutmuşa benziyor: Toplumsal düzen için hukuk, hukuk için devlet lazımdır. Devlet hem vakaları önleme hizmeti verir, hem de bütün tedbirlere rağmen vaka gerçekleşmişse, adil bir hukuk düzeni sayesinde mağdurun tazmin edilmesini ve saldırganın topluma vereceği zararın azaltılmasını sağlar. Türkiye’de devlet vazifesinden başka her işle meşgul olduğu için, kimsenin aklına asli vazifesi gelmiyor. Kadir Şeker’in iyi niyetli ve “suçsuz” olduğu senaryoya bakalım: Şiddete uğrayan bir kadın görüyor. “Bir kadın olarak sus”, “kız mıdır kadın mıdır bilemem” gibi lafların devletin en tepesinde havada uçuştuğu, her gün bir başka kadının polisin/bekçinin yetkilerini kötüye kullanarak kendilerini taciz ettiğini sosyal medyada anlattığı, çocuk evliliklerinin ahkamlı köşkemli adamlar tarafından savunulduğu bir ülkede yaşıyor. Ancak Kadir İnsan, üstelik Türk kültürüyle yetişmiş. Bizde, hatta çoğu zaman menfi olacak biçimde, müdahale kültürü yaygındır. Burada kadının ne olduğu, yardım isteyip istemediği, şiddet uygulayan adamın özellikleri önemsiz: Bu Kadir’le ilgili bir mesele. O sahneyi görüp müdahale etmeden gitse, vicdanıyla baş başa kalınca rahatsız olacaktı. Ancak seçtiği müdahale yöntemi düşündürücü: Polisi aramak aklına gelmemiş. Kendi çözmeyi tercih etmiş. Kadir’in kötü niyetli ve “suçlu” olduğu senaryoya bakalım. Kadir’in belki de kadınla gizli bir ilişkisi var. Yahut, Kadir şov yapmak, kabadayılık taslamak istiyor. Üzerine vazife olmayan bir işe, belki kadının dediği gibi ilk andan elinde bıçakla gelerek müdahil oluyor. Bu durumda iki kere tuhaf bir manzara var: Onca polis, onca bekçi alınır, bol keseden maaşlar yazılır, her köşe başına bir üniformalı dikilirken, bir süredir parkta bağır çağır kavga eden bir çifte ilk müdahale, yoldan geçen bir kabadayıdan geliyor. Kadir Şeker’i bir süre unutup düşünelim. Birinin size borcu varsa, mafyaya giderek mi daha kolay tahsil edersiniz, icra dairesine giderek mi? Birisi size küfür ettiğinde, sizi insan içinde rencide ettiğinde, yahut size iftira attığında, hukuki yaptırımlar mı karşınızdaki üzerinde daha etkili olacaktır, ağzının ortasına bir tane çakmak mı? Polis gördüğünüzde tedirgin mi oluyorsunuz, güvende mi hissediyorsunuz? Kadir Şeker vakasının bu sorularla doğrudan ilgisi var, bu vakanın bu kadar büyük bir tartışma konusu olmasının nedeni bu. İnsanlar devlete, polise, hukuka, adalete güvenini yitirdi, özellikle güçsüzler, yani kadınlar, muhalifler, fakirler… O yüzden Kadir’in normalde –muhtemelen- ağır tahrik altında adam öldürmek kabul edilmesi gereken fiili, toplumsal bir misyonla dolduruldu: Bir kadını kurtarmak. Bu misyon neden Kadir’in üzerindeydi, Kadir’in iyi niyetli bir adam olduğunu düşünürsek, kendi kendine bu misyonu neden biçmişti? Atamanın sınavla değil cemaat üyesi olmakla yapıldığı bir ülkede, yargının cumhurbaşkanının ağzından bir cümle çıkınca yıldırım hızıyla, vatandaş gidince kaplumbağa hızıyla işlediği bir ülkede, bir de sürekli kadın cinayetleri gündemdeyse, elbette bu vakalar olacak. Kendi adaletini tesis, merkezi ve “kapsayıcı” otoritenin azaldığı ya da bozulduğu yerlerde ayyuka çıkar. Şehirde mafya/kabadayı, kırsalda eşkıya bunun örneğidir. Eşkıya, çoğunlukla bir köyün belasıdır ama, komşu köyün güvencesidir. Bizim Avşarlar Osmanlı’yı “puşt Osmanlı”, “kaypak Osmanlı” diye anarlar ama eşkıyalara yakılan ağıtlarda o figürleri “Hazret-i Ali”ye benzetirler. Aynı eşkıyaları “haraca bağladığı umum Kürtler”den dinleyin bir de? Irza göz dikmediği mi kalmıştır, çocuk kanına girmediği mi… Hepimiz adaletsiz bir ülkede yaşadığımızın farkındayız ve bu yüzden kendi adaletimizi tesis mekanizmaları kuruyoruz. Çünkü “toplum” olma halini yitirdik (millet olma hali AKP sağ olsun daha önce yitti) ve yalnızca tesadüfen bir arada yaşayan bir “yığın”ız. Eskilerin “ev başına kara han” dediği dönem, yahut “gemisini kurtaran kaptan”. Hepimiz Hakan İlhan Kurt şiirindeki gibi “hep tedbirli geziyoruz” ve tedbirlerimizin hiçbiri modern kurumları, devleti, polisi, hukuku içermiyor. Özellikle son birkaç yıldır hep bu psikolojide olduğumuzdan (Ben mesela Gezi’den beri devlete/polise güvenmiyorum.) Kadir Şeker vakası bizim için sembolleşebiliyor, bayraklaşabiliyor. Kadir Şeker’in cinayetinin suç olup olmadığını tartışıyoruz ama bu cinayeti neden işlemek zorunda kaldığını düşünmüyoruz. Hukuk ihtiyaçtan doğar ve kategorize eder, bu kategoriler ne kadar özelleşirse adalete o kadar yakınsar dedik. Bunun bir istisnası vardır: Hukuk kör olmalı. Kadına, falanca dine yahut etnisiteye göre özelleşirse, mesela Hinduların adam yakması, kadını dövenlerin öldürülmesi, Kürtlerin silah alıp dağa çıkması serbest bırakılırsa, kategorinin soyut ve objektif biçimde özelleşmesi değil (adam öldürmek -> taksirle adam öldürmek -> bilinçli taksir gibi) özelleştirilmesi, bir yere hizmet eder hale gelmesi, adaleti tesis işlevinin geri plana atılmasıdır. Ancak ülkemizde tuhaf bir ihtiyaç var: Kadınlar sürekli şiddet görüyor ve kolluk güçleriyle hukuk sistemine güvenmiyoruz. O halde, yakında Türk hukukuna kadını korurken adam öldürmek gibi bir konsept girecektir diyebilir miyiz? Cumhurbaşkanı dahi açıklama yapmış ve Kadir için yargıdan adil karar beklediğini söylemişken, şaşırmayınız. Kadir’in iyi niyetli olduğu senaryoya dair kişisel bir yorum da yapayım: Evet, ben de müdahale ederdim. Ben de çok çakı taşıdım. Dayak yiyerek iyice dengemi kaybettiğimde ben de çakıyı can havliyle savurabilirdim. Bu kadar büyük olmasa da, benzer durumlarda zararlı çıkmışlığım da vardır. Ancak tam olarak bu yüzden, içimdeki bu meyli ve bunun ne anlama geldiğini, olası sonuçlarını bildiğim için, devletli yaşamı savunuyorum: Böyle manzaraların sık görülmediği/toplumsal mekanizmalarla engellendiği, görülürse bizden önce kolluğun görevini yaptığı ve mağdurun kendini güvende hissettiği bir Türkiye’de yaşamamız gerekiyor. O zamana dek, maalesef, “Bronz Kural” işleyecek ve herkes kendi güvenliğini kendi sağlamaya çalışacak gibi duruyor. Bir adım ötesi de, kendi adaletini tesis; işte Kadir’i savunan milyonlar, kendi adaletini tesis fikrine hiç de uzak olmadıklarını haykırıyorlar aynı zamanda.

Bahadırhan Dinçaslan M. Bahadırhan Dinçaslan muhammed bahadırhan dinçaslan