Devletin anlamı Türk Dil Kurumu’na göre “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık. ” Etimolojik olarak incelediğimizde ise Arapça kökenli olan devlet kelimesi “döndü, dolandı” fiili ile eş kökenlidir. Biz Türkler ise diğer milletlerde kullanımına hiç rastlamadığımız bir şekilde devlete ayrıyeten bir de “devlet baba” atıfı yaparız. Aslında bu söylem Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kelime dağarcığımıza yeni gelmiş bir deyiş de değildir. Bunun izlerini biz Osmanlı’ya belki daha da ilerisine kadar sürebiliriz.
Wittgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler.” dediği gibi ben de ana dil vatanım Türkçeyi gezmek için vaktim oldukça roman ve öykü okumaya çalışırım. Namık Kemaller, Ahmet Mithatlar, Recaizade Ekremler’in İntiba, Eflatun Bey ile Rakım Efendi, Araba Sevdası gibi Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet’e kadar ki romanlarını okuduğumda aslında hepimizin gözden kaçırdığı bir motifin olduğunu gördüm. Yazılan romanlardaki ailelerin başlarına gelenleri incelediğimde aslında neredeyse hepsinin aynı karakter örgülerine sahip olduğunu gözden kaçırdığımızı fark ettim. Hikaye örgüsünde öyle veya böyle bir şeyler oluyor ve baba talihsiz bir şekilde ölüyor, babanın ölümüyle birlikte ailede bir felaketler zinciri yaşanmaya başlıyor. Evin oğlanı evsiz barksız, fukara bir serseriye dönüşüyor veyahut ömür boyu mutsuz olacağı biriyle evleniyor. Evin kızı ise parasızlıktan ya fahişelik yapmaya başlıyor ya da sevmediği biriyle zorla evlendiriliyor. Kısacası babanın ölmesiyle birlikte ailenin başına gelmedik şey kalmıyor, hayırlı tek bir şey dahi olmuyor. Şimdi bu romanlardaki babaya tekrardan ama daha farklı bir perspektiften baktığımızda ise aslında bu babanın aynı zamanda o dönemdeki toplumun bilinçaltındaki veya Jung’un kuramlarında kullandığı kavram ile ifade etmemiz gerekirse kolektif bilincindeki Osman Baba yani Sultan’ın bir yansımasıdır. Hikaye örgümüzde babanın (Sultanın) başına talihsiz bir durum gelir ve aile (Osmanlı tebaasındaki milletler) dağılır, açlık ve sefalet de o ailenin peşini bir daha bırakmaz. Şimdi çok ilginçtir ki Türk edebiyatında babanın ölümü felaketlerin fitilini ateşleyen bir durumken Rus edebiyatında bu fitil başka şeyleri ateşler. Örneğin Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'ini ele almamız gerekirse romanda kurtuluşun gerçekleşebilmesi için babanın gölgesinden kurtulma gayesi adeta oedipal bir çatışma olarak gerçekleşirken Türk edebiyatına geri döndüğümüzde babanın gölgesinin ortadan kaybolmasını felaketler zincirini ateşleyecek olan fitil olarak içselleştirmiştir. Böylelikle Türk edebiyatında devlet babanın yansımalarını ve iki farklı toplumun dünyaya ve çevresine olan bakış açısını görebilmemiz mümkün olur.
Günümüze döndüğümüzde ise bu algının pek değişmediğini hepimiz biliyoruz. Bugün dahi hâlâ Anadolu’nun herhangi bir yerine gittiğimizde “devlet baba” kavramının yaşadığını görebiliyoruz. Peki devlet baba ise çocuk kimdir? Herhalde bu ailenin çocuğu sen, ben yani halk oluyor. Çocuk olduğumuza göre de babamız bizi yeri gelince sever, yeri gelince de döver. Bizim önümüze lütfeder ekmeğimizi koyar. Her şeyin en iyisini o bilir. Hatta bazen yaptıklarını anlamlandıramadığımız olur ama bizim daha iyi bilecek halimiz de yoktur, onun her zaman vardır bir bildiği. Ancak Türkiye’deki istibdat rejimi sıradan bir baba değildir. Aynı zamanda bizimle ensest bir ilişki yaşayan üvey bir babadır. Devlet baba koruması ve geçindirmesi gereken bir ana vatan ve çocukları varken gelip gece bizim koynumuza giren bir babadır. Bize para vermeyi bırak anamızın bize babamızdan gizlice verdiği parayı fark edip elimizden zorla alan bir babadır. Hatta bu baba bunlarla yetinmeyen yer yer sarhoş olup annemizi ve bizi döven bir babadır. Peki yapması gereken tüm babalık vasıflarını yerine getirmeyen bu babayı biz ne yapacağız?
Wittgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler.” dediği gibi ben de ana dil vatanım Türkçeyi gezmek için vaktim oldukça roman ve öykü okumaya çalışırım. Namık Kemaller, Ahmet Mithatlar, Recaizade Ekremler’in İntiba, Eflatun Bey ile Rakım Efendi, Araba Sevdası gibi Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet’e kadar ki romanlarını okuduğumda aslında hepimizin gözden kaçırdığı bir motifin olduğunu gördüm. Yazılan romanlardaki ailelerin başlarına gelenleri incelediğimde aslında neredeyse hepsinin aynı karakter örgülerine sahip olduğunu gözden kaçırdığımızı fark ettim. Hikaye örgüsünde öyle veya böyle bir şeyler oluyor ve baba talihsiz bir şekilde ölüyor, babanın ölümüyle birlikte ailede bir felaketler zinciri yaşanmaya başlıyor. Evin oğlanı evsiz barksız, fukara bir serseriye dönüşüyor veyahut ömür boyu mutsuz olacağı biriyle evleniyor. Evin kızı ise parasızlıktan ya fahişelik yapmaya başlıyor ya da sevmediği biriyle zorla evlendiriliyor. Kısacası babanın ölmesiyle birlikte ailenin başına gelmedik şey kalmıyor, hayırlı tek bir şey dahi olmuyor. Şimdi bu romanlardaki babaya tekrardan ama daha farklı bir perspektiften baktığımızda ise aslında bu babanın aynı zamanda o dönemdeki toplumun bilinçaltındaki veya Jung’un kuramlarında kullandığı kavram ile ifade etmemiz gerekirse kolektif bilincindeki Osman Baba yani Sultan’ın bir yansımasıdır. Hikaye örgümüzde babanın (Sultanın) başına talihsiz bir durum gelir ve aile (Osmanlı tebaasındaki milletler) dağılır, açlık ve sefalet de o ailenin peşini bir daha bırakmaz. Şimdi çok ilginçtir ki Türk edebiyatında babanın ölümü felaketlerin fitilini ateşleyen bir durumken Rus edebiyatında bu fitil başka şeyleri ateşler. Örneğin Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'ini ele almamız gerekirse romanda kurtuluşun gerçekleşebilmesi için babanın gölgesinden kurtulma gayesi adeta oedipal bir çatışma olarak gerçekleşirken Türk edebiyatına geri döndüğümüzde babanın gölgesinin ortadan kaybolmasını felaketler zincirini ateşleyecek olan fitil olarak içselleştirmiştir. Böylelikle Türk edebiyatında devlet babanın yansımalarını ve iki farklı toplumun dünyaya ve çevresine olan bakış açısını görebilmemiz mümkün olur.
Günümüze döndüğümüzde ise bu algının pek değişmediğini hepimiz biliyoruz. Bugün dahi hâlâ Anadolu’nun herhangi bir yerine gittiğimizde “devlet baba” kavramının yaşadığını görebiliyoruz. Peki devlet baba ise çocuk kimdir? Herhalde bu ailenin çocuğu sen, ben yani halk oluyor. Çocuk olduğumuza göre de babamız bizi yeri gelince sever, yeri gelince de döver. Bizim önümüze lütfeder ekmeğimizi koyar. Her şeyin en iyisini o bilir. Hatta bazen yaptıklarını anlamlandıramadığımız olur ama bizim daha iyi bilecek halimiz de yoktur, onun her zaman vardır bir bildiği. Ancak Türkiye’deki istibdat rejimi sıradan bir baba değildir. Aynı zamanda bizimle ensest bir ilişki yaşayan üvey bir babadır. Devlet baba koruması ve geçindirmesi gereken bir ana vatan ve çocukları varken gelip gece bizim koynumuza giren bir babadır. Bize para vermeyi bırak anamızın bize babamızdan gizlice verdiği parayı fark edip elimizden zorla alan bir babadır. Hatta bu baba bunlarla yetinmeyen yer yer sarhoş olup annemizi ve bizi döven bir babadır. Peki yapması gereken tüm babalık vasıflarını yerine getirmeyen bu babayı biz ne yapacağız?