Türkiye yine yoğun bir gündemle haftanın sonuna geldi. Türk milletinin esasında tek gündemi geçim sıkıntısı. Ancak bunun yanında önemli gelişmeler de yaşanıyor. Yoğun Türkiye gündeminde geçen hafta gözden kaçırmış olabileceğiniz köşe yazarlarını sizin için derledik.
Ne kadar mümkün bilinmez ama keyifli okumalar dileriz.
Ne kadar mümkün bilinmez ama keyifli okumalar dileriz.
Ömer Faruk Engin
TamgaTürk yazarı Ömer Faruk Engin “Büyük İstifa Akımı – İşçiler Ayaklanıyor Mu?” başlığıyla kaleme aldığı yazısında dünyada yaşanan büyük istifa akımını anlattı. Çin Virüsü salgını öncesinde ve salgın sırasında yaşanan durumu "Sonuçta, benim gibi beyaz yakalılar artık evden de pekâlâ çalışabileceğimizi biliyoruz; mavi-yakalı işçiler de toplum için aslında ne kadar kritik hizmetleri gördüklerini fark ettiler ve hepimiz artık daha fazlasını istiyoruz -eski düzene dönmek isteyen işverenler hariç." sözleriyle özetleyen Engin, anlattıklarının Türkiye şartları için geçerli olmadığını da ekledi.
Engin şu ifadeleri kullandı:
Ben ne sermaye düşmanıyım ne de devletçi bir sosyalist. Ancak bu tabloda bir şeylerin yanlış olduğunu söylemek için bunlardan birisi olmak da gerekmiyor zaten. Son elli yıl içinde insanlık görülmemiş -ve giderek artan- bir hızla ilerlerken, refahın topluma dağılışında da bir "normal dağılım" beklemek hiç olmazsa istatistiki açıdan mantıklı olan senaryo olmalıydı. Fakat bu toplumsal ilerlemenin çok kısıtlı bir kesime bol keseden ulaşırken, insanlığın genelinin bundan faydalanmamasının bir huzursuzluk yaratması da kaçınılmaz.
Tüm bunların üzerine, 80’ler öncesinin görkemli büyümesinden faydalanan ve artık çeşmenin başını çoktan tutmuş olan "boomer" neslinin de yeni neslin gerçeklerine, ihtiyaçlarına, imkanlarına olanca uzaklığı eklendiğinde, dünya genelinde karamsar bir tablo elde ediyoruz; kendisinden beklenen her şeyi (diploma-çalışma-iyi vatandaş olma) düzgünce yapmasına karşın, aldığı maaşla bırakın bir ev almayı, ev dahi kiralayamayıp ev arkadaşlığına muhtaç kalan milyonlarca genç. Ve bu gençlerin sorunlarından bihaber, yüksek kâr getiren evlerinin-dükkanlarının tapusunu elinde tutmaktan başka vasfı olmayan bir grup zengin.
Pandemi öncesinde de irili-ufaklı toplumsal hareketleri (örn. Occupy Wall Street) doğuran bu ayrışma, pandemi sonrasında yaşanan toplumsal sarsıntı ile başka bir boyuta geçti. Orta çağ Avrupası’nda kara veba sonrası yaşanan işgücü kıtlığı(3) gibi dramatik bir nüfus yok oluşu yaşanmadı belki; ama çok uzun bir süre evden çalışan, hatta evinde bilgisayarının başındayken haddinden de uzun bir süre her medya kanalından ölüm korkusu yaşatılan milyonlarca beyaz yakalı çalışan önceliklerini gözden geçirme fırsatı buldu. "Zaruri işler" olarak nitelendirilen işlerde (market çalışanları, nakliyeciler, sağlık çalışanları vb.) çalışan işçiler ise, pandeminin ilk yılı bol keseden pohpohlandıktan sonra, düşük maaşlı ve ne işverenlerinin ne de devletin pek de önemsemediği kişiler olduklarıyla tekrar yüzleştiler. Sonuçta, benim gibi beyaz yakalılar artık evden de pekâlâ çalışabileceğimizi biliyoruz; mavi-yakalı işçiler de toplum için aslında ne kadar kritik hizmetleri gördüklerini fark ettiler ve hepimiz artık daha fazlasını istiyoruz -eski düzene dönmek isteyen işverenler hariç.
Yazının esas çıkış noktası olan "Büyük İstifa" sürecinin hepsi artık işine dönmek istemeyen, büyük bir isyan içerisindeki kitlelerdir demek gerçeklikten çok kopuk bir yorum olurdu. İstifa eden çalışanların çok büyük bir kısmı, daha iyi maaşlarla yeni bir yerde çok geçmeden çalışmaya dönüyorlar. Ancak yine de maaşların yükselmemesi için elinden geleni yapan şirketler, kalıcı olarak çalışanlarına bu kozu vermemek için nakliye gibi birçok iş kolunda geçici olacağını umdukları işgücü açığını dahi sinelerine çekebiliyorlar. Ancak öte yandan çalışma kavramını, uzun mesai saatlerini, kötü muameleyi ve benzeri şeyleri sorgulayan ve değiştirmek isteyen bir grup da yok değil. Son günlerde çokça ismi geçen Reddit forumu "Antiwork"ün üye sayısı sadece altı ayda yaklaşık yüz bin’den 1.7 milyona ulaştı, ve yaygın medyada her geçen gün kendisine daha çok yer buluyor. Bu forumda yapılan paylaşımların ezici bir çoğunluğu ise, çalışanların işyerlerinde gördükleri kötü muameleler üzerine istifa etme hikayeleri. Kaldı ki Amazon gibi devasa şirketlerin dahi çalışanlarını göz göre göre ölüme gönderebildiği(4) yahut Uygur Türkleri’nin zorla çalıştırıldığı fabrikaları tedarikçi olarak kullanabildiği(5) düşünüldüğünde, bu forumda anlatılan senaryoların -teker teker olmasa da toplamda yansıttığı resim göz önüne alındığında- gerçekliğinden pek de şüphe duymuyor insan.
Barış Terkoğlu
Cumhuriyet yazarı Barış Terkoğlu bu hafta “Biri bizi trend topik yapıyor” başlığıyla kaleme aldığı yazısında cezaevindeki Adnan Oktar’ın grubunun sosyal medyada terör olarak tanımlanabilecek faaliyetlerini anlattı. “Bize 'Oktar yapılanmasını konuşmayın, yazmayın' diyorlardı. İktidara ise 'Bakın biz de sizdeniz, sevmediğiniz gazetecilerle uğraşıyoruz' diyerek selam çakıyorlardı.” diyerek grubun amacına değinen Terkoğlu, Oktarcıların daha önceki faaliyetlerini faks yoluyla nasıl yaptığını da anlattı.
Terkoğlu şu ifadeleri kullandı:
Sosyal medya bir özgürlük alanı. İnsanlar haber alıyor, tepkilerini gösteriyor, kamuoyu oluşturuyor. Ancak bu özgürlük alanı, FETÖ ya da Oktarcılar tarafından ya da iktidar yanlısı trol ordularınca kötüye kullanılabiliyor. Örnek olsun, Sedef Kabaş gibi hapsedilen gazeteciler için de “tutuklayın” kampanyası, sosyal medya çeteleri tarafından büyütüldü.
Bu yapıların itibar suikastı yaptığı mesajlar şikâyet edildiğinde ne mi oluyor? Hem iktidar yanlısı troller hem Oktarcı ya da FETÖ’cüler, sahte hesaplarla iş tuttuğu için, mağdurlar ile Twitter, Facebook, Instagram karşı karşıya geliyor. Bu şirketin avukatları, aslında ifade özgürlüğünü ortadan kaldıran bu saldırıları, “ifade özgürlüğü” diyerek savunuyor. Mağdurlarsa, bu saldırılarla asıl kendi ifade özgürlüklerinin ortadan kaldırıldığını anlatmaya çalışıyor. İlk çözüm, milyarlarca dolara hükmeden sosyal medya şirketlerinin, organize saldırı içeren çete oluşumlarını, belirli yazılımlarla engellemesi gibi görünüyor. Söz konusu iktidardaki birine hakaret şüphesi olduğunda, tespit yarışına giren devlet kurumları ve yargı organları, sıra vatandaşa yönelik çete saldırılarına geldiğinde görmez, duymaz, konuşmaza dönüşüyor. Haliyle, hepimiz biliyoruz ki, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın bahsettiği yasa, güçsüz ama mağdur olanlara bir fayda getirmeyecek.
Çokluk bir sayı değil, bir durum. Organize bir kalabalık, suçun da ahlakın da kurallarını yeniden tanımlayabilir. Yerde yatanı tekmeleyerek öldürebilir. Peki, özgürlüğü savunanlar ne zaman çokluk olacak?
Fatih Altaylı
Habertürk yazarı Fatih Altayılı bu hafta “Takipçi olsan kaç yazar, katil üç seneye serbest” başlığıyla kaleme aldığı yazısında katledilen 16 yaşındaki Sıla Şentürk’ün katiline verilecek cezayı ve Türkiye’deki kadına karşı şiddette etkin çalışmayan adalet sistemini anlattı.
Altaylı şu ifadeleri kullandı:
Yani bu çocuğun katili de devlet çok iyi takip etse, müebbete, mahkemeye takım elbise ile gelse 25 yıla, çocuk onu erkekliği ile alay edip, terk ettiği için ağır tahrikten 15 yıla, ellerini önünde birleştirip boynunu bükerek ifade verdiği için iyi halden 10 yıla mahkum olur.
16 yaşında öldürülen genç kızın 20. yaş günü gelmeden serbest kalmış ve öldüreceği yeni çocukların peşine düşmüş olur.
Biz ise meseleyi çoktan unutmuş oluruz.
Sonra katili Didem veya Müge’nin programında görür “Yahu biz bu herifi bir yerden hatırlıyoruz” der hafızası iyi olanlarımız.
Ha bu arada öldürülen çocuğun adı Sıla.
Ama fark etmez.
Yarın da Ayşe olur, Fatma, olur, Merve olur.
Bu topraklarda kız çocuklarının ismi önemli değil ki!
Fikret Bila
Halk TV yazarı Fikret Bila bu hafta “İktidarın çaresizliği” başlığıyla kaleme aldığı yazısında AKP iktidarının yastık altındaki altınlara göz dikmesini anlattı. AKP’nin politikalarının artık çaresizlikten kaynaklandığını belirten Bila, iktidarın ekonomi politikalarındaki sorumluluğu hep ikincil meselelere atmasını eleştirdi.
Bila şu ifadeleri kullandı:
İktidar bir yandan televizyon reklamlarıyla vatandaşı liraya yöneltmeye çalışıyor bir yandan “evdeki altınlarınızı getirin” diyor. Mahallerde kurulacak “Altın Toplama Merkez”lerine (ATM) veya belirleyeceğimiz kuyumculara veya bankalara getirin” çağrısı yapıyor. Karşılığında ne vereceği de henüz belli değil. Faiz mi, altın mı, dolar mı? Vatandaş altınını verince ne kazanacak bilmiyor.
Bir iktidar halka “evdeki altınınızı bize verin” diyorsa bunun anlamı şudur:
“Hazinede para kalmadı. Merkez Bankası ekside. Diğer ülkelerden borç alamıyoruz. Yabancı kaynaklar bize güvenip kredi açmıyorlar. Biz de iç finansman kaynaklarına yönelmek zorundayız. Dolayısıyla evdeki altınları getirin bize teslim edin, ileride bir şekilde helalleşiriz!”
Peki vatandaş evinde tuttuğu “yastık altı” diye tanımlanan altınını, bileziğini, ziynet eşyalarını neye güvenerek gidip teslim edecek. Koskoca hazine vatandaşın evdeki altınına muhtaç hale gelmişse, nasıl güven duyacak?
İktidarın aldığı son ekonomik kararlar çaresizliğin ifadeleridir.
Murat Ağırel
Yeniçağ yazarı Murat Ağırel bu hafta “Narkoform” başlığıyla kaleme aldığı yazısında Türkiye’deki uyuşturucu kullanımına ilişkin Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın verilerini paylaştı. Uyuşturucu ticaretine ilişkin korkunç iddiaların odağındaki Türkiye’de madde kullanımının geldiği boyut gözler önüne serildi.
Ağırel şu ifadeleri kullandı:
Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı'nın "Narkolog" adında bir projesi var.
Bu proje kapsamında uyuşturucu suçlarından dolayı işlem yapılan kişilere "Narkoform" adıyla bir anket uygulandı ve sonuçları açıklandı.
Sonuçlarda çok ilginç ayrıntılar var.
Hiç de öyle bahsedildiği gibi uyuşturucu kullanımında pembe bir tablo yok.
Rapor uzun, fakat ben anlaşılır olması için kısa kısa vereceğim...
En dikkatimi çeken nokta rapordaki bulguların, "Hayatının herhangi döneminde madde kullandığını beyan eden" 27 bin 779 kişinin verisini ortaya koyması oldu.
Yani gayet ciddiye alınabilecek bir çalışma olmuş.
Rapor üç uyuşturucu madde -Metamfetamin, Eroin ve Bonzai- üzerinde yapılan anket sonucunu barındırıyor.
Genel profil analizinde uyuşturucu suçları, erkek egemen bir suç türü olarak nitelendiriliyor. Polis tarafından gözaltına alınan şüpheliler bakımından kadınların bu suçtan daha uzak olduğu söylenebilir. Örneklemin cinsiyetine baktığımızda, yüzde 95,1'i erkek, yüzde 4,9'u ise kadınlardan oluşuyor.
Evde uyuşturucu içenler, çocuğu olanlar, lisede artan kullanımlar, yaş ortalamasının 15'e kadar düşmesi vs. rapor korkunç.