Mehmet Oğuz Turan
Ortaylı’nın (2018: 295) ifadesiyle,
Türkiye’nin en mühim zenginliği Türklüktür. …Bütün tarihin getirdiği ayrılıklara, kesintiye rağmen gerçekten Çin sınırlarında Tuna’ya kadar bir araya gelebilecek bir kültürel camia yaratmıştır, bir varlıktır. ….Türk dünyası bir şekilde her zaman için vardır. Dolayısıyla bizim stratejik önemimiz de, zenginliğimiz de Türklüğün kendisidir.
Karşınızdaki yazı, bu bilinçle müsellah bir kalemden çıkmıştır; gayesi, Atatürk’ün milliyetçilik ilkesi doğrultusunda gerçekleştirilen somut inkılâp ve icraatlardan ziyade onun Türk milliyetçiliği anlayışını ve düşünsel altyapısını ortaya koymaktır. Bunu yaparken özellikle onun fikir dünyası üzerinde büyük etkileri olan Türkçü aydınlardan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın tanım, tarif ve idealleri ortaya konmuş, aralarındaki fark ve benzerliklerin karşılaştırılması hedeflenmiştir. Böyle geniş bir konuyu, kısa bir makalede işlemenin zorluğunu hatırlatarak muhtemel eksiklik ve yanlışlıklar için okuyucunun affına sığınılır.
Ortaylı’nın (2018: 295) ifadesiyle,
Türkiye’nin en mühim zenginliği Türklüktür. …Bütün tarihin getirdiği ayrılıklara, kesintiye rağmen gerçekten Çin sınırlarında Tuna’ya kadar bir araya gelebilecek bir kültürel camia yaratmıştır, bir varlıktır. ….Türk dünyası bir şekilde her zaman için vardır. Dolayısıyla bizim stratejik önemimiz de, zenginliğimiz de Türklüğün kendisidir.
Karşınızdaki yazı, bu bilinçle müsellah bir kalemden çıkmıştır; gayesi, Atatürk’ün milliyetçilik ilkesi doğrultusunda gerçekleştirilen somut inkılâp ve icraatlardan ziyade onun Türk milliyetçiliği anlayışını ve düşünsel altyapısını ortaya koymaktır. Bunu yaparken özellikle onun fikir dünyası üzerinde büyük etkileri olan Türkçü aydınlardan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın tanım, tarif ve idealleri ortaya konmuş, aralarındaki fark ve benzerliklerin karşılaştırılması hedeflenmiştir. Böyle geniş bir konuyu, kısa bir makalede işlemenin zorluğunu hatırlatarak muhtemel eksiklik ve yanlışlıklar için okuyucunun affına sığınılır.
Millet
Nitelik bakımından objektif ve subjektif olmak üzere iki farklı millet telakkisi vardır. Objektif anlayış; ırk, dil ve din gibi somut ve/veya nesnel bağları esas alırken, subjektif anlayış; bireyler arasındaki birlikte yaşama duygusu, ortak kültür ve ruh birliği gibi manevî bağları önceler (Hoşgeldi, 2008: 9-14). Subjektif millet telakkisine göre, “Ulus [adeta] bir ruhtur. Ruhî bir ilkedir. İki şeyden oluşur. Birisi, geçmişten gelen zengin anıların ortak mirasıdır. Diğeri ise, var olan uzlaşma, bir arada yaşama arzusu” (Pamukoğlu, 2007: 77). Akçura (2019: 17), her milletin içinde bulunduğu şartlara ve hedeflediği gayeye göre millet kavramını tanımladığını, dolayısıyla milletin tam ilmî diyebileceğimiz bir tarifini bulup gösteremeyeceğimizi söyledikten sonra, “imkân dairesinde objektif kalmak arzusuyla” şu tanımı yapar: “Millet, ırk ve lisanın esâsen birliğinden dolayı içtimaî [toplumsal] vicdânında vahdet [birlik] hâsıl olmuş bir cemiyet-i beşeriyyedir [insan topluluğudur]”. Gökalp (2014: 24) ise “Millet, ne ırka, ne kavme, ne coğrafyaya, ne siyasete, ne de iradeye bağlı bir topluluk değildir” dedikten sonra milletin, “dil, din, ahlak ve bütün güzel sanatlar bakımından ortak olan yani aynı eğitimi almış bulunan kişilerden oluşan bir topluluk” olduğunu söyler.
Akçuraoğlu, millet anlayışını ırk ve dil gibi objektif unsurlara dayandırmakla birlikte milletin var olabilmesi için toplumsal vicdanda birliğin gerekliliğini ifade ettiğinden onun tanımı subjektif anlayışı da ihata eder. Aynı şekilde Gökalp’in de dil, din, ahlak ve güzel sanatlar gibi objektif unsurları vurgulamakla birlikte, eğitim birliğindeki ısrarının gerçekte ortak bir kültür yaratma isteğinden ileri geldiği düşünüldüğünde, subjektif anlayışa istinat ettiği görülür. Her iki ismin millet tarifinde fark edilen bu kapsayıcı yaklaşım, Atatürk’ün fikirlerinden pek de farklı değildir. Atatürk için millet, “aynı harstan [kültürden] olan insanlardan oluşan toplumdur”. Ona göre milletlerin teşekkülünde rol oynayan en önemli etmenler, “müşterek millî fikrin; ahlakın, hissin, heyecanın, hatıra ve ananelerin etrafında meydana gelmesini, kökleşmesini temin eden müşterek mazi, birlikte yapılmış olan tarih, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren müşterek dil”den ibarettir (Afetinan, 2000: 34-35; akt. Hoşgeldi, 16).
Neticede Atatürk’ün (Afetinan, 2000: 17; akt. Hoşgeldi, 2008: 17) tanımıyla “Millet, dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve içtimai heyettir”. Bu tarif, subjektif millet telakkisini ilk kez ortaya koyanlardan Fransız bilgin Ernest Renan’ın, insan topluluklarının ancak “zengin bir mazinin mirasını paylaşmak ve beraber yaşamak hususunda istek ile düşünce birliği” sonucunda millet hâline gelebileceği şeklindeki açıklamasıyla neredeyse bütünüyle örtüşmektedir (Hoşgeldi, 15). Gökalp’in (2016a: 75) müşterek bir vicdana istinat etmeyen bir devletin, fertlerin geçim kapısı olacağını söylemesi de aynı mahiyettedir.
Görüldüğü üzere millet kavramının Türkçüler tarafından yorumlanışı, çağdaşı oldukları Osmanlıcıların farklı dinî ve etnik gruplara mensup kimseleri tek bir millet (ittihad-ı anâsır), Osmanlı milleti hâline getirme hayâlinden ve İslamcıların bir birleşme aracı (vâsıta-ı ittihâd) olarak İslam’ı esas alan Osmanlı vatandaşlığı idealinden tamamen farklıdır. Türkçülere göre, uygulanması olası (kâbil-i tatbik) tek siyaset “önce Osmanlı dünyasında Türklerin millî kimliğini tesis etmek, ardından bütün Türkleri birleştirmeye (Turan) yönelik bir yol tutmaktı”.
Bununla birlikte, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilanına dek, “Türklerin millet mefkûresinin Türklük, ümmet mefkûresinin de İslâm olduğu, Türkçülüğün nihaî bir dünya görüşü değil mevcut gerçekliğin dayattığı siyasî bir yol sayıldığı gibi Türkçü-İslâmcı denilebilecek bir tavır” da söz konusudur (Özcan, 2005: 85). Nitekim Gökalp (2016a: 14), “Osmanlı tabirindeki yeni manayı Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu” dese de hemen ardından Türklük cereyanının Osmanlılığın muarızı (karşıtı) olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyidi (kuvvetlendiricisi)” olduğunu söyler (Gökalp, 17). Bunu da Türklüğün, “kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhı” olmasıyla açıklar. Ona göre, “Türkçülerin gayesi muasır (çağdaş) bir İslâm Türklüğüdür” (Gökalp, 46).
Akçura’nın 1904’te yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı meşhur makale ve Gökalp’in 1913-1914 yıllarında Türk Yurdu ve İslam mecmualarında tefrika ettiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazı dizisi, Türkçülerin muasır fikir akımlarına yaklaşımlarının ve onları kendi düşünceleri doğrultusunda nasıl yorumladıklarının güzel birer örneğidir. Yıllar içerisinde, modern, seküler ve devletçi bir milliyetçilik anlayışı benimsenmekle beraber, bu ideologların görüşleri, Atatürk’ün fikir dünyasını ve onun şahsında da Cumhuriyet Türkiye’sinin politikalarını doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Nitekim, Atatürk’ün (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 192) ifadesiyle Cumhuriyet, “istiklâl [bağımsızlık], milliyet ve muzafferiyet” temellerinden “tulü ve kıyam etmiştir [doğmuş ve doğrulmuştur]”.
Akçuraoğlu, millet anlayışını ırk ve dil gibi objektif unsurlara dayandırmakla birlikte milletin var olabilmesi için toplumsal vicdanda birliğin gerekliliğini ifade ettiğinden onun tanımı subjektif anlayışı da ihata eder. Aynı şekilde Gökalp’in de dil, din, ahlak ve güzel sanatlar gibi objektif unsurları vurgulamakla birlikte, eğitim birliğindeki ısrarının gerçekte ortak bir kültür yaratma isteğinden ileri geldiği düşünüldüğünde, subjektif anlayışa istinat ettiği görülür. Her iki ismin millet tarifinde fark edilen bu kapsayıcı yaklaşım, Atatürk’ün fikirlerinden pek de farklı değildir. Atatürk için millet, “aynı harstan [kültürden] olan insanlardan oluşan toplumdur”. Ona göre milletlerin teşekkülünde rol oynayan en önemli etmenler, “müşterek millî fikrin; ahlakın, hissin, heyecanın, hatıra ve ananelerin etrafında meydana gelmesini, kökleşmesini temin eden müşterek mazi, birlikte yapılmış olan tarih, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren müşterek dil”den ibarettir (Afetinan, 2000: 34-35; akt. Hoşgeldi, 16).
Neticede Atatürk’ün (Afetinan, 2000: 17; akt. Hoşgeldi, 2008: 17) tanımıyla “Millet, dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve içtimai heyettir”. Bu tarif, subjektif millet telakkisini ilk kez ortaya koyanlardan Fransız bilgin Ernest Renan’ın, insan topluluklarının ancak “zengin bir mazinin mirasını paylaşmak ve beraber yaşamak hususunda istek ile düşünce birliği” sonucunda millet hâline gelebileceği şeklindeki açıklamasıyla neredeyse bütünüyle örtüşmektedir (Hoşgeldi, 15). Gökalp’in (2016a: 75) müşterek bir vicdana istinat etmeyen bir devletin, fertlerin geçim kapısı olacağını söylemesi de aynı mahiyettedir.
Görüldüğü üzere millet kavramının Türkçüler tarafından yorumlanışı, çağdaşı oldukları Osmanlıcıların farklı dinî ve etnik gruplara mensup kimseleri tek bir millet (ittihad-ı anâsır), Osmanlı milleti hâline getirme hayâlinden ve İslamcıların bir birleşme aracı (vâsıta-ı ittihâd) olarak İslam’ı esas alan Osmanlı vatandaşlığı idealinden tamamen farklıdır. Türkçülere göre, uygulanması olası (kâbil-i tatbik) tek siyaset “önce Osmanlı dünyasında Türklerin millî kimliğini tesis etmek, ardından bütün Türkleri birleştirmeye (Turan) yönelik bir yol tutmaktı”.
Bununla birlikte, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilanına dek, “Türklerin millet mefkûresinin Türklük, ümmet mefkûresinin de İslâm olduğu, Türkçülüğün nihaî bir dünya görüşü değil mevcut gerçekliğin dayattığı siyasî bir yol sayıldığı gibi Türkçü-İslâmcı denilebilecek bir tavır” da söz konusudur (Özcan, 2005: 85). Nitekim Gökalp (2016a: 14), “Osmanlı tabirindeki yeni manayı Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu” dese de hemen ardından Türklük cereyanının Osmanlılığın muarızı (karşıtı) olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyidi (kuvvetlendiricisi)” olduğunu söyler (Gökalp, 17). Bunu da Türklüğün, “kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhı” olmasıyla açıklar. Ona göre, “Türkçülerin gayesi muasır (çağdaş) bir İslâm Türklüğüdür” (Gökalp, 46).
Akçura’nın 1904’te yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı meşhur makale ve Gökalp’in 1913-1914 yıllarında Türk Yurdu ve İslam mecmualarında tefrika ettiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazı dizisi, Türkçülerin muasır fikir akımlarına yaklaşımlarının ve onları kendi düşünceleri doğrultusunda nasıl yorumladıklarının güzel birer örneğidir. Yıllar içerisinde, modern, seküler ve devletçi bir milliyetçilik anlayışı benimsenmekle beraber, bu ideologların görüşleri, Atatürk’ün fikir dünyasını ve onun şahsında da Cumhuriyet Türkiye’sinin politikalarını doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Nitekim, Atatürk’ün (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 192) ifadesiyle Cumhuriyet, “istiklâl [bağımsızlık], milliyet ve muzafferiyet” temellerinden “tulü ve kıyam etmiştir [doğmuş ve doğrulmuştur]”.
Vatan
Vatan, en geniş tanımıyla, “bir kimsenin doğduğu ve yaşadığı, siyasal ve duygusal yönden bağlı olduğu toprak parçasını; ruhun özlemini duyduğu asıl ve gerçek âlemi ifade eden sosyoloji, siyaset ve tasavvuf terimi”dir. Her ne kadar bu kavramın Kur’an ve sünnet literatüründe yer aldığı, “Vatan sevgisi imandandır” hadisi ve Halife Ömer’in “Allah ülkeleri vatan sevgisi sayesinde mamur etti” sözüyle, sıkça örneklendirilse de kelimenin bugünkü siyasal-sosyolojik içeriğini kazanması, 19. asrın başlarından itibaren ulus-devlet düşüncesinin tesiriyle mümkün olmuştur (Çağrıcı, 2012: 563).
Son dönem Osmanlı münevverlerinden Mustafa Satı Bey’e (2018: 39) göre,
Vatan; insan gibi bir beden ile bir ruhtan, bir maddiyat ile bir maneviyattan müteşekkildir. Vatanın bedeni; toprağı, dağları, ovaları, nehirleri, gölleri, denizleri, havası, suları, şehirleri, ormanlarıdır. Ruhu ise; üstünde yaşayan insanları birbirine bağlayan, onların genel görünüşlerini manevi bir aile, içtimai bir şahıs haline getiren müşterek hisler ve fikirler, hatıralar ve emeller, arzular ve endişelerdir. Vatanperverlik [de] işte bu manevi şahsı sevmek ve ona hizmet etmektir. Onun gerek bedeninin ve gerekse ruhunun, gerek maddiyatının ve gerekse maneviyatının ilerlemesini ve yükselmesini istemek, bu uğurda çalışmak ve gerekirse fedakârlık yapmaktır.
Satı Bey (2018: 31); Almanya, Fransa, İsviçre ve Japonya gibi devletlerin vatan anlayışlarını birer birer tetkik edip farklarını açıkladıktan sonra da şu tarifi yapıyor:
Biz bugün müstakil bir devlet halinde yaşıyoruz. Bu devlet pek muhtelif nesillerden gelme ve pek muhtelif lisanlarla konuşan insanlardan müteşekkildir. Onun uzun bir tarihi ve bu tarihin uzayan sürecinde değiş[me]miş bir hükümdar hanedanı vardır. Onun için biz vatan mefhumunu lisan ve ırk esasları üzerine değil devlet ve tarih esasları üzerine bina etmeye mecburuz. Bizim vatanımız falan veya filan lisanın konuşulduğu yerler değil. Osmanlı bayrağının gölgesi ve Osmanlı devletinin idaresi altında bulunan, Osmanlı tarihinin şanlı ve felaketli fasıllarına tecelli sahnesi olan yerlerdir. Bizim vatandaşlarımız falan veya filan lisan ile konuşan insanlar değil, bu devletin idaresi altında bulunan, bu bayrağın etrafında toplanan …insanlardır.
Satı Bey devamla, “din ve millet, ikisi birdir” esasına inandığını ancak Osmanlılar arasındaki manevî bağların tamamen de İslam unsurlarına ait olmadığını ifade ettikten sonra (2018: 33) “Osmanlılık mevhumdur, Osmanlı vatanı olamaz” demenin büyük hata olduğunu ve her türlü milliyetperverliğin vatana karşı bir suç teşkil ettiğini söylüyor (35). O, Osmanlıcık fikrinin en etkili isimlerinden biri olarak, öne sürdükleriyle vatan kavramının algılanışı hususunda yol açıcı bir rol üstlenmenin yanı sıra, yanlış bir yol tuttuklarına inandığı Türkçülerle de yoğun tartışmalara girmiştir. Özellikle Ziya Gökalp’le mecmualar üzerinden yürüttükleri ve bilimsel tartışma usûlünün az rastlanır numunelerinden sayılacak seviyeli münakaşalar, devrin fikir hayatına katkı sağlamış, Gökalp, özellikle eğitim meselesinde Satı Bey’in tenkitlerinden birçoğunu kabul etmiştir (Ülken, 2021: 264).
Diğer yandan, Gökalp’in vatan tanımı yahut tanımları uzun süre boyunca tümüyle farklı ve mefkurevî kalmıştır. Nitekim ona göre, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan; / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!...”. “Turan [ise] Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin mecmuudur [toplamıdır]” ve “…Türklerin efrâdını câmî ve ağyârını mâni olan mefkûrevî vatandır” (Türk Yurdu, 1914: 42).
1923 yılına gelindiğinde, onun fikirleri artık olgunlaşmış, “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde gerçekçi ve mükemmel bir Türkçülük programı çizerek daha sonra Atatürk’ün de benimseyeceği kültür Türkçülüğü anlayışında karar kılmıştır: “Bugün şeniyet [gerçeklik] sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Türkçülüğün uzak mefkûresi ise Turan’dır. Uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi [coşkunluğu] namütenahi [sınırsız] bir dereceye yükseltmek için istihdaf edilen [amaçlanan], çok cazibeli bir hayâldir” (Banarlı, 1971: 1115-1116).
Gökalp (2016a: 69), bir başka yazısında, vatanın, “uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke” olduğunu söyledikten sonra “Nasıl oluyor da bütün diğer ülkeler gayri mukaddes iken ‘vatan’ denilen ülke mukaddes tanılıyor ve bunu mukaddes tanıyanlar hayatlarını, ailelerini, en ziyade sevdikleri şeyleri bu ülkenin uğruna feda ediyorlar?” diye soruyor. Cevaben, bu ülkenin mevzubahis olan kıymetini maddî doğasından değil, kutsal birer varlık olarak millet ve ümmetten aldığını belirtiyor. Neticede, kutsal gerçekliklerin (millet ve ümmet) iki olması bunların simgesi olan vatanın da iki olmasını gerektirir diyerek bir “ümmet vatanı” ve bir de “millet vatanı”nın varlığından söz ediyor: “…bir İslâm vatanı vardır ki bütün Müslüman milletlerin sevgili yurdudur. Diğer[i] millî vatandır ki Türkler kendilerininkine Turan namını veriyorlar. Osmanlı ülkesi İslâm vatanının müstakil (bağımsız) kalan bir cüzüdür (kısmıdır). Bundan bir kısmı Türk yurdudur ki aynı zamanda buranın bir parçasıdır.” Bu izahların ardından, millet, devlet ve ümmet ülkülerinin üçünün de birbirinden farklı ve mukaddes olduğu kabulüne dayanarak Türklerin Türk yurdu veyahut Turan’ı hususi bir aşkla benimsemelerinin, ne küçük İslâm vatanı olan Osmanlı ülkesini ne de büyük İslâm vatanını unutmalarını gerektireceğini vurguluyor.
Yeni Türkiye’nin ideologlarından biri olarak Gökalp’in düşünce dünyasında sezinlenen Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık akımlarını Türk’ü öncelemek şartıyla bir araya getirme, mezcetme çabası ve fikirlerinin heyecanlarıyla iç içe olarak sınır tanımaz bir coşkunlukla zaman zaman hayal ufuklarına dek uzanması, ilk bakışta derhal dikkat çeker. Esasen, o dönem aydınlarının bitmek tükenmek bilmeyen yoğun gayretleri ve işlemekten bir an geri durmayan dimağlarıdır ki Türkçülük fikrinin gelişim ve evrim yolunu açmıştır. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınlarında görülen bu ikilemde kalma hâli, çağın şartlarından neşet eden birtakım endişeler de göz önüne alındığında, anlayışla karşılanmalıdır. Nitekim Atatürk (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 53) de 1920’de şu sözleri söylüyor: “Bizim milliyetperverliğimiz her hâlde hodbinâne [bencilce] ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir ve bahusus biz İslâm [Müslüman] olduğumuz için, İslâmiyet nokta-i nazarından [bakış açısından] bizim ümmetçiliğimiz vardır ki milliyetperverliğin çizmiş olduğu daire-i mahdudeyi [sınırlı daireyi] nâmütenahi [sınırsız] bir sahaya nakleder.”
Son dönem Osmanlı münevverlerinden Mustafa Satı Bey’e (2018: 39) göre,
Vatan; insan gibi bir beden ile bir ruhtan, bir maddiyat ile bir maneviyattan müteşekkildir. Vatanın bedeni; toprağı, dağları, ovaları, nehirleri, gölleri, denizleri, havası, suları, şehirleri, ormanlarıdır. Ruhu ise; üstünde yaşayan insanları birbirine bağlayan, onların genel görünüşlerini manevi bir aile, içtimai bir şahıs haline getiren müşterek hisler ve fikirler, hatıralar ve emeller, arzular ve endişelerdir. Vatanperverlik [de] işte bu manevi şahsı sevmek ve ona hizmet etmektir. Onun gerek bedeninin ve gerekse ruhunun, gerek maddiyatının ve gerekse maneviyatının ilerlemesini ve yükselmesini istemek, bu uğurda çalışmak ve gerekirse fedakârlık yapmaktır.
Satı Bey (2018: 31); Almanya, Fransa, İsviçre ve Japonya gibi devletlerin vatan anlayışlarını birer birer tetkik edip farklarını açıkladıktan sonra da şu tarifi yapıyor:
Biz bugün müstakil bir devlet halinde yaşıyoruz. Bu devlet pek muhtelif nesillerden gelme ve pek muhtelif lisanlarla konuşan insanlardan müteşekkildir. Onun uzun bir tarihi ve bu tarihin uzayan sürecinde değiş[me]miş bir hükümdar hanedanı vardır. Onun için biz vatan mefhumunu lisan ve ırk esasları üzerine değil devlet ve tarih esasları üzerine bina etmeye mecburuz. Bizim vatanımız falan veya filan lisanın konuşulduğu yerler değil. Osmanlı bayrağının gölgesi ve Osmanlı devletinin idaresi altında bulunan, Osmanlı tarihinin şanlı ve felaketli fasıllarına tecelli sahnesi olan yerlerdir. Bizim vatandaşlarımız falan veya filan lisan ile konuşan insanlar değil, bu devletin idaresi altında bulunan, bu bayrağın etrafında toplanan …insanlardır.
Satı Bey devamla, “din ve millet, ikisi birdir” esasına inandığını ancak Osmanlılar arasındaki manevî bağların tamamen de İslam unsurlarına ait olmadığını ifade ettikten sonra (2018: 33) “Osmanlılık mevhumdur, Osmanlı vatanı olamaz” demenin büyük hata olduğunu ve her türlü milliyetperverliğin vatana karşı bir suç teşkil ettiğini söylüyor (35). O, Osmanlıcık fikrinin en etkili isimlerinden biri olarak, öne sürdükleriyle vatan kavramının algılanışı hususunda yol açıcı bir rol üstlenmenin yanı sıra, yanlış bir yol tuttuklarına inandığı Türkçülerle de yoğun tartışmalara girmiştir. Özellikle Ziya Gökalp’le mecmualar üzerinden yürüttükleri ve bilimsel tartışma usûlünün az rastlanır numunelerinden sayılacak seviyeli münakaşalar, devrin fikir hayatına katkı sağlamış, Gökalp, özellikle eğitim meselesinde Satı Bey’in tenkitlerinden birçoğunu kabul etmiştir (Ülken, 2021: 264).
Diğer yandan, Gökalp’in vatan tanımı yahut tanımları uzun süre boyunca tümüyle farklı ve mefkurevî kalmıştır. Nitekim ona göre, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan; / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!...”. “Turan [ise] Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin mecmuudur [toplamıdır]” ve “…Türklerin efrâdını câmî ve ağyârını mâni olan mefkûrevî vatandır” (Türk Yurdu, 1914: 42).
1923 yılına gelindiğinde, onun fikirleri artık olgunlaşmış, “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde gerçekçi ve mükemmel bir Türkçülük programı çizerek daha sonra Atatürk’ün de benimseyeceği kültür Türkçülüğü anlayışında karar kılmıştır: “Bugün şeniyet [gerçeklik] sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Türkçülüğün uzak mefkûresi ise Turan’dır. Uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi [coşkunluğu] namütenahi [sınırsız] bir dereceye yükseltmek için istihdaf edilen [amaçlanan], çok cazibeli bir hayâldir” (Banarlı, 1971: 1115-1116).
Gökalp (2016a: 69), bir başka yazısında, vatanın, “uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke” olduğunu söyledikten sonra “Nasıl oluyor da bütün diğer ülkeler gayri mukaddes iken ‘vatan’ denilen ülke mukaddes tanılıyor ve bunu mukaddes tanıyanlar hayatlarını, ailelerini, en ziyade sevdikleri şeyleri bu ülkenin uğruna feda ediyorlar?” diye soruyor. Cevaben, bu ülkenin mevzubahis olan kıymetini maddî doğasından değil, kutsal birer varlık olarak millet ve ümmetten aldığını belirtiyor. Neticede, kutsal gerçekliklerin (millet ve ümmet) iki olması bunların simgesi olan vatanın da iki olmasını gerektirir diyerek bir “ümmet vatanı” ve bir de “millet vatanı”nın varlığından söz ediyor: “…bir İslâm vatanı vardır ki bütün Müslüman milletlerin sevgili yurdudur. Diğer[i] millî vatandır ki Türkler kendilerininkine Turan namını veriyorlar. Osmanlı ülkesi İslâm vatanının müstakil (bağımsız) kalan bir cüzüdür (kısmıdır). Bundan bir kısmı Türk yurdudur ki aynı zamanda buranın bir parçasıdır.” Bu izahların ardından, millet, devlet ve ümmet ülkülerinin üçünün de birbirinden farklı ve mukaddes olduğu kabulüne dayanarak Türklerin Türk yurdu veyahut Turan’ı hususi bir aşkla benimsemelerinin, ne küçük İslâm vatanı olan Osmanlı ülkesini ne de büyük İslâm vatanını unutmalarını gerektireceğini vurguluyor.
Yeni Türkiye’nin ideologlarından biri olarak Gökalp’in düşünce dünyasında sezinlenen Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık akımlarını Türk’ü öncelemek şartıyla bir araya getirme, mezcetme çabası ve fikirlerinin heyecanlarıyla iç içe olarak sınır tanımaz bir coşkunlukla zaman zaman hayal ufuklarına dek uzanması, ilk bakışta derhal dikkat çeker. Esasen, o dönem aydınlarının bitmek tükenmek bilmeyen yoğun gayretleri ve işlemekten bir an geri durmayan dimağlarıdır ki Türkçülük fikrinin gelişim ve evrim yolunu açmıştır. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınlarında görülen bu ikilemde kalma hâli, çağın şartlarından neşet eden birtakım endişeler de göz önüne alındığında, anlayışla karşılanmalıdır. Nitekim Atatürk (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 53) de 1920’de şu sözleri söylüyor: “Bizim milliyetperverliğimiz her hâlde hodbinâne [bencilce] ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir ve bahusus biz İslâm [Müslüman] olduğumuz için, İslâmiyet nokta-i nazarından [bakış açısından] bizim ümmetçiliğimiz vardır ki milliyetperverliğin çizmiş olduğu daire-i mahdudeyi [sınırlı daireyi] nâmütenahi [sınırsız] bir sahaya nakleder.”
Milliyetçilik
Milliyetçilik, en geniş ve en genel tanımıyla “belirli bir coğrafyada ortak kültürel ve/veya etnik kökene sahip toplulukların siyasî ve tarihî meşruiyetiyle yüceltilmesini hedefleyen siyasal, sosyal, kültürel, dinî düşünce ve yaklaşımlarla ideolojik anlamda millî devletin güçlenmesini en önemli hedef sayan (Özcan, 2005: 84)” bir fikir akımıdır. Milliyetçiliği, “yabancı baskısı ve sömürüsünden kurtulmayı, kendi ulusunu sevip yüceltmeyi amaçlamak, kendi ırkını bütün başka ırklara karşı üstün görüp onları egemenliği altına almayı istemeye dek varabilen öğretilerin genel adı (Baydur, 1993: 10; akt. Hoşgeldi, 2008: 21)” şeklinde tanımlayanlar da vardır. Burada tanımlanan şekliyle milliyetçilik, Fransız İhtilâli’nden doğmuş modern bir kavram olmakla birlikte, içinde bulunulan topluluğa sevgi ve bağlılık duygularından ibaret olan en basit hâlinde ele alınırsa insanlık tarihiyle yaşıttır. Nitekim, “müşterek dil, din ve kültürlerin, ortak sevinç, bayram, tehlike ve matemlerin başlamasından itibaren millî duyguların tabii olarak mevcut olduğu sabittir (Turan, 2019: 35)”. Örneğin Orhun Yazıtları’nda, geçmişte Göktürk beylerinin Çince isimler almasının kınanması gibi tarihsel bilincin varlığını ortaya koyan sarih milliyetçi söylem, Büyük Türkolog Barthold’u (Turan, 110) eski Türklerde millî vicdanın teşekkülünden asla şüphe edilemeyeceği sonucuna ulaştırmıştır. Dahası “Gök-Türk tarihinde fetret devrini Türk milletinin ‘ölümü’ olarak vasıflandıran ve istiklâlden mahrum herhangi bir topluluğu ‘ölmüş’ kabul eden kitabelerdeki ifadeler Türklerdeki şiddetli istiklâl tutkusunun açık delilleridir” (Kafesoğlu, 2019: 226).
Ancak belirtildiği üzere, milliyetçiliğin dinî, feodal veya imparatorluk idealleriyle çevrili dairenin dışına çıkarak halk egemenliğine dayalı ulusal devlet anlayışına erişmesi, Fransız İhtilâli’yle mümkün olmuştur. Örneğin, “on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, o zamana dek yalnızca kişinin doğduğu ya da yaşadığı yeri anlatan Türkçe ‘vatan’ sözcüğü, Fransız Devrimi’nin etkisiyle ‘patrie’ gibi bir anlama bürünmüş” ve 1800’den önce yalnızca hukukî bir terim olarak ‘köleliğin’ zıddını ifade eden ‘özgürlük’ de yeni bir sosyal içerik kazanmıştır (Hobsbawm, 2019: 65). Avrupa kültürünün 18. yüzyıl sonlarından itibaren Türkiye’de görülmeye başlanan etkileri, Tanzimat’ın ilanıyla ordu ve devlet erkânının hudutlarını aşarak halka da ulaşma imkânı bulmuştur. Diğer yandan, ıslahatçı paşalar, padişahlar ve devrin yenilik taraftarı kültür-edebiyat insanlarının rehberliği, yeni bir dünya görüşüyle terbiye edilmiş gençler yetiştirmekle beraber, Osmanlı’nın yeni ve fakat her şeye rağmen yetersiz kurumları henüz daha geniş kitleler yetiştirebilecek ölçüde değildir. Bu sebeple Batı kültürünün ve batılı yeni fikir ve sanat hareketlerinin büyük zümrelere yayılmasını sağlayan bir müessese olarak gazetecilik tesis edilmiştir (Banarlı, 1971: 824).
Gazete ve mecmualardan oluşan külliyetli neşriyat da yeni bir çığır halinde Türk tarihi üzerine yazılan şiirler, romanlar ve tarih kitaplarıyla birlikte, özellikle İkinci Meşrutiyet’in yarattığı özgürlük ortamında, Türkçülük fikrinin Türk siyasî ve edebî hayatına, bir daha çıkması mümkün olmayacak bir biçimde girmesini sağlayan vasıtaların başındadır. Nitekim “1913 yılına gelindiğinde Türkçülük sosyolojik, ekonomik, kültürel tezleri olan, yaygın basın desteğine sahip, iktidar partisi [İttihat ve Terakki Cemiyeti] tarafından içselleştirilen bir ideoloji haline” gelmiştir (Hanioğlu, 2012: 553).
Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat-Terakki yönetimi altındaki devletin pek çok sahada gösterdiği zafiyet ve neticede savaşın kesin surette kaybı, hücum ve eleştirileri yalnızca iktidar partisi ve onun mensuplarına değil, aynı zamanda Türkçülük fikrine de yöneltmiştir. Sarıkamış Felaketi ve İran hududunda yeni bir cephe açma teşebbüsü gibi Enver Paşa’nın Turancı idealleriyle izah edilen vakalar, Türkçülüğün henüz büyüyüp gelişemeden boğulması için -bugün bile- kullanılan birer silaha dönüşmüştür. Diğer yandan, Türk milletinin harp boyunca yerli azınlıklardan ve harp sonrası da yabancı işgal kuvvetlerinden gördüğü muamele karşısında ve kendilerine ancak katliam, istila ve sürgün seçeneklerinin sunulduğu böyle bir felaketler çağında, Türkçülük düşüncesi geri düşmemiş, bilakis yeni rejimin yapıtaşlarından biri olacak ölçüde yerleşmiş ve sahiplenilmiştir. Yakup Kadri, Dergâh mecmuasındaki 1922 tarihli bir yazısında tüm bu mücadeleleri şöyle yâd ediyor:
Şu musâhabeyi yazacağım sırada fikrim bundan sekiz on sene evvelki vakâyi [olaylar] ile meşgul oluyor. Bugünün içimize ferah veren nuru içinde o yılları düşünmek insana ne kadar ağır geliyor. ….Artık hiç şüphe götürmez ki bütün memleket ve bâhusûsa [özellikle] gençlik kendi yolunu bilmiş, o yolda emin ve rahat yürüyor. Bu yol yıllardır özlediğimiz, hasretiyle yandığımız milliyet yoludur. Milliyet yolu… Bizi hakikî saadete asıl gayeye götürecek güzel, serin ve rahat yol… Fakat biz onu bulmak, orada yürüyebilmek için neler çekmedik. Şimdi o çektiklerimizi düşünüyorum. Vakıa [gerçi] dünyada her millet, gayesine ermek için üzülmüş, boğuşmuştur. Fakat yine dünyada hiçbir millet tasavvur edemiyorum ki Türk milleti kadar yorulsun, Türk milleti kadar birçok felaketlerle vartaların [tehlikeli durumların] önünden bir uçurumdan öbürüne düşsün. ….Düşününüz ki Türk’ün öz fikrine daha geçen senelere gelinceye kadar yalnız düşmanları tarafından değil kendi hemşehrileri kendi kardeşleri tarafından en fena gözlerle bakılıyordu. ….bugün [ise], bundan sekiz on sene evvel ancak rüşeym [öz] halinde bir şey olan milliyet duygusunun en zâhir tecelliyatını [açık yansımalarını] müşahede ediyoruz [gözlemliyoruz]. (95)
Atatürk’ün (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 306), 1923 yılında, Konya Türk Ocağı’nda verilen bir çay ziyafetinde söyledikleri de bu ifadelerden pek farklı değildir:
Biz milliyet fikirlerini kabulde çok gecikmiş ve tekâsül [gevşeklik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, millet mefkûresini inhilâle sâi olan nazariyatın [millet ülküsünün dağılmasına çalışan görüşlerin] dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi [uygulama yeteneği] bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Nitekim Atatürk’e (ATASE, 2019: 54) göre, “Bizim inkılâbımız, ihtilal olmaktan ziyade bir millî teceddüttür [yenilenmedir]. Türkiye İnkılâbı, …Türk ırkının hayat ve bekasını tehlikeye maruz eden esbabı [sebepleri] ve Türk’ün refah ve saadetine engel olan mevânii [manileri] bertaraf etmektir”.
Ancak belirtildiği üzere, milliyetçiliğin dinî, feodal veya imparatorluk idealleriyle çevrili dairenin dışına çıkarak halk egemenliğine dayalı ulusal devlet anlayışına erişmesi, Fransız İhtilâli’yle mümkün olmuştur. Örneğin, “on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, o zamana dek yalnızca kişinin doğduğu ya da yaşadığı yeri anlatan Türkçe ‘vatan’ sözcüğü, Fransız Devrimi’nin etkisiyle ‘patrie’ gibi bir anlama bürünmüş” ve 1800’den önce yalnızca hukukî bir terim olarak ‘köleliğin’ zıddını ifade eden ‘özgürlük’ de yeni bir sosyal içerik kazanmıştır (Hobsbawm, 2019: 65). Avrupa kültürünün 18. yüzyıl sonlarından itibaren Türkiye’de görülmeye başlanan etkileri, Tanzimat’ın ilanıyla ordu ve devlet erkânının hudutlarını aşarak halka da ulaşma imkânı bulmuştur. Diğer yandan, ıslahatçı paşalar, padişahlar ve devrin yenilik taraftarı kültür-edebiyat insanlarının rehberliği, yeni bir dünya görüşüyle terbiye edilmiş gençler yetiştirmekle beraber, Osmanlı’nın yeni ve fakat her şeye rağmen yetersiz kurumları henüz daha geniş kitleler yetiştirebilecek ölçüde değildir. Bu sebeple Batı kültürünün ve batılı yeni fikir ve sanat hareketlerinin büyük zümrelere yayılmasını sağlayan bir müessese olarak gazetecilik tesis edilmiştir (Banarlı, 1971: 824).
Gazete ve mecmualardan oluşan külliyetli neşriyat da yeni bir çığır halinde Türk tarihi üzerine yazılan şiirler, romanlar ve tarih kitaplarıyla birlikte, özellikle İkinci Meşrutiyet’in yarattığı özgürlük ortamında, Türkçülük fikrinin Türk siyasî ve edebî hayatına, bir daha çıkması mümkün olmayacak bir biçimde girmesini sağlayan vasıtaların başındadır. Nitekim “1913 yılına gelindiğinde Türkçülük sosyolojik, ekonomik, kültürel tezleri olan, yaygın basın desteğine sahip, iktidar partisi [İttihat ve Terakki Cemiyeti] tarafından içselleştirilen bir ideoloji haline” gelmiştir (Hanioğlu, 2012: 553).
Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat-Terakki yönetimi altındaki devletin pek çok sahada gösterdiği zafiyet ve neticede savaşın kesin surette kaybı, hücum ve eleştirileri yalnızca iktidar partisi ve onun mensuplarına değil, aynı zamanda Türkçülük fikrine de yöneltmiştir. Sarıkamış Felaketi ve İran hududunda yeni bir cephe açma teşebbüsü gibi Enver Paşa’nın Turancı idealleriyle izah edilen vakalar, Türkçülüğün henüz büyüyüp gelişemeden boğulması için -bugün bile- kullanılan birer silaha dönüşmüştür. Diğer yandan, Türk milletinin harp boyunca yerli azınlıklardan ve harp sonrası da yabancı işgal kuvvetlerinden gördüğü muamele karşısında ve kendilerine ancak katliam, istila ve sürgün seçeneklerinin sunulduğu böyle bir felaketler çağında, Türkçülük düşüncesi geri düşmemiş, bilakis yeni rejimin yapıtaşlarından biri olacak ölçüde yerleşmiş ve sahiplenilmiştir. Yakup Kadri, Dergâh mecmuasındaki 1922 tarihli bir yazısında tüm bu mücadeleleri şöyle yâd ediyor:
Şu musâhabeyi yazacağım sırada fikrim bundan sekiz on sene evvelki vakâyi [olaylar] ile meşgul oluyor. Bugünün içimize ferah veren nuru içinde o yılları düşünmek insana ne kadar ağır geliyor. ….Artık hiç şüphe götürmez ki bütün memleket ve bâhusûsa [özellikle] gençlik kendi yolunu bilmiş, o yolda emin ve rahat yürüyor. Bu yol yıllardır özlediğimiz, hasretiyle yandığımız milliyet yoludur. Milliyet yolu… Bizi hakikî saadete asıl gayeye götürecek güzel, serin ve rahat yol… Fakat biz onu bulmak, orada yürüyebilmek için neler çekmedik. Şimdi o çektiklerimizi düşünüyorum. Vakıa [gerçi] dünyada her millet, gayesine ermek için üzülmüş, boğuşmuştur. Fakat yine dünyada hiçbir millet tasavvur edemiyorum ki Türk milleti kadar yorulsun, Türk milleti kadar birçok felaketlerle vartaların [tehlikeli durumların] önünden bir uçurumdan öbürüne düşsün. ….Düşününüz ki Türk’ün öz fikrine daha geçen senelere gelinceye kadar yalnız düşmanları tarafından değil kendi hemşehrileri kendi kardeşleri tarafından en fena gözlerle bakılıyordu. ….bugün [ise], bundan sekiz on sene evvel ancak rüşeym [öz] halinde bir şey olan milliyet duygusunun en zâhir tecelliyatını [açık yansımalarını] müşahede ediyoruz [gözlemliyoruz]. (95)
Atatürk’ün (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 306), 1923 yılında, Konya Türk Ocağı’nda verilen bir çay ziyafetinde söyledikleri de bu ifadelerden pek farklı değildir:
Biz milliyet fikirlerini kabulde çok gecikmiş ve tekâsül [gevşeklik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, millet mefkûresini inhilâle sâi olan nazariyatın [millet ülküsünün dağılmasına çalışan görüşlerin] dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi [uygulama yeteneği] bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Nitekim Atatürk’e (ATASE, 2019: 54) göre, “Bizim inkılâbımız, ihtilal olmaktan ziyade bir millî teceddüttür [yenilenmedir]. Türkiye İnkılâbı, …Türk ırkının hayat ve bekasını tehlikeye maruz eden esbabı [sebepleri] ve Türk’ün refah ve saadetine engel olan mevânii [manileri] bertaraf etmektir”.
Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği
Atatürk’e göre Türk milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı”dır. Dilde, kültürde ve idealde birlik, bu yurttaşların halk kitleleri olmaktan çıkarılarak tam manasıyla bir millet haline getirilmesinin anahtarlarıdır. Özgürlük (hürriyet), tam bağımsızlık (istiklâl) ve kayıtsız şartsız millî egemenlik de yeni Türk Devleti’nin dayandığı esaslardır (Hoşgeldi, 2008: 18-19). Atatürk’e göre, “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletler arası ilişkilerde, çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümeyi zorunlu kıldığı gibi, Türk toplumunun özel karakterlerinin ve başlı başına bağımsız kimliğinin korunmasını da gerektirir” (Afetinan, 2000: 36; akt. Hoşgeldi, 2008: 19). Yeni Türkiye’nin “açık ve uygulanabilir” gördüğü siyasi görüş de ulusal siyasettir: “Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı korumakla ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve refahına çalışmak… Genel olarak ulusu geniş emeller peşinde oyalamamak ve onu zarara uğratmamak… Uygar dünyadan, uygar, insanca davranış ve karşılıklı dostluk beklemek” (Atatürk, 2017: 297-298). Tüm bu prensipler, onun milletine duyduğu derin muhabbet ve sevgiyle değerlendirildiğinde ortaya çıkan, Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışıdır.
Onun Türk milleti tanımının Türkiye toprakları dışında yaşayan Türkleri kapsamadığı derhal fark edilecektir çünkü Atatürk, I. ve II. Meşrutiyet döneminin Türkçülerinden farklı olarak Turancılık fikrine tümüyle sırt çevirmiştir. Onun hedef ve gayeleri, Misak-ı Millî’nin tayin ettiği millî sınırlarla mahduttur (Hoşgeldi, 2008: 94). Turancılığı dışarıda bırakan bu anlayış, içinde bulunulan koşulların dayattığı güçlükler ve aşağı yukarı on yıldır savaş meydanlarında harap olan Türkiye’nin perişan durumuyla izah olunur. Onun zihin dünyasında, hele de böyle büyük badireler atlatmış bir milletin halaskârı olarak seferler, fetihler yahut yeni savaşlara yer yoktur. O, daima Türkiye’yi önceler.
1923’teki zafer anında, askerî bir komutanı daha fazla zafer peşinde gitmeye ya da millî bir önderde yeni tutkular uyandırmaya teşvik edebilecek pek çok fırsat vardı. O bunların hepsini göz ardı etti ve kahramanlarda pek rastlanmayan gerçekçi, nefsine hâkim ve ılımlı bir tutumla, bu tür başıbozuk maceralara karşı halkını uyardı. Yeni görev ülke sınırları içindeydi, zira bütün siyasi, askeri, mali istilacılar ülkeyi terk ettiği zaman zaten gerilemiş olan ülkeyi yeniden inşa etme sorunu ortadan kalkmış olmuyordu. (Lewis, 2018: 391)
Nitekim Atatürk, gerçekçi ve akılcıdır (realist ve rasyonel). Onun “hesaplı ve muvazeneli gayeciliği” şu sözlerde tecessüm eder:
Mesele ölmekte değil; ölmeden idealimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektedir. …Ölümü ve tehlikeyi göze almak, ama ölmeden muvaffak olmak, yaratmak, yapmak ve yerleştirmek… Bu mizaç ve karakter, heyecanının değil, mantığın ve sağduyunun ifadesidir. Bu mizaç ve karakter örgüsü, Mustafa Kemal’in harekât ve icraatına, hayatının sonuna kadar hâkim olacaktır. (Aydemir, 2017: 88-89)
Onun nazarında “milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa” edilemeyeceğinden siyasî mücadeleden evvel şuurlu bir ülkü şarttır. “…biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz” (2008: 30).
Esasen onun milliyetçilik anlayışı, Türkçülük hareketinin yıllardan beri geçirmekte olduğu evrim ve gelişim sürecinin en olgun bir sonucudur. Hakikaten, Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışını kendinden önceki Türkçülerin fikirlerinden soyutlamak yahut bu prensipleri yalnız onun ortaya koyduğuna inanmak doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Onun tanım ve tariflerindeki farklılık, Türkçülerin topyekûn düşünsel inkişafının bir neticesidir. Örneğin 1924 yılında Gökalp (2016b: 35), “bu milletin en büyük mefkûreleri” olarak, daha sonra CHP’nin 6 okunu da esinleyen, 4 ülküden söz eder: “Milliyetçilik, halkçılık, garp medeniyetçiliği, cumhuriyetçilik”. Bu idealler, Atatürk’ün kabulleriyle bire bir örtüşmektedir.
Yeni rejim ve yeni toplumun temelinde ortak kültür yatar. Gökalp’in (2014: 41 ve 2015: 22-23), kültür (hars) ve medeniyeti iki ayrı kavram olarak ele alıp ifade ettiği “Türk ve Müslüman kalmak şartı ile Batı medeniyetine tam ve kesinlikle girme” isteği, Cumhuriyet’in millî kültür politikalarıyla uyuşmaz çünkü Atatürk’e (Afetinan, 1971: 43; akt. Hoşgeldi, 2008: 132) göre medeniyet, kültürden (harstan) başka bir şey değildir. Yine de Gökalp’in aydın dimağı, Atatürk’ün takip edeceği kültür siyasetini beslemekten geri kalmamıştır. Gökalp’e (2014: 86) göre,
Türkçülük bütün aşkıyla yalnız kendi orijinal kültürüne vurgun olmakla birlikte, şoven ve mutaassıp da değildir. Avrupa medeniyetini tam ve düzenli olarak almaya giriştiği gibi hiçbir milletin kültürüne karşı yabancı kalma ve küçümseme duygusu da yoktur. Tersine, bütün millî kültürlere değer veririz ve saygı duyarız. Hatta birçok kötülüklerini gördüğümüz milletlerin bile, siyasal örgütlerini sevmemekle birlikte; medeni ve kültürel eserlerine hayran, düşünürleriyle sanatçılarına karşı saygılı kalacağız.
Atatürk’ün Türkçülük anlayışının, “batıya karşı bir tepki milliyetçiliği değil, Türk milletinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını hedefleyen ileriye dönük bir milliyetçilik” (Feyzioğlu, 1986: 46; akt. Hoşgeldi, 2008: 131) olması da Gökalp’in bu sözlerini doğrular. Lewis’in (2018: 391) dediği gibi,
Kemal Atatürk siyasi fikirleri bakımından Jön Türklerin, özellikle milliyetçi, pozitivist ve Batı yanlısı kanadın, varisiydi. Türk milletine ve ilerlemeye olan inancı, yaşamının iki egemen inancını oluşturuyordu. Her ikisinin de geleceği, onun için Batı’nın modern uygarlığından başka bir anlam taşımayan bir uygarlıkta yatıyordu. Milliyetçiliği sağlıklı ve akla yatkın bir milliyetçilikti.
Atatürk’ün cümleleriyle (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 358), Cumhuriyet idaresi altında,
Milletin, idame-i mevcudiyet [varlığını sürdürmek] için efradı [bireyleri] arasında düşündüğü rabıta-i müştereke [ortak bağ], asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş [değiştirmiş], yani millet, dinî ve mezhebî irtibat yerine, Türk milliyeti rabıtasiyle efradını toplamıştır.
Millet, beynelmilel [uluslar arası] umumî mücadele sahasında sebeb-i hayat ve sebeb-i kuvvet [hayat ve kuvvet sebebi] olacak iklim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini, bir hakikat-i sabite [durağan gerçek] olarak umde ittihaz eylemiştir [ilke saymıştır].
Ona göre; yeni Türkiye’nin tuttuğu bu yol, her sahaya sirayet edecektir: “Yeni hukukumuzun menba-ı ilhamı [esin kaynağı] bir cihetten Türkçülük, diğer cihetten Garpçılıktır [Batıcılıktır]” (ATASE, 2019: 55). Esasen, “[Türk Devrimi;] eskimiş, kuvve-i ihyaiyesi [yaşam gücü] sönmüş temellere müstenit [dayanan] şark milletleri zümresinden çıkarak hayatını muasır [çağdaş] esaslar üzerine kuran mütemeddin [uygarlaşmış] bir Garp milleti olmak yollarını temin etmektir” (2019: 54).
Türk İnkılabı, Ziya Gökalp’in (Ülken, 2021: 450-451) henüz 1911 yılında tasvir ettiği toplumsal devrimin gerçekleşmesidir:
İçtimai devrim ne demektir? Eski hayatı beğenmeyerek yeni bir hayat yaratmak. Bilirsiniz: Hayat çok umumi bir anlama gelir. ….‘Yeni hayat’ demek yeni iktisat, yeni aile, yeni sanat, yeni felsefe, yeni ahlak, yeni hukuk ve yeni siyaset demektir. Eski hayatı değiştirmek, iktisadi, ailevi, bedii, felsefi, ahlaki, hukuki ve siyasi özellikleri ile yeni bir yaşayış yaratmakla kabul olabilir. ….Biz eski hayatı ve eski değerleri beğenmiyoruz. Yeni bir hayat ve yeni değerler istiyoruz. ….Türkler her asrın yeni insanlarıdır. Bundan dolayı ‘yeni hayat’ bütün gençliklerin anası olan Türklükten doğacaktır.
O, tasavvur ettiği yeni hayatın istikametini yalnız nesirleriyle değil şiirleriyle de işaret etmiş, yeni millî devletin politikalarını doğrudan etkilemiştir:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, din birdir…
Mebusânı temiz, orda “Boşo”ların sözü yok…
Hududunda evlatları seve seve can verir!
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
Sanatında yol gösteren ilimle fen Türk’ündür.
Hirfetleri birbirini eder daim himaye;
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk’ündür…
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın! (Gökalp 2017: 27)
Onun Türk milleti tanımının Türkiye toprakları dışında yaşayan Türkleri kapsamadığı derhal fark edilecektir çünkü Atatürk, I. ve II. Meşrutiyet döneminin Türkçülerinden farklı olarak Turancılık fikrine tümüyle sırt çevirmiştir. Onun hedef ve gayeleri, Misak-ı Millî’nin tayin ettiği millî sınırlarla mahduttur (Hoşgeldi, 2008: 94). Turancılığı dışarıda bırakan bu anlayış, içinde bulunulan koşulların dayattığı güçlükler ve aşağı yukarı on yıldır savaş meydanlarında harap olan Türkiye’nin perişan durumuyla izah olunur. Onun zihin dünyasında, hele de böyle büyük badireler atlatmış bir milletin halaskârı olarak seferler, fetihler yahut yeni savaşlara yer yoktur. O, daima Türkiye’yi önceler.
1923’teki zafer anında, askerî bir komutanı daha fazla zafer peşinde gitmeye ya da millî bir önderde yeni tutkular uyandırmaya teşvik edebilecek pek çok fırsat vardı. O bunların hepsini göz ardı etti ve kahramanlarda pek rastlanmayan gerçekçi, nefsine hâkim ve ılımlı bir tutumla, bu tür başıbozuk maceralara karşı halkını uyardı. Yeni görev ülke sınırları içindeydi, zira bütün siyasi, askeri, mali istilacılar ülkeyi terk ettiği zaman zaten gerilemiş olan ülkeyi yeniden inşa etme sorunu ortadan kalkmış olmuyordu. (Lewis, 2018: 391)
Nitekim Atatürk, gerçekçi ve akılcıdır (realist ve rasyonel). Onun “hesaplı ve muvazeneli gayeciliği” şu sözlerde tecessüm eder:
Mesele ölmekte değil; ölmeden idealimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektedir. …Ölümü ve tehlikeyi göze almak, ama ölmeden muvaffak olmak, yaratmak, yapmak ve yerleştirmek… Bu mizaç ve karakter, heyecanının değil, mantığın ve sağduyunun ifadesidir. Bu mizaç ve karakter örgüsü, Mustafa Kemal’in harekât ve icraatına, hayatının sonuna kadar hâkim olacaktır. (Aydemir, 2017: 88-89)
Onun nazarında “milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa” edilemeyeceğinden siyasî mücadeleden evvel şuurlu bir ülkü şarttır. “…biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz” (2008: 30).
Esasen onun milliyetçilik anlayışı, Türkçülük hareketinin yıllardan beri geçirmekte olduğu evrim ve gelişim sürecinin en olgun bir sonucudur. Hakikaten, Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışını kendinden önceki Türkçülerin fikirlerinden soyutlamak yahut bu prensipleri yalnız onun ortaya koyduğuna inanmak doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Onun tanım ve tariflerindeki farklılık, Türkçülerin topyekûn düşünsel inkişafının bir neticesidir. Örneğin 1924 yılında Gökalp (2016b: 35), “bu milletin en büyük mefkûreleri” olarak, daha sonra CHP’nin 6 okunu da esinleyen, 4 ülküden söz eder: “Milliyetçilik, halkçılık, garp medeniyetçiliği, cumhuriyetçilik”. Bu idealler, Atatürk’ün kabulleriyle bire bir örtüşmektedir.
Yeni rejim ve yeni toplumun temelinde ortak kültür yatar. Gökalp’in (2014: 41 ve 2015: 22-23), kültür (hars) ve medeniyeti iki ayrı kavram olarak ele alıp ifade ettiği “Türk ve Müslüman kalmak şartı ile Batı medeniyetine tam ve kesinlikle girme” isteği, Cumhuriyet’in millî kültür politikalarıyla uyuşmaz çünkü Atatürk’e (Afetinan, 1971: 43; akt. Hoşgeldi, 2008: 132) göre medeniyet, kültürden (harstan) başka bir şey değildir. Yine de Gökalp’in aydın dimağı, Atatürk’ün takip edeceği kültür siyasetini beslemekten geri kalmamıştır. Gökalp’e (2014: 86) göre,
Türkçülük bütün aşkıyla yalnız kendi orijinal kültürüne vurgun olmakla birlikte, şoven ve mutaassıp da değildir. Avrupa medeniyetini tam ve düzenli olarak almaya giriştiği gibi hiçbir milletin kültürüne karşı yabancı kalma ve küçümseme duygusu da yoktur. Tersine, bütün millî kültürlere değer veririz ve saygı duyarız. Hatta birçok kötülüklerini gördüğümüz milletlerin bile, siyasal örgütlerini sevmemekle birlikte; medeni ve kültürel eserlerine hayran, düşünürleriyle sanatçılarına karşı saygılı kalacağız.
Atatürk’ün Türkçülük anlayışının, “batıya karşı bir tepki milliyetçiliği değil, Türk milletinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını hedefleyen ileriye dönük bir milliyetçilik” (Feyzioğlu, 1986: 46; akt. Hoşgeldi, 2008: 131) olması da Gökalp’in bu sözlerini doğrular. Lewis’in (2018: 391) dediği gibi,
Kemal Atatürk siyasi fikirleri bakımından Jön Türklerin, özellikle milliyetçi, pozitivist ve Batı yanlısı kanadın, varisiydi. Türk milletine ve ilerlemeye olan inancı, yaşamının iki egemen inancını oluşturuyordu. Her ikisinin de geleceği, onun için Batı’nın modern uygarlığından başka bir anlam taşımayan bir uygarlıkta yatıyordu. Milliyetçiliği sağlıklı ve akla yatkın bir milliyetçilikti.
Atatürk’ün cümleleriyle (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006: 358), Cumhuriyet idaresi altında,
Milletin, idame-i mevcudiyet [varlığını sürdürmek] için efradı [bireyleri] arasında düşündüğü rabıta-i müştereke [ortak bağ], asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş [değiştirmiş], yani millet, dinî ve mezhebî irtibat yerine, Türk milliyeti rabıtasiyle efradını toplamıştır.
Millet, beynelmilel [uluslar arası] umumî mücadele sahasında sebeb-i hayat ve sebeb-i kuvvet [hayat ve kuvvet sebebi] olacak iklim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini, bir hakikat-i sabite [durağan gerçek] olarak umde ittihaz eylemiştir [ilke saymıştır].
Ona göre; yeni Türkiye’nin tuttuğu bu yol, her sahaya sirayet edecektir: “Yeni hukukumuzun menba-ı ilhamı [esin kaynağı] bir cihetten Türkçülük, diğer cihetten Garpçılıktır [Batıcılıktır]” (ATASE, 2019: 55). Esasen, “[Türk Devrimi;] eskimiş, kuvve-i ihyaiyesi [yaşam gücü] sönmüş temellere müstenit [dayanan] şark milletleri zümresinden çıkarak hayatını muasır [çağdaş] esaslar üzerine kuran mütemeddin [uygarlaşmış] bir Garp milleti olmak yollarını temin etmektir” (2019: 54).
Türk İnkılabı, Ziya Gökalp’in (Ülken, 2021: 450-451) henüz 1911 yılında tasvir ettiği toplumsal devrimin gerçekleşmesidir:
İçtimai devrim ne demektir? Eski hayatı beğenmeyerek yeni bir hayat yaratmak. Bilirsiniz: Hayat çok umumi bir anlama gelir. ….‘Yeni hayat’ demek yeni iktisat, yeni aile, yeni sanat, yeni felsefe, yeni ahlak, yeni hukuk ve yeni siyaset demektir. Eski hayatı değiştirmek, iktisadi, ailevi, bedii, felsefi, ahlaki, hukuki ve siyasi özellikleri ile yeni bir yaşayış yaratmakla kabul olabilir. ….Biz eski hayatı ve eski değerleri beğenmiyoruz. Yeni bir hayat ve yeni değerler istiyoruz. ….Türkler her asrın yeni insanlarıdır. Bundan dolayı ‘yeni hayat’ bütün gençliklerin anası olan Türklükten doğacaktır.
O, tasavvur ettiği yeni hayatın istikametini yalnız nesirleriyle değil şiirleriyle de işaret etmiş, yeni millî devletin politikalarını doğrudan etkilemiştir:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, din birdir…
Mebusânı temiz, orda “Boşo”ların sözü yok…
Hududunda evlatları seve seve can verir!
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
Sanatında yol gösteren ilimle fen Türk’ündür.
Hirfetleri birbirini eder daim himaye;
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk’ündür…
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın! (Gökalp 2017: 27)
Sonuç
Özetle Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışı; aklın ve bilimin öncülüğünde, Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılmasını hedefler, hiçbir kişisel yönetim biçimi tanımaz, millet ve milliyetçilik prensibini kabul etmeyen akımlara karşı olduğu gibi ırkçılığı da reddeder, insancıldır, gerçekçidir ve sınıf kavgası fikrine inanmaz.
Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta, Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından TBMM’nin açılışına dek geçen süre boyunca, kimi zihinleri işgal eden kurtuluş çarelerini sıralarken İngiliz ve Amerikan mandası isteyenler veya bölgesel kurtuluş çarelerine başvuranlar karşısında kendi kararının ne olduğundan bahseder: “…ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!”. Bu doğrultuda, “Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. …Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!” (2017: 9). Henüz Kurtuluş Savaşı’nın başında söylenen bu sözler, cumhuriyetin ilanıyla anlam kazanmış ve Türk millî siyasetinin mihverini teşkil etmiştir.
Atatürk (Kocatürk, 1981: 71; akt. Meydan, 2016: 229), Türk milletinin doğasına ve adetlerine en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu söylemekte haklıdır. Nitekim dilin Türkçeleştirilmesi, hukukun Türk hukuku olması, kadının özgürleştirilmesi, şiir, müzik ve ressamlık gibi güzel sanatların Türkçeleştirilmesi, özetle Türk kültürünün yabancı tesirlerden kurtularak kendi aslını bulup tekâmül etmesi, cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş millî politikalarının eseridir.
[Artık] Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır. Türk, baskı ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi, sayısız özverilere katlandı, başarılı oldu ancak ondan sonra özgürlüğüne sahip oldu. Bu nedenle özgürlük Türk’ün hayatıdır. Artık Türkiye’de her Türk özgür doğar, özgür yaşar. (Meydan, 2016: 317-318)
Akçura’nın (2019: 269) ifadesiyle,
Türkiye Cumhuriyeti’nin başta, “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” namıyla, sonra hakikî adıyla teessüsü, Türk milliyetçiliği nokta-i nazarından Türkçülük idealinin tahakkuku demektir. Ekser Türkçülerin belki hayatlarında tahakkuk edeceğini ümit bile edemedikleri ideal, bir Türk dehasının kudretiyle bir şeniyet [gerçeklik] olmuştu; millî Türk devleti kurulmuştu.
Türk âleminde Türk idealini tahakkuk ettiren dahi ve kahraman, Türkiye Devleti’nin bânîsi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir. (271)
Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta, Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından TBMM’nin açılışına dek geçen süre boyunca, kimi zihinleri işgal eden kurtuluş çarelerini sıralarken İngiliz ve Amerikan mandası isteyenler veya bölgesel kurtuluş çarelerine başvuranlar karşısında kendi kararının ne olduğundan bahseder: “…ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!”. Bu doğrultuda, “Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. …Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!” (2017: 9). Henüz Kurtuluş Savaşı’nın başında söylenen bu sözler, cumhuriyetin ilanıyla anlam kazanmış ve Türk millî siyasetinin mihverini teşkil etmiştir.
Atatürk (Kocatürk, 1981: 71; akt. Meydan, 2016: 229), Türk milletinin doğasına ve adetlerine en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu söylemekte haklıdır. Nitekim dilin Türkçeleştirilmesi, hukukun Türk hukuku olması, kadının özgürleştirilmesi, şiir, müzik ve ressamlık gibi güzel sanatların Türkçeleştirilmesi, özetle Türk kültürünün yabancı tesirlerden kurtularak kendi aslını bulup tekâmül etmesi, cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş millî politikalarının eseridir.
[Artık] Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır. Türk, baskı ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi, sayısız özverilere katlandı, başarılı oldu ancak ondan sonra özgürlüğüne sahip oldu. Bu nedenle özgürlük Türk’ün hayatıdır. Artık Türkiye’de her Türk özgür doğar, özgür yaşar. (Meydan, 2016: 317-318)
Akçura’nın (2019: 269) ifadesiyle,
Türkiye Cumhuriyeti’nin başta, “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” namıyla, sonra hakikî adıyla teessüsü, Türk milliyetçiliği nokta-i nazarından Türkçülük idealinin tahakkuku demektir. Ekser Türkçülerin belki hayatlarında tahakkuk edeceğini ümit bile edemedikleri ideal, bir Türk dehasının kudretiyle bir şeniyet [gerçeklik] olmuştu; millî Türk devleti kurulmuştu.
Türk âleminde Türk idealini tahakkuk ettiren dahi ve kahraman, Türkiye Devleti’nin bânîsi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir. (271)
KAYNAKÇA
Akçura, Y. (2019). Türkçülüğün Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı. (2019). Atatürk’ün Not Defterleri XII. Ankara: Genelkurmay Basımevi.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. (2006). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III. Erişim adresi https://atam.gov.tr/wp-content/uploads/S%C3%96YLEV-ORJ%C4%B0NAL.pdf
Atatürk, M. K. (2017). Nutuk. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Aydemir, Ş. S. (2017). Tek Adam (Cilt I). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Çağrıcı, M. (2012). Vatan. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 42, 563-564). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Gökalp, Z. (Rumî: 1330, 20 Mart; Miladî: 1914, 2 Nisan). Türk Milleti ve Turan. Türk Yurdu, 6 (2), 37-42. İstanbul: Tanin Matbaası.
Gökalp, Z. (2014). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
Gökalp, Z. (2015). Türk Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2016a). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2016b). Çınaraltı Yazıları. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2017). Yeni Hayat. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Hanioğlu, M. Ş. (2012). Türkçülük. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 41, 551-554). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Hobsbawm, E. (2019). Devrim Çağı 1789-1848. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Hoşgeldi, S. (2008). Atatürk İlkeleri: Milliyetçilik (Yüksek lisans tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi). Erişim adresi https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=-Z0vbSUgrhM9fXoGkRe6Q7PH7HneWfeck0E_cHtRQs7AaXB48KoyNbCoND9nhpO5
Kafesoğlu, İ. (2019). Türk Millî Kültürü. İstanbul: Ötüken Neşriyat
Lewis, B. (2018). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara: Arkadaş Yayınevi.
Meydan, S. (2016). Akl-ı Kemâl (2. Cilt). İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Ortaylı, İ. (2018). Gazi Mustafa Kemal Atatürk. İstanbul: Kronik Kitap.
Özcan, A. (2005). Milliyetçilik. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 30, 84-87). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Pamukoğlu, O. (2007). İnsan ve Devlet. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Satı, M. (2018). Vatan Fikri ve Terbiyesi. İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Turan, O. (2019). Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kadri, Y. (Hicrî: 1338, Miladî: 1922). Edebiyat ve Millî Cereyan. Dergâh 29, 95. İstanbul: Evkaf Matbaası
Mehmet Oğuz Turan Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı. (2019). Atatürk’ün Not Defterleri XII. Ankara: Genelkurmay Basımevi.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. (2006). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III. Erişim adresi https://atam.gov.tr/wp-content/uploads/S%C3%96YLEV-ORJ%C4%B0NAL.pdf
Atatürk, M. K. (2017). Nutuk. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Aydemir, Ş. S. (2017). Tek Adam (Cilt I). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Çağrıcı, M. (2012). Vatan. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 42, 563-564). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Gökalp, Z. (Rumî: 1330, 20 Mart; Miladî: 1914, 2 Nisan). Türk Milleti ve Turan. Türk Yurdu, 6 (2), 37-42. İstanbul: Tanin Matbaası.
Gökalp, Z. (2014). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
Gökalp, Z. (2015). Türk Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2016a). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2016b). Çınaraltı Yazıları. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gökalp, Z. (2017). Yeni Hayat. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Hanioğlu, M. Ş. (2012). Türkçülük. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 41, 551-554). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Hobsbawm, E. (2019). Devrim Çağı 1789-1848. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Hoşgeldi, S. (2008). Atatürk İlkeleri: Milliyetçilik (Yüksek lisans tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi). Erişim adresi https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=-Z0vbSUgrhM9fXoGkRe6Q7PH7HneWfeck0E_cHtRQs7AaXB48KoyNbCoND9nhpO5
Kafesoğlu, İ. (2019). Türk Millî Kültürü. İstanbul: Ötüken Neşriyat
Lewis, B. (2018). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara: Arkadaş Yayınevi.
Meydan, S. (2016). Akl-ı Kemâl (2. Cilt). İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Ortaylı, İ. (2018). Gazi Mustafa Kemal Atatürk. İstanbul: Kronik Kitap.
Özcan, A. (2005). Milliyetçilik. TDV İslam Ansiklopedisi içinde (Cilt 30, 84-87). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Pamukoğlu, O. (2007). İnsan ve Devlet. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Satı, M. (2018). Vatan Fikri ve Terbiyesi. İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Turan, O. (2019). Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kadri, Y. (Hicrî: 1338, Miladî: 1922). Edebiyat ve Millî Cereyan. Dergâh 29, 95. İstanbul: Evkaf Matbaası
Kaleminize sağlık. Yazılarınızın devamını bekleriz.