İnsanoğlunun evrimin devasa ve inişli çıkışlı macerasında doldurduğu niş, zekadır. Zekasıyla hayatta kalır, zekasıyla çevresini dönüştürür, zekasıyla bilgi biriktirip aktarmayı becerir. Öyle ki, geçirdiği diğer bütün seçilimler zekası insan gibi olmayan bir canlıyı kısa sürede eleyip safdışı bırakacak gibidir: Kürkü yoktur, incecik bir derisi vardır, iki ayak üzerinde basit bir darbeye karşı çok daha dengesizdir, pençeleri zayıf, kas kütlesi yetersizdir, çevik değildir, kuyruğu yoktur, uzun süre koşabilir ama hızlı koşamaz. Bütün bu özelliklerden zekayı çıkarın, elinizde bir hayvanat bahçesindeki yırtıcılara av simülasyonu yaşatıp eğlendirirken onlara zarar verme ihtimali olmadığı için gönül rahatlığıyla kafeslerine bırakabileceğiniz bir tür evcil tavuk kalır.
Bu zeka sosyal bir zekadır aynı zamanda – tek bir insan ne kadar zeki olursa olsun, diğer insanların birikimi, emeği ve katkısı yoksa, içine bırakıldığı kafesin korkunçluğunu idrak edip belki buna dair oldukça çarpıcı analizler yapma yeteneğine sahip, savunmasız ve tombul bir tavuk olmaya devam eder. Ancak o tombul ve savunmasız tavuk başka hiçbir türün başaramadığını başarmış ve çevreye uyum sağlamayıp çevresini kendisine uyduran, doğal rakibi/avcısı kalmamış ve üzerinde yaşadığı gezegenin yıldızının enerjisini fotosentez yapmadığı halde hasat edebilen müthiş bir varlığa dönüşmüştür. Bunu sosyalliğimizle başardık; iş bölümü yapabildik, farazi senaryolar üzerinde tartıştık, istihbarat toplayıp birleştirdik, grubumuzdan birisi yırtıcı saldırısına uğrayınca inine kadar takip edip yavrularına kadar öldürdük, bazı “aptal” böcekler dışında bütün canlıların korktuğu ateşi ehlîleştirip kürksüz sırtımız üşüdükçe ısıttık, Afrika’nın sıcağında evrimleştiğimiz halde dağ başlarından kutup bölgelerine kadar her yeri bürüdük ve keyfimize göre barınaklar inşa ettik. Bütün bunlar sosyalliğimiz sayesinde gerçekleşti; bu sosyallik bize kimlikler kazandırdı ve kimlikler büyüdükçe, büyük operasyonlar mümkün oldu: Piramitler, Birinci Dünya Savaşı, Sosyal Güvenlik Kurumu ya da Futbol Dünya Kupası.
Modern öncesi dönemde, iletişim araçlarının güçlü olmadığı dönemde büyük kimliklerin ortaya çıkışı serüveni efsanevidir. Mitler, masallar, halk ozanlarının anlatıları, destanlar birbirini asla görmemiş insanların ortak malı olur ve onları dev bir akıl, bir tür kovan bilinci varmışçasına sevk ve idare eder. Modern dönem sonrası da başka bir tatta, ancak aynı etkileyiciliktedir: Roma’nın sikke baskıları ve heykellerle birkaç asırda güç bela oluşturabildiği emperyal kültler, bir devletin idaresini ele geçiren sıradan bir insan tarafından birkaç senede oluşturulabilir: Radyolar ondan bahseder, gazeteler onu yazar ve “O”, bir anda her hane halkının mücerret bir mensubu gibi tanıdık hale gelir – ve tabii etkiler.
İnsan, söylediğimiz gibi, büyük işleri büyük kimlikler sayesinde başarmıştır ve bu büyük kimliklerin ölçeğinde en etkili, en tutarlı ve sürdürülebilir olanı millettir. Millet varsa devlet olur, büyük operasyonlar mümkün olur, dış gelişmelerin kurulu düzeni etkileme oranı azalır. Bir şehirde deprem olunca millet, deprem olan ile yardım gönderir, milletin kurumları yara sarar; o insan topluluğunu kaderine terk etmez. Sürüsüne kıran giren aileye herkesten birer koyun alarak yeni sürüyü anında teşkil edip veren göçebe Oğuzlar bundan farklı mıdır? Su olmayan bölgelere kanallar açıp su götüren ve aynı kanal üzerinde birçok yerleşimin tarım suyu kullanmasını sağlayan Mezopotamya medeniyetleri bunu aynı mekanizmayla sağlamamış mıdır?
Milletin Çöküşü
Millet olma hali bazen yok olur. Literatür bunun sebeplerini “cemiyet çöküşü” (societal collapse) tabiri altında irdeliyor ve birçok sebep sıralıyor. Bir millet, bazen tek bir şehre yahut tek bir tarım ürününe, tek bir ticaret yoluna, tek bir ırmağa yatırım yapar, kendisini ona bağlar. Şehirde deprem olunca, ürüne parazit bulaşınca, ırmak kuruyunca (..) bütün yapı çöker. Bu esasen bir sistem çöküşü, yalnızca karbüratör üreten bir firmanın araçlarda karbüratör kullanımı bitince iflas etmesi gibidir. İnsanlar ölünce, göç etmek zorunda kalınca yahut yerleşimleri arasındaki iletişim bitince, büyük kimlikleri sürdüremezler. Millet olma halini sağlayan altyapı hala varsa da, iletişim bir defa kopunca bu altyapı üzerine inşa edilen her şey çöker. Bir zamanların mağrur fatihlerini, cesur kaşiflerini, vakur mucitlerini neredeyse neolitik döneme geri dönmüş ve birbirinden habersiz/birbirine peşin ve şüpheci bir düşmanlıkla yaşayan küçük yerleşimler halinde görürüz.
Yanardağ patlaması, salgın hastalık, iklim değişikliği, parazitler… Hatta en büyük millet-yıkıcı fenomen olarak yabancı göçleri. (Tarihin en büyük toplu çöküşlerinden birini, Türkiye’ye gelen kaçak göçmenlere benzer bir furya Bronz Çağı’nda tetiklemişti.) Bunların hepsi birer dış etmendir; iç dinamikleri bozarlar ve çöküşe neden olurlar. Çöküş, bu bakımdan her zaman bir iç olaydır: Hastalığa çözüm bulabilen, iklim değişince tarım ürünlerini değiştirebilen, hatta göç edebilen, sınırlarından içeri dolan kaçak göçmenleri engelleyebilen toplumlar iç dinamiklerini ayakta ve işler tutabildikleri için çökmezler.
Kültürlerin/medeniyetlerin doğuş, gelişme ve çöküş evrelerini detaylı işleyen en meşhur eser herhalde Arnold Toynbee’nin 12 ciltlik A Study of History’si denebilir. Toynbee özetle “yeni sorunlar karşısında yaratıcı çözümler bulabilen yaratıcı azınlık, içinde bulundukları kültürün gelişmesini sağlar. Kültür gelişince bu azınlığın mensupları yönetici olurlar, yaratıcılıklarını kaybedip yöneticiliklerini korumaya odaklanırlar. Toplum uyum sağlama ve çözüm bulma yeteneğini yitirir, nihayet çöküş ortak kimliğin yok olmasıyla, güvensiz bir ortamda gerçekleşir.” diyor. (Bu yaratıcı azınlığın baskın azınlığa dönüşmesi için ayrıca bkz: Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru, Brian Hayden söyleşisi) Çöküşün başladığını hisseden toplumlarda Toynbee iki önemli olguyu gözlemliyor: Geçmiş hasreti yahut geçmişi idealleştirme ve yeni dini/ruhani söylemlerin ortaya çıkması. Bu ikincisi, baskın azınlık tarafından aidiyet hisleri baltalanan ve kimliksiz bırakılan geniş kitlelerin, kendilerine yeniden kültür tesis edebilmelerini sağlayacak yeni bir kimlik kurma arayışından doğar. Buradaki dinilik, spiritüellik olarak ele alınmalı, doğrudan teolojik bir mesele değil, dinin inandırıcı, sürükleyici ve birleştiricilik işlevleriyle alakalıdır. (Ayrıca bkz: Batı’ya Ağıt, Spengler ve İkinci Dinîlik bölümü)
Bir toplumda iş bölümünün olması, eşitsizliğin, zenginlerin ve fakirlerin, yetkililer ve yetkisizlerin olması kategorik olarak kötü değil, hatta iyidir. Toplum bir sorunla, sınayan bir engelle karşılaştığında onu aşabilecek uygulamaları tesis edenlere yetki, güç ve zenginlik verir. Diğerleri de yetenek ve katkıları oranında bir hiyerarşi oluştururlar. Ancak bazı senaryolar bu tabii hiyerarşiyi oldukça çirkin bir müesseseye dönüştürebilir: Bir defa -haklı olarak bile olsa- bu ayrıcalıkları elde edenler, toplum üzerindeki somut ve kökleşmiş güçlerini, ayrıcalıklarını devam ettirmek için kullanırlar. Artık toplum adına sorun çözmüyor, bizzat sorun yaratıyorlar demektir. Böyle anlarda, Hayden’den öğrendiğimize göre arkeolojik kayıtlarda çok kereler tekrar edilen bir sahne var: Bir icat yahut keşif yaptığı için zenginleşen ve önem kazanan birinin git gide büyüyen, müştemilatlarla geliştirilen ve hediyelik/ritüalistik eşyalarla dolu evi. İlerleyen yıllarda kayıtlarda git gide daha fazla görülen hediyelikler ve sırf hediyelikleri istiflemek maksadıyla kurulan yeni odalar. Çoğu zaman paralel bir şekilde diğer evlerde küçülme ve ritüalistik/lüks eşya kalıntılarında düşüş. Yine çoğu zaman, canına tak eden diğer insanların artık fayda getirmediğine dair kanaati itiraf edip örgütlenerek o büyüyen evi basması, yangın kalıntıları, baltayla yarılmış kafataslarıyla kemikler ve nihayet yalnız o evin değil, bütün yerleşimin ortadan kalkması.
Bir diğer senaryo, tabii, sorunun yahut engelin gerçekte var olmayışı. Shyamalan’ın Köy filminde işlenen sahtekarlık: Bir toplumun güçlüleri, ayrıcalıklıları o toplumu durmaksızın kandırıyorlarsa? Adak, hediye, hizmetkar, fedakarlık talep ederken aslında iddia ettikleri gibi bizi kötü tanrıların gazabından korumuyorlarsa? Toplumların sağlıklı işleyebilmeleri için bunu tetkik edebilen mekanizmalar yaratmaları lazım ki, modern çağda buna bilimsel düşünce, sekülarizm ve demokrasi diyoruz. Adak adadığı put dileğini yerine getirmeyince kılıçla saldıran Hakasların şamanizmi, bu bakımdan daha tutarlı ve toplumun ilerlemesini sağlamaya elverişlidir.
Millet Olmayı Becerememek
Tarihte dış etkilerin belirleyiciliği zayıfken yahut potansiyel olarak birliği yerinde, mekanizmaları sağlıklı işleyen toplum tarafından giderilebilecek haldeyken, millet olmayı beceremediği için çöken toplumlar oldu. Bunların en günceli ve trajik dersler içereni, Sovyet Rusya’nın çöküşüdür. (Sovyetler Birliği, sosyalist vasıtayla emperyalist imparatorluğunu pekiştiren Rusya’nın perdelemesinden ibarettir. Bu yüzden Sovyetler Birliği değil, Sovyet Rusya.) Sovyet Rusya, nükleer ve konvansiyonel silahlarıyla bir işgali engelleyebilecek güçteydi. En azından “karşılıklı yok oluş” senaryosunun caydırıcılığı nedeniyle işgal tehdidini bir soğuk savaş düzeyinde tutmuştu, ısıtmak hiçbir kampın işine gelmiyordu. Dünyaya kapalı olduğu için, çok geniş ve doğal kaynaklarla dolu topraklarında düzgün bir sistem işletebilse, büyük oranda otarşi sağlayabilir, kendi kendine yetebilirdi. Ancak (yaygın şehir efsanelerinin aksine) evsizliğin, açlığın, temsilsizliğin, dolayısıyla tatminsizliğin kol gezdiği bir ucube olarak 70 sene güç bela ayakta kaldı ve çöktü.
Bu çöküşe tanıklık eden Dmitry Orlov, Rus çöküşünden hareketle “çöküşün beş safhası”nı yazmış. Oldukça ilgi çekicidir:
1. Finansal çöküş: “İş yapmaya” inanç yitirilir. Geleceğin asla geçmişte olduğu gibi riskin değerlendirilip finansal varlıkların garanti edildiği bir manzara arz etmeyeceği düşünülür. Finansal kurumlar iflas eder, tasarruflar silip süpürülür, sermayeye erişim imkansız hale gelir. (Meraklısı için Sovyet Rusya’nın dağılışı esnasındaki özelleştirme hamleleri, “kamu”nun malı olan işletme ve sermaye araçlarına kimlerin nasıl “çöktüğü” ve sıradan insanların kuponlar vasıtasıyla nasıl dolandırıldığı ilginç bir okumadır.)
2. Ticari çöküş: “Piyasa temin edecektir” inancı yok olur. Para değersizleşir ve/veya kıtlaşır, mallar istiflenir, ithalat ve perakende zincirleri bozulur, hayati ihtiyaçlara dair yaygın kıtlıklar norm haline gelir.
3. Siyasi çöküş: “Hükumet bize bakar” inancı yitirilir. Hayati ihtiyaçlara erişimde yaşanan sorunları gidermek için atılan resmi adımlar fark yaratmakta başarısız oldukça, siyasi düzen meşruiyetini ve anlamını yitirir.
4. Toplumsal çöküş: “Kendi insanım bana bakar” inancı yitirilir. Hayırseverlik kurumları, cemaatler ve benzeri gruplar güç boşluğunu doldurmak için hücum ederler ancak kaynakları tükenir yahut iç çatışma sebebiyle başarısız olurlar.
5. Kültürel çöküş: İnsanlığın iyiliğine inanç yitirilir. İnsanlar “iyilik, cömertlik, nezaket, şefkat, dürüstlük, misafirperverlik, merhamet ve hayırseverlik” kabiliyetlerini kaybederler. Aileler bile dağılır ve kısıtlı kaynaklar için bireysel olarak mücadele etmeye başlarlar. Soljenitsin’in Gulag Takımadaları’nda dediği gibi herkesin mottosu “Sen bugün öl bu sayede ben yarın ölebileyim” olur. Yamyamlık bile ortaya çıkabilir.
Benzer bir vaziyet Osmanlı’da da yaşanmıştı. Osmanoğulları, ayrıcalıklısı ve güçlüsü oldukları topluma artık fayda kazandırmıyorlardı; onları temsil eden yapılar bu yüzden ortalama tebaanın gözünden düşmüştü. Yıllar süren savaşların sonunda hiçbir şey elde edilememiş ve yol yapmaya, ticarete vb. gelen yabancıların malik oldukları zenginlikler ve kudret, ortalama köylünün zihninde dahi hem ciddi bir özentiyi, hem bunları kendisine sağlayamayan düzene karşı nefreti tetiklemişti. (Belki de bu epey nesillerce devam edip kültürel bir özelliğe dönüştüğü için, hiç abartmadan, gayet öyle olduğu için söylüyorum, bizde trajikomik mertebede hainliğe yatkınlık olması bundandır. Hain olmadığı zaman tutunacağı bir kimliği kalmamış, yahut kimliği kof ve rezil bir kabuktan ibaret kalmış insanlar, güç ve zenginlik vaadine aldanmazlar mı?) Milli Mücadele bu yüzden mucizevi bir başarıdır: İnsanların savaşmak için istekleri olmadığı gibi, nedenleri de yoktu. Asırlar süren bir süreç, ortalama askerin zihin yapısını şekillendirmiş ve Osmanlı çöküşünün nihai perdesini aralamıştı. Pes etmeyen bir avuç Türk subayı, çoğu zaman zorla ve halkın nefretini kazanarak, bu süreci tersine çevirip “yeni devlet, yeni sosyete, yeni vatan” yaratabildiler. Silahlı dört besmele olarak girdikleri darboğazlardan, bir millet olarak çıktılar, bunu nasıl başardıklarını son bölümde ele alacağız.
Gelelim Türkiye’ye
Türkiye’de İslamcı siyasetçiler ve Diyanet İşleri Başkanı sık sık “inanç problemi”nden bahsederler, tarikat şeyhleriyle bir olup “gençlerimiz ateist, deist oluyor” diye yaygara koparırlar. Halbuki bir toplumun ateist, deist, Hıristiyan yahut Müslüman olmasında bir fark yoktur. Hıristiyan olup geri kalan toplumlar, Müslüman olup ilerleyen toplumlar yahut tam tersi vakidir.
Fakat Orlov’un örneğinde gördüğümüz gibi inancın yitirilmesi büyük bir problemdir; hangi tanrıya inanıp kurban kestiğimizden yahut nasıl bir mimari yapının içinde ritüeller gerçekleştirmeyi tercih ettiğimizden daha büyük bir problem. İyilik yapmak, dayanışma, güven – bunlar birer inanç meselesidir ve gençlerde “iyi çalışır, iyi düşünür, iyi bir vatandaş olursan karşılığını iyi alırsın” inancı yoksa, kızlarımızın fahişe, erkeklerimizin paralı asker olup dünyanın geri kalanında “kısıtlı kaynaklar için bireysel olarak mücadele etmeleri”nin önüne geçemeyiz. Geçemiyoruz da – dünyanın ilk kadın savaş pilotunu yaratan cumhuriyet, yükselmesi için bir hudut göremediği Türk kızından bugün dünyanın en ucuz ve -Arapların intikam hissiyle- en çok dalga geçilen fahişelerinin türemesine seyirci kalıyor.
6 yaşında bir çocuğun evlendirildiği haberi düştüğünde, insanlar şok olmuyorlar, tek yürek olup bu meseleyi bir “milli mesele” haline getirip millet adına yetki kullanan mahkemeleri çalıştırmıyorlar. Herkes önce olayın “kime yarayacağı”nı hesap ediyor; iktidarı da muhalefeti de. İktidar cenahı evvela bundan “Müslümanlara saldırı” tehdidi çıkarıyor ve savunmaya geçiyor, mızrak çuvala girmeyince özür dileyip telin ediyorlar. Bu kadarlık süre içinde ses kayıtlarıyla hakikat ortaya çıkmasa, sırf “kamp”larına bir tehdit gördükleri için devlet ve medya gücüyle bu işi örtbas edebilirlerdi, tam olarak bundan bahsediyorum. Öte yandan muhalefet, ancak bu kayıtlar çıktıktan sonra ses çıkarabildi; taktik açıdan itirazım yoksa da bu da benim gözümde millet olma halimizi yitirdiğimizin bir başka delili: Böyle bir haber geldiğinde sırf siyasi kazanım için bunu kurgulayabilecek menfur insanların olduğuna dair inancımız ve onun dayattığı şüpheci davranış, 6 yaşında bir kız çocuğunu sorgusuz sualsiz korumak için anında vermemiz gereken reflekslerden daha baskın hale gelmiş.
Millet olmayı yitirme hali, tam olarak böyle anlarda gerçekleşir: Türkiye, insanların birbirine en az güvendiği ülkelerden biri. Bizim için jenerik, “herhangi bir Türk”, peşinen güvenilmez demek. Artık bir “sosyal sermaye”miz yok, bu yüzden aramızdan -tesadüfen- büyük insanlar çıksa bile, o büyük insanları ayrıcalıklı, güçlü hale getirecek ve insanları büyük, iyi, güzel, yaratıcı vb. olmaya teşvik edecek mekanizmalarımız yok. Zira AKP, yukarıda anlatılan ilkel insan toplumlarından bu yana var olagelmiş cambazlar gibi, yalnız kendi ayrıcalığının devamı için uğraşıyor: İhale alabildikleri sürece, hiçbir zeka pırıltısı, yaratıcılık, bilgi, tecrübe kırıntısı olmayan çocuklarına epey gösterişli unvanlar dağıtabildikleri sürece gazeteler yalan söyleyebilir, toplumun her kesimi aşağılanabilir, mecliste vekil dövülür ve döven adam küffara karşı cihat etmiş gibi savunulur, her şey meşru ve mübahtır.
Bizzat hükumetinin ve devlet başkanının işgal edilmiş toprak ve sömürülmesi gereken ikinci sınıf yerliler gibi muamele yaptığı bir vatan ve toplumdan millet çıkmaz. Böyle bir toplumda insanların yolsuzluk yapması, birbirine kazık atması, hain olması, ahlaksız, yoz, iğrenç olması, kendine faydası olduğu sürece toplumun kısa ve uzun vadeli çıkarlarını baltalamakta bir beis görmemesi normal bile değil, şarttır.
Peki Çözüm?
Milli bayramlar, milli semboller bile AKP’nin devamlılığı için tartışmaya açılmış, üzerine gölge düşmüş “ayrıştırıcı” meselelere dönüşmüşken, Türk milliyetçiliği buna kayıtsız kalamaz. Türk milliyetçiliğinin teorik gelişmesi ve dönüşümü elbette mühim ve hayati bir mesele, ancak pratik hedefi kaybedilen millet olma halinin geri kazanılması olmalı.
Toynbee, çöküş emareleri gösteren toplumlarda iki davranışın yayıldığını söylüyor: Geçmişi yahut geleceği idealize etme. Kemalizm, mesela, geleceği idealize ederek bir seferberlik yaratmıştı çok uzun süreler (savaşlardan bunalan dünyanın kalanında da aynı furyanın yaygın olmasının da desteğiyle) Türkiye geleceği idealize eden bir diskurla insanlarını bir inanç etrafında birleştirdi. Yine Toynbee, çöküşten kurtulmak için bir “yeni kilise” (ruhani birliktelik/işbirliği. Kilisenin ecclesia etimolojisine referans.) kurulduğuna işaret ediyor. Kurumlar çöktükten sonra bakiyenin yeni devleti, yeni milleti, yeni kurumları bu yeni kilisenin önderliğinde tesis ediliyor.
Bu bakımdan, AKP’den kurtulmak çöküşün önüne geçmek için bir şartsa da, yeterli değil. Zira bir defa “yol olunca”, yeni ayrıcalıklıların, yeni güçlülerin AKP gibi millet olma halini baltalayan (hem ekonomik, hem sosyal) hamleler yapmaması için bir neden yok. Zira kaynaklar hala çok kısıtlı ve “gemisini kurtaran kaptan” olmak dürtüsü çok uzun süredir insanların zihnine işlendi. Zaten çok sağlıklı olmayan Türk siyaseti, büsbütün “kamu maliyesinden zengin olma” mesleğine dönüştü. Muhalif partilerde siyaset yapanlar, makam elde edince “biraz da biz yiyelim” demeyecekler mi? Dediklerinde, AKP’nin “dava”sına benzer bir kılıf bulup bunu aklamayacaklar mı? Yıllarca dışlanmış, emeğinin, hakkının karşılığını alamamış ve bilenmiş, kinlenmiş yığınlar, hakkaniyet ölçüsüne, millet olma esaslarına dönüşe razı olacaklar mı? Kimse intikamını suç işleyenlere yaptırıp uygulayarak almayacak (olması gereken budur, ciddi bir devr-i sabık politikası ve kamu adına kullandığı yetkiyle en ufak suç işleyene çok ağır cezalar) bunun yerine, onlardan daha zengin, onlardan daha yolsuz hale gelerek intikam alacaklar.
Türkiye’nin yaşadığı mevcut çöküşe benzer bir çöküş, Weimar Almanya’sında yaşanmış ve Spengler’in ikinci dinîliği ile birleşip Nazi Almanya’sını doğurmuştu. Türk milliyetçiliğinin bir diğer problemi de budur; hedefi ve amacı doğru tespit etsek bile, ona giden yolda insanların zihin durumu ve davranış alışkanlıklarının dayatacağı yöntemler, hedefi ebeden ortadan kaldırıp günümüz Almanya’sı gibi ucube bir yapı da doğurabilir.
Şu halde Türk milliyetçilerinin üstleneceği misyon bu “yeni kilise” misyonudur. Aslında Türkeş’in MHP’si bunu üstlenmiş ve doğru zamanı beklemişti; maalesef bu misyon Bahçeli eliyle mahvedilerek çöküşü hızlandıran bir işleve evrildi. Bir avuç Türk subayının çöküşün en karanlık anında yaptığı, yahut post-Roma döneminde Hıristiyan kilisesinin gayrıihtiyari üstlendiği gibi bir misyon üstlenmek – yapmamız gereken budur. Çöküşün dış etkilerin bütün yapıları ortadan kaldırıcı güce erişmesine izin verdiği ana kadar sürmesini beklemek ve mevcut bütün yapıların, alternatiflerin, söylemlerin iflas ettiği, esasen çöküşe hizmet ettiğini ispatladığı an, messianik bir kurtarıcı sunumuyla gelmek.
Bunu başarmak için kelimenin tam anlamıyla idealist ve romantik şövalye ahlakını içleştirmiş, siyaset dışı alanda kişisel/ekonomik tatminini büyük oranda gerçekleştirmiş kadrolar lazım. Böyle kadroların oluşması misyonu bir zamanlar Ülkü Ocakları’na yüklenmişti ki, İslamcılardan iktibas neşriyat ve kanaat önderleriyle yanlış tedrisattan doğru çıkmayacağını ispat ederek gün aşırı muhaliflere saldıran bir suç örgütüne dönüştü.
Elinde bunu başaracak maddi imkan olmayan biri olarak bu yüzden atiyi epey karanlık görüyorum. Ancak biliyorum ki, tarih kaotiktir. Beklenmedik anlarda, asla hesaplanamayacak parametreler, gökte hizalanan gezegenler gibi uygun bir ortam oluşturur. Böyle bir anın gelmesi için aktif olarak çalışan ve gelmez ise de yılmayan bir yapı – ihtiyacımız olan budur. Bu yapı doğrudan ve kısa vadeli siyasi kazançlar vaat edemeyeceğinden ancak geçici heveslere hitap edebilir, bünyesine alacağı hemen herkes, bir süre sonra hayal kırıklığıyla başka kapılar arayacaktır; en büyük engellerinden biri de budur. Cumhuriyetin birinci asrını doldururken, ilk “ameliyat”ta tamamen temizlenemeyen kanserli hücrelerin bu defa birçok organa aynı anda hücum ederek nüksettiğini görüyoruz. Yeni bir ameliyat fırsatı doğduğunda da, elimizdeki bedenin kurtarılabilir halde olup olmayacağından emin değiliz. Fakat her şeye rağmen bu çöküşün, basitçe, “artık millet olmadığımızın” farkında olmak ve en başta kendi iyiliğimiz için yeniden millet ve dolayısıyla yeniden gerçek bir devlet olabilmek için hiç değilse çözüm aramaya devam etmek gerekiyor. Zira o mayayı ancak bu arayışta olanlar arasında tutturabileceğiz, “tenezzül ve tevessül” etmeden milleti için doğru kararı alıp doğru eylemi yapabilecek bir kadroyu daha önce doğurmuş bir toplumun yeniden doğurmaması için bir neden yok.
“Bekçilere kim bekçilik edecek?” sorusunda olduğu gibi, “kurtarıcı kurtarılmaya muhtaç ise?” sorusu epey acıklı ve Türk milliyetçiliğinin halini özetliyor. En başta Türk milliyetçiliğini, müteselsilen Türk milletini kurtarmak ve bunu çöküşün yarattığı sahte söylemlerle değil, ideal bir gelecek vaadinin dinîliğini kullanıp bir yeniden inşa sürecini tetiklemek için yapacak insanları, bu vesileyle, TamgaTürk etrafında örgüleştirmeye çalıştığım çevreye davet ediyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Thomas Cole, İmparatorlukların Serüveni:
Tarih kaotiktir. Bu ifade metnin en elzem cümlesi zannımca. Tabii söylenecek çok şey var fakat ayinemizin iş olması gerek. İç karartıcı tespitler ortada. Buna rağmen umutsuz durumların olmayışı, umutsuz insanların oluşu ilkesi gereği tek çare yılmadan bir şekilde, bir yerde bu sorun için çalışmak... Emeklerin için teşekkür ederim Bahadır Ağabey.
Sanki kendim yazmışım hissine kapıldığım bir başka yazınız daha. Ama sizin ifade gücünüze ulaşamam herhalde.
Bazı şeyler yaşanmadan bir şeyler değişmeyecek gibi. Yıllarca ana muhalefet-iktidar ortaklığı Türk milletinin değerlerini ayaklar altına almış ve Türk milletinin hafızasıyla aklıyla oynarak adeta bir zombiye dönüştürmüştür. Dilerim bu çürümüşlük türk milletinin gübresi olup tekrar ayağa kalkmamıza vesile olur.