Asırlar önce kuzey ormanlarından önce Altay dağlarına, sonra “bozkır”a yayılan Türklerin tuhaf bir dili vardı. Yüksek bağlamlı bir kültüre sahip oldukları aşikar bu çekik gözlülerin kültüründe, demek, bir vakaya şahit olmak ile onu duymuş yahut tahmin etmiş olmak arasında fark vardı ki, iki çeşit geçmiş zaman kullanıyorlardı. Bugün anadili Türkçe olanların zihninde, beyninde olaylar bu iki kategoriye göre tasniflenir. Bir meseleyi inkar etmek için mesela, “onu ben mi demişim?” deriz – “onu ben mi dedim?” demekten daha güçlü bir inkar argümanıdır, iddianın rivayet silsilesini şüpheli kılar. (Bu yüzden dikkat edin, İslamcı molla taifesi –mış ekini kullanmaktan kaçınır, -di ekini kullanarak rivayet anlatırlar. Yine, kişisel gözlemimdir, Çerkes, Hemşin ve Rum kökenli olup birkaç nesildir Türkçe konuşsalar da tecrit içinde yaşayan toplulukların mensuplarının –mış ekini çok az kullandıklarını fark ettim.) Bunu yapabilmek için yalnızca gramer kuralını öğrenmeniz yeterli değildir, zihninizde bu kategorilerin oluşması gereklidir. Yani, dil düşünce tarzını etkiler.
Şu sıralar bir tartışma gündemde – Türkçe Edebiyat mı, Türk Edebiyatı mı? Türkçe edebiyat denmesi gerektiğini savunanlar bir dizi argüman sıraladılar, sonuncusu Irvin Cemil Schick oldu. Şunun altını çizmek lazım, Türkçe Edebiyat denmesi gerektiğini savunanlar her ne kadar “ırkçılık-milliyetçilik-dışlayıcılık”tan kaçındıklarını söyleyip dik alasını yapsalar da, karşı argümanlar zayıf. Vatandaşlık bağı vs. üzerinden birkaç argüman gördüm, ancak yeterli değil. Bu meseleyi bütün yönleriyle ele almak gerekiyor. (Bu arada Schick’in Türkiye Türkçesinden bahsetmesi hoşuma gitti, o yüzden kendisini muhatap alarak yazıyorum. Malum olduğu üzere biz Turancılar başka yurtların Türkleri söz konusuyken kendimize Türkiyeli, dilimize de Türkiye Türkçesi deriz.)
Farklı etnik yahut milli kökenlerin hakim yahut popüler milletin dilini kullandığı durumları incelemekle başlayalım. Birinci vaka, göçler ve fetihler çağında fatih milletin dilinin yaygınlaşmasıdır. Lehçeler (ve Latince başta olmak üzere bazı dillere dair malumat kırıntıları) dışında teferruatıyla bildiğim tek yabancı dil olan İngilizcenin tarihinden örnek verecek olursak, Keltik bir dilin ve lehçelerinin hakim olduğu Britanya’da, fatihlerin izini dil üzerinden sürmek mümkün olmanın yanında ilginç ve eğlencelidir. Evvela, Keltçenin modern İngilizcede bir substratum dil olarak tesir sahibi olduğuna dair iddialar (ve deliller) var. Yani, İngilizcenin arkaik halinin baskın Cermenik doğasını değiştiren, başkalaştıran Keltçedir. Fatihlerin dilini yarım yamalak öğrenen fethedilmiş halkın kalabalığının bir süre sonra bu yarım yamalaklığı standartlaştırması gibi düşünün. (Kuzey Afrika Arapçası böyledir.) Keltleri fetheden Cermenik Anglo-Saksonları takiben Viking (Norse diyelim biz buna) istilası da, özellikle yer isimlerinde ve Kuzey İngiliz ağızlarında izler bırakır. İngiltere haritasına bakan biri, Vikinglerin hakimiyet kurduğu yerlerle Anglo-Sakson bağımsızlığını muhafaza eden yerleri, hatta çok uzun süre Keltik kimliğini muhafaza eden yerleri yer isimlerine bakarak ayırabilir. (-by ile biten bölgeler, mesela, Nordik egemenliğin hatırasıdır.) Sonraları gelen Normanlar, bir tür Fransızca konuştukları için, dilde yine izler bırakırlar: Normanlar egemen sınıf olduklarından dananın adı İngilizcedir, dana etinin adı Normanca. Zira danayı İngiliz güder, etini Norman yer.
İkinci vaka, bugünlerde bazı Türk yazarların da yaptığı gibi, popüler yahut geçer akçe olan dilin öykünme ya da zaruret nedeniyle kullanılması. Yani Ortaçağ Avrupa’sında bir edip bir şeyler yazacaksa bunu Latince yazacaktır; 11. Yüzyılda yaşamış bir Oğuz ise ya Hakaniye lehçesinde, yani modern Uygurcanın atasında, ya da Arapça yazacaktır. (Şiir yazıyorsa, Farsçayı da eklemek lazım.)
Üçüncü vaka, modern kolonicilik dönemi. Bu yarışta “geri kalmış” toplulukları kolonileri altında tahakküm altına alan milletler, zorla ya da doğal olarak, dillerini buralarda konuşulur kıldılar. Bu farklı neticeler verdi: Latin Amerika’da, mesela, dil İspanyolcadan farklılaştı (ancak gördüğüm kadarıyla en meşhur Latin Amerikalı edipler modern İspanyolca ile sorunsuz anlaşılacak eserler kaleme alıyorlar) ve ayrı kimlikler doğdu. Ruslar tarafından kolonize edilen Asya’da, mesela, Aytmatov bu yüzden eserlerini Rusça kaleme aldı. Ancak bu topluluklarda dil “resmi dil”den çoğu zaman ayrılır – Arslanbek Sultanbekov’un 2000’li yıllarda yazdığı “Moy Karavan” isimli Rusça şarkıda, mesela, standart Rusça tonlamalar yerine, hece ölçüsüne uygun hissi veren Nogay usulü bir tonlama vardır.
Şimdi bu vakaları tek tek sınayalım. Birinci vaka, İngilizcede çok belirgin olsa da bütün dillerde vardır. Norman kökenli sözcüklerle yazılmış bir dizeyi gördüğümüzde, mesela, bu kelimelerin menşei Normanca diye Norman edebiyatı diyemeyiz. (Bu yüzden Osmanlıca da Türkçedir. Osmanlı Türkçesidir, saray Türkçesidir, bir dönemin yazışma Türkçesidir.) Yahut “İngiliz diye bir şey yoktur” demek de yanlış olur – bütün diller en iptidai dönemlerinden itibaren böyle etkileşimlere girerler. Demek İngiltere’de yaşayan ve dilinin tarihi sürecinin ürünlerini ayırt etmeden kullanan bir İngiliz bu dille bir şeyler yazdığında bu “İngiliz Edebiyatı”dır, bu konuda herkes hemfikir olacaktır sanırım.
Çok az dilin yazı dili kaidelerinin oturmuş olduğu çağlarda, zaruret insanları farklı dillerde yazmaya sevk etmiştir. Yukarıdaki örneklerden hareketle, mesela, Oğuz lehçesinin yazı dili oluşmamıştır, neyi nasıl yazacağınız belli değildir; dönemin yazı Türkçesi Çağatay lehçesi olduğundan, bu dille yazılıp çizilir. (Ruslar Türkistan’ı parçalayana dek bu böyleydi.) Yine, sözgelimi Macarca yazı dili çok sonraları oluştuğundan, Macar Kralları Latince fermanlar çıkarırlardı. Bu döneme ne diyeceğiz? Gence’den Farsça yükselen bir çığlık, mesela: “Peder mer peder mera Tork bud / Der niru her yek yeki gorg bud” Benim atalarımın hepsi Türk idi, her biri birer kurt idi… Bunu söyleyen Nizami Fars edebiyatı mı yapıyordur, Farsça edebiyat mı yapıyordur, yoksa etnisitesinden ötürü bunu Türk edebiyatına mı dahil etmeliyiz? Öyle ya, işin şu boyutu da var: Newton eserini Latince kaleme almıştı. Bilime yaptığı katkı, İngilizlerin katkısı mıdır, yoksa Latinlerin mi?
Üçüncü vaka? Arslanbek örneği, özellikle ayrışır, zira bölgedeki Kozak edebiyatına benzemez. Kozak Rusçası, birinci vakada olduğu gibi doğal seyir içinde Kafkasya’dan, yani Türkçe, Çerkesçe, Çeçence ve diğer dillerden kelimeler, yapılar alarak gelişmiştir. Fakat Arslanbek bir koloni şairidir, Schick’in örnek verdiği Frantz Fanon gibi.
Konuyu biraz dağıtalım. Francisco Tarrega’nın Capricho Arabe’si sözsüz bir beste. “İspanyol mu, İspanyolca mı” sorusunu sormak imkansız – fakat eser açıkça Arap-Endülüs ezgilerini kullanıyor; adından da anlaşılacağı üzere. Farklı bir kültürden etkilendi, motif ödünçledi diye İspanyol kültüründen çıkacak mı? İspanyol icralı Arap ezgisi mi diyeceğiz? Arapların edilgen bir şekilde bir dehaya ilham olmak dışında bu işte hiç katkıları yokken?
Büyük Sinan, Koca Sinan etnik açıdan bir Ermeni’ydi. “Ermeni kimliği”ni devşirildikten sonra ne kadar taşımıştır, dışa vurmuştur bilinmez (zira devşirmenin bir diğer adı “Türk’e vermek”ti), ancak Sinan’ın eserleri Ermeni eserleri midir? Yahut kubbe tarzı İran coğrafyasından çıktığı için İrani mi diyeceğiz? Biz kubbeyi doğrudan İranlılardan değil, Bizans’tan aldığımız için Roma eseri mi?
Şimdi hükümlerimizi verelim. Birinci vakada bir tartışma yok gibi, geçiyoruz. İkinci vakada, “edebiyat” söz konusu ise, telif ücretini kullanılan dilin hanesine yatırmamız gerekir: Edebiyat doğrudan dil meşgalesidir, dil meselesidir. Dolayısıyla Farsça yazan bir Türk, Farsça edebiyat yapmıştır. Latince yazan bir Alman; Latince. Pekala Fars edebiyatı mı, Latin edebiyatı mı? Yoksa Farsça edebiyat mı, Latince edebiyat mı? Fars Edebiyatı ve Latin Edebiyatı, zira o Türk, dili kendince başkalaştırmamış, dilin sahibi olan Farsların kaidelerine uyarak, onların izinden giderek, onların çerçevesinde “dili güzel kullanarak” edebiyat yapmıştır sadece. Latin gibi ölmüş diller söz konusu olunca iş biraz çetrefilleşiyor: Romans Dillerini doğuran, Roma sonrasında hala bu dilde edebiyat yapılması ve yerel ağız özelliklerinin git gide yazı dilinde kendilerine yer bulmasıydı. O yüzden, yapılan “Ortaçağ Latin Edebiyatı”dır, ancak Roma edebiyatı değil: Roma çoktan yıkılıp gitmiş, ancak Latince konuşan kitleler kalmış, başka dillere evrilme arefesinde Roma’nın klasik Latincesinden farklılaşmış bir dil kullanılmıştı. Bu dillerde üretilen bilimsel eserler söz konusu ise, iş değişir: Yapanın etnisitesi ve tabiiyeti daha önemlidir. Mesele dil meselesi değildir zira; hangi toplum o yüksek düşünürü bağrından çıkarmışsa, eğitmişse, ona imkan sağlamışsa, eserini hangi dilde yazmış olursa olsun, telif hakkı o topluma aittir. (Bu bakışla sanatın ötesinde, insanlığa katkısıyla Sinan da, Türklerin hanesindedir.)
Üçüncü vakada, dili değiştirme, dönüştürme var – dilin asıl sahiplerinden alınan mayayla başka tür bir ekmek yapılıyor. Burada “Frankofon Edebiyat”, “Anglofon Edebiyat” demek mümkün. Bunda bile, kıstas dilin içeriği, farklılığı ve dönüşümüdür: Adam istediği kadar koloniyalizm düşmanı olsun, eğer kusursuz bir Fransızcayla yazıyorsa, hatta Fanon gibi kusursuz Fransızca konuşmak isteyen zencileri eleştirse bile, yaptığı Fransız edebiyatıdır.
Şu halde asıl argümana gelelim. “Türkiye’de Türkçe edebiyat yapan herkes Türk değil, bu yüzden Türkçe Edebiyat denmeli.” Evvela, Farsça yazan Türk şaire baktığımız gibi bakmalıyız: Dili, etnik kökeninin getirdiği usullerle farklılaştırıyor, bildiğimiz Türkçenin mayasından bambaşka bir ekmek yapıyor ve bu da lezzetli oluyor mu? Yoksa “Türklerin Ülkesinde”, “Türklerin Dili”ni kullanarak, “Türklere” mi hitap ediyor? Eğer bu ikincisiyse, bu zatın yaptığı basitçe “Türk Edebiyatı”dır; edebiyatının içeriği Türklere sövmek dahi olsa. Her şeyiyle Türklere ait, Türklerin terekesinde olan bir edebiyatı, sırf uygulayıcılarının menşei farklı diye, neden “Türkçe” olarak adlandırmak zorundayız? (Bu terekedeki yabancı menşeli unsurların “yerli ve millileşmesi” bahsini birinci babda kapatmıştık) Etnik menşeleri bu hususta hiçbir etki taşımıyor, hiçbir anlam ifade etmiyorken hem de?
Zannediyorum asıl amaç, “Kürt bölgesi” olarak adlandırdıkları bölgeyi “Türkler tarafından kolonize edilmiş bir bölge” olarak sunmaktır. Sorun şu ki, Kürtler yaşadıkları yerlere “Türklerle beraber hatta Türkler sayesinde” geldiler – Türkler “otokton yerli Kürtler”i medeniyet getirme iddiasıyla kolonize edip sömürmüş değiller. Hatta, Kürt göçerleriyle Türkmen göçerleri çoğu zaman birlikte “taifeler” oluşturdular, hem birbirlerinin gözünde, hem Osmanlı’nın gözünde. Hal böyleyken, kendine benzeyen münhasır “Türk-Kürt” hikayesini, İngiltere-Hindistan hikayesi olarak okumak saçmalıktır.
Etnik kökenin edebi açıdan hiçbir anlam ifade etmediği, dolayısıyla etkisiz eleman olduğu bir hususta, sırf başka etnisitelerden (olduğu iddia edilen) insanlar Türkçe yazıp çizdiler ve edebiyat yaptılar diye, “Türk Edebiyatı” ifadesinin rafa kaldırılmasını savunmak, edebi yahut bilimsel bir tartışma değil, politik bir tartışmadır. Ha, bundan rahatsız olan zatların “benim yaptığım edebiyat Türkçe edebiyattır, Türk edebiyatı değildir” demesine itirazım yok; zira her edibin kendi tarzını, konumunu tespit ve ilan etme hakkı vardır. Ancak kendisinden öte, kamusal bir boyutta böyle bir taleple gelmek için, politik olmayan, bilimsel ve mantık çerçevesinde argümanlarla gelmesi gerekir – ırkçılıktan kaçınacağım diyerek sürekli etnik tansiyon yaratmaya çalışan anlayış da ayrıca şayan-ı dikkattir.
M. Bahadırhan Dinçaslan