Merhaba sevgili kari, geçtiğimiz vakitlerde yine TamgaTürk bünyesinde yazdığım "Kur’an Niçin Okunmaz" yazısıyla başlayan bir derlemenin başlangıcı mahiyetindeki bu yazıyı sizlere sunmazdan evvel her hafta Perşembe günü yayımlamak istediğim "Manzum Meal Denemeleri" serisi hakkında bilgi vermek isterim.
Ben ergenliğinin ilk yılında tanrıya inanmayı bırakmış, sonrasında bir genç ne kadar ciddi bir gayret gösterebilirse o kadar ciddi bir gayretle dinler tarihi ve İslam üzerine okumalar yapmış bir kimseyim. Bu tutku dolu okumalarım dört senelik bir inançsızlığın peşinden beni tekrar imana ulaştırdı. Bu geri dönüş safhasında tıpkı her onurlu ateist gibi çok sık Kur’an okuyan, neye itiraz getirdiğini anlamaya çalışan, anladığını savunmak gayretine sahip olan bir inançsızdım. Arap dilini bilmediğim için takdir edilir ki o vakitlerde Kur’an okurken en az Arapçası kadar Türkçesine de kıymet vermeye mecburdum. Tanrının kitabını indirirken bir dil seçmesi, bu seçimin bir veçheden manidar olması ve zaten Tanrının bunu da ifade ediyor olmasını doğal karşılayan bir inançsızdım, sözgelimi "Allah Türkçe anlamıyor mu yahu?" diyen bir düşüncesiz değildim. Ancak bu süreçte beynime kıymık gibi bir düşünce saplandı, Kur’an gibi kadim, sabit ve epey estetik bir metin daha etkili bir şekilde Türkçeye çevrilemez miydi?
Elbette çevrilebilirdi, hatta çevrilmiş de olabilirdi. İlk araştırmalarım beni Bedri Noyan Dedebaba’ya yönlendirdi. Dedebaba’nın manzum çevirisi beni hoşnut etmişti ancak bir yerden sonra ahenk uğruna metnin kendisinden çokça feragat edildiğini gördüm. Metinden feragat edilen hususlarda bir keyfiyet söz konusuydu ve bu benim nazarımdan kabul edilemez bir şeydi. Yine de Dedebaba’nın çevirileri gördüklerim arasında açık farkla en dikkat çekicisiydi, bu dikkat çekişin sebebini açıklamak gerekirse söylenebilir ki Dedebaba çevirileri arı ve yalın bir Türkçe tercih etmişti. Belki bu doğru bir tercihti ancak bunu tercih sırasında kimi zaman sakil bir yapı oluşmuştu. Binaenaleyh bu çevirileri tümden başarılı kabul edemedim. Ben veznin ve kafiyenin yerleşik ve sağlam, metinden sapılan yerlerin metnin söylemek istediğine hiç değilse yakın olmasını istiyorum. Bu sebeple diğer göz gezdirdiğim manzum çeviriler beni henüz intiba okumalarımda kaybetti çünkü onlar Dedebaba’dan daha çürük bir şiir anlayışına sahipti ve maalesef Dedebaba gibi dili özleştirdikleri yerlerde de Dedebaba’dan daha radikal hareket ediyorlardı. Yalnızca metni manzum şekilde çevirmek zaviyesinden Kur’an-ı Kerim’e yaklaşan ama açık bir şekilde metni nazma çekemeyen, biricik amacını gerçekleyemeyen çevirilerden de uzaklaştıktan sonra kendim bir deneme yapmak istedim.
Arapça bilmeyen biri olarak bir surenin, ayetin ve kelimenin doğrudan çevirisini alarak bunu nazma çekmek aklımdaki ilk düşünceydi. Ancak bunun derinlikli olmayan bir çalışma olacağı belliydi. Bu sebeple her çeviri denememde birden fazla -hatta epey fazla- meali yanıma alarak çapraz okumalar yaptım, bunun yanı sıra kelimelerin etimolojik tahlillerini inceleyebileceğim kaynaklardan da yardım aldım zira Arapça mana meselesinde gerçekten çok değişik imkanlara sahip olan bir dil. Bundan başka olarak Kur’an-ı Kerim’in var olan kelimelerden kendi kelimelerini yaratma gibi bir huyu var. Metin normal olarak Arapça üzerinden şekillendiği için Arapçadaki birçok kelimeyi İslam literatürünün özü hâline getirmiş, bu kelimeler ise kadim Arap kelimeleri. Dolayısıyla ortada bir anlam devrimi de mevcut. Bu sebeple ben de bu kelimelerin çevirisinde özellikle eski kabul ettiğimiz Türkçe kelimeleri aradım karşılık olarak, tıpkı Kur’an-ı Kerim’in Arapçada yaptığını Türkçede yapabilmek için. Genel meselelerden bahsettikten sonra aşağıya surenin Arapçasını, Elmalılı’nın orijinal çevirisini ve kendi çeviri denememi bırakıyorum, peşinden de çeviriye dair düşüncelerim ve sure açıklamamı okuyabilirsiniz.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا
فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا
فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا
فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا
فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا
إِنَّ الْإِنسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ
وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ
وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ
أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ
وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ
إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ
100: ADİYAT
Rahman, Rahim Allah'ın ismiyle
O harıl harıl koşular koşan
Çakarak da ateşler saçan
Ve sabahleyin baskın basan
Derken savurup da bir toz duman
Bir derneği o demde ortalayan kuvvetlere kasem eylerim ki
Pek nankördür o insan rabbine
Ve o kendi şahiddir buna
Ve o sevdiği için serveti katıdır, çetindir ona
Fakat bilmeyecek mi? Deşildiği zaman o kabirdekiler
Ve derildiği zaman o sadırdakiler
O gün o rableri onlara elbette habirdir
100: KOŞANLAR
Bismillahirrahmanirrahim.
Soluk soluğa koşan atlara yemin olsun,
Ant olsun nallarından alev çıkartanlara,
Sabahla akın eden süvâra yemin olsun,
Yemin olsun o tozu dumana katanlara,
Korkusuzca kendini meydana atanlara…
Şüphesiz pek nankördür insan Rabbine karşı,
Üstelik bunun bizzat şahididir o insan
Çünkü mal sevgisiyle kaplıdır içi dışı.
Bilmez mi, kabirlerde olan atıldığı an
Göğüste gizlenenler görüneceği zaman,
Rableridir şeksiz her şeyden haberdar olan.
Besmeleyle başlayalım. Besmele üzerine çokça yazılıp çizilmiştir, ben onun mahiyeti yerine çevrilmesi hususuna değineyim doğrudan. Besmeledeki Rahman ve Rahim isimleri benim gördüğüm kadarıyla “Esirgeyen ve bağışlayan / Acıyan ve acıyıcı / Rahmeti bol ve kesintisiz / Rahman ve Rahim” gibi birçok şekilde çevrilmiştir. Besmeleyi Türkçeleştirmeye çalışanların açıkça başarısız olduğu kanaatindeyim, Allah’ın isimlerinin Arapçaya özel olduğunu düşünüyorum, başka hiçbir dil üzerinde böylesi bir oturmuşluk olmadığı için Rahman ve Rahim’i Türkçeleştirmek benim kanaatime göre maalesef mümkün değildir. Bana gelecek olursak, Amme Cüzünün çoğunu çevirmiş olma aşamasına geldiğimde dahi bu ifade için bir karşılık bulamamıştım. Özel bir karşılık arıyordum ama şüphelerim de yok değildi. Şüphemin en büyük sebebi Nahl suresinin doksan sekizinci ayetiydi. Ayette Kur’an okunacağı zaman taşlanmış şeytandan Allah’a sığınılması gerektiği söyleniyor. Ben bunun bir tılsım değerinde olduğunu ve bu tılsıma besmelenin de dahil olduğunu düşünüyorum. “Euzubesmele” diye bir anlayışın ortaya çıkması da şüphesiz bu ayet üzerinden anlaşılmalı. Bu düşüncelerle güreşirken “Bismillahirrahmanirrahim” ifadesini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim, bu tercihimin birinci sebebi ifadenin zaten neredeyse bütün Müslüman Türkler tarafından anlamının biliniyor oluşuydu. Kaldı ki bütünü kadar olmasa da dikkate değer bir kısmı anlamını da biliyor. İkinci sebep ise ifadeyi tılsımlı kabul etmemdir, nasıl bir tılsımlı gömleğin veya herhangi bir tılsımlı eşyanın replikası aynı etkiyi göstermezse herhangi bir çevirinin de bu ifadedeki tılsımı taşıyamayacağını düşündüm. Bu sebeple bütün surelerin girişindeki -Fatiha hariç olacak muhtemelen ancak yüzlerce kez denememe rağmen henüz Fatiha’yı da çeviremedim- besmeleleri Arapçasıyla aynı bıraktım. Ancak yine de söylemek isterim ki eğer besmeleyi çevirecek olsaydım benim tercihim her ne kadar noksan da olsa -yapılacak eleştirileri tahmin edebiliyorum- “Yargılar ve yarlıgar o Allah’ın adıyla” ifadesi olurdu ancak yapmadım ve yapmayacağım.
Surenin içeriğine gelecek olursak, sure bir atın koşuşunun betimlenmesiyle başlıyor, betimleme uzuyor, insanın efendisi olan Tanrıya karşı nankör olduğuna değiniliyor ve nihayet kıyametin geldiği günün betimlenmesiyle son buluyor. Kur’an-ı Kerim’in çok sık kullandığı bir yöntem vardır, sure içerisinde ele alınan mesele değişeceği zaman ayet sonlarındaki harfler de değişir. Bu surede de bunun bir örneğini görebiliyoruz. Atın koşuşunun betimlendiği bölüm beş ayet sürmüş ve ayetlerin sonunda elif harfi var. Sonraki nankörlük ve mal düşkünlüğü vurgusu üç ayet sürer ve ayet sonlarında dal harfi vardır. Nihayet kıyameti anlatan son üç ayette ise ra harfi tercih edilmiş. Bu seçimleri ezoterik bakımdan incelemek isterdim ancak meselemiz çeviri. Bu ayet sonlarındaki harflerin değişimini ben de çeviri yaparken uygulamaya çalıştım ancak iki adet kusurum mevcut. İlki, ilk beş ayetteki kafiyelerde üçünün kendi içinde ikisinin kendi içinde uyumlu oluşudur. Bunun sebebi Türkçenin beş adet kafiye aradığım zaman istediğim anlamı doğru şekilde vermeme müsait olmaması. Yine de kendi içerisinde kafiyelediğim iki çeviri cümlenin kafiyeleri de biri redif biri kafiye olarak üçlünün kafiyesiyle uyumlu hâlde. Dolayısıyla bu kusurumu bir nebze hafifletebildiğimi umuyorum. İkinci kusurum ise ikinci, insanın nankörlüğü meselesinin ele alındığı üç ayetten ortadakinin çeviri denemesinde sondaki üç ayetin çevirisi arasında bir bağ kurulması. Bu durum, Arapça orijinalinin sıralamasında böyle değil ancak ben son üçlüye daha sağlam bir geçiş yapabilmek adına ve böyle yapmadığım denemelerde arzu ettiğim ahenge ulaşamadığım için böyle bir yol izledim.
Surenin içeriğine gelecek olursak, sure bence en ilginç girişe sahip surelerden biri zira Allah, Kur’an-ı Kerim’de bir şey üzerine yemin edip ona işaret edeceği zaman görünür bir şekilde yemin edilen şey surenin esasını belirliyor ve sonraki meselelere geçiş de nispeten daha aheste ve yumuşak gerçekleşiyor ancak burada hakikaten ilginç bir durum mevcut. Surenin ilk beş ayeti gerçekten müthiş bir tasvir içeriyor, haşa Muallakat-ı Seba’dandır dense içerik olarak da garip durmayacak bir kısım. İşte, bu düşünceler içerisinde ayetleri okurken o zaman beynimde bir şimşek çakmıştı ancak önce ilk anlaşılabilecek sebebi ele alalım. At, Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük malların başında gelir. Öyle ki onun üzerinde, onun yoldaşlığıyla harp edilir, cihat edilir. Tabiri caizse üzerindeki Müslümansa Allah yolunda o insan kadar mücadele eder. Dolayısıyla bu ilk beş ayeti Allah’ın insanlara verdiği bu güzel ve faydalı mal için bir hatırlatma olarak görmek makuldür. Öte yandan Sad suresinin otuz ikinci ayetini okumak, bu tasviri ve sonraki nankörlüğü anlamak için önemlidir. Sad’ın otuz ikinci ayetinde Süleyman peygamber mal sevgisini kendisine Allah’ı hatırlattığı için sevdiğini söyler, yani mala olan düşkünlüğünün sebebi onu ele geçirmekten, onun sağlayacağı faydalardan ziyade eline geçen her malda Allah’a şükretme sebebi ve fırsatı bulmasıdır. Bu perspektiften mal sevgisinin İslam nezdinde nasıl ipince bir çizgide yürümek olduğunu anlamak mümkündür.
Surenin ikinci kısmında insanın nankörlüğünden bahsediliyor ve bu nankörlüğün dayandırıldığı husus ise mal sevgisinin aşırıya gitmesi. Hakikaten enteresan bir geçiş ancak bir anda sure insanlardan bahsedilen gibi olanlarını suçlamaya başlıyor ve nihayet üçüncü kısımda kabirlerin açılıp herkesin hesabının görüleceği zaman Allah’ın her şeyi bileceğinden söz edilerek sure sonlandırılıyor. Surenin ana meselesini özetlemek gerekirse insanı pençesine düştüğü veya düşeceği bir mal sevgisinden kurtararak ahireti hatırlatmak ve faydalı işler peşinde koşmasını sağlamak denebilir.
Şimdi, beynimde çakan şimşeğe gelelim. Ben bu ilk ayetleri okurken, yukarıda sözünü ettiğim gibi Muallakat-ı Seba’dan dense içerik açısından şaşırılmaz demiştim. Bu sureyi okumadan epey önce ilk şiir okumalarımı yaparken Türkçe çevirilerini okuma fırsatı bulduğum bu övgü dolu şiirlerde övgülerin en çok dört unsur üzerine olduğunu görmüştüm. Kahramanlık, kadın, şarap ve genellikle at üzerinden şekillenen mal sahipliği. Şairler, bu şiirlerde kendi atlarının ne kadar hızlı veya görkemli olduklarını anlatarak bol bol tasvir yaparlar. Şimşek, zihnimde işte tam bu düşünce sırasında çaktı. Ben kendimi vahyin muhatabı yerine koyamamıştım zira günümüzde ata binmek her ne kadar mümkün bir şey olsa da ana ulaşım aracı at olmaktan çıkmıştı. Bir an için teşbihte hata olmaz diyerek şöyle diyelim, “Hızlı hızlı giden o arabalara, motorundan etkileyici sesler çıkaran, arkasında dumandan bir iz bırakan, son hızla ortalığı birbirine katan o arabalara yemin olsun” denseydi ne hissederdik? Mal düşkünü arkadaşlarımız muhtemelen kendi arabalarını veya hayallerini süsleyen arabaları gözünün önüne getirirdi, o Alman, Japon ve çeşit çeşit mühendislik harikası arabaları. Ve muhtemeldir ki -bir arabam olmadığı, olmasını istemediğim ve hiç sürmediğim için tahmin yürütebiliyorum ancak- bu mallarının kıymetini düşünürlerdi, içleri mal sevgisiyle bir güzel dolar ve arabaların övgüsünü uzun uzun dinlemek isterlerdi fakat sonraki ayet buna müsaade etmezdi, “Şüphesiz pek nankördür insan Rabbine karşı!” diyerek. İşte bu bakış açısı, Kur’an-ı Kerim’in bir nimeti hatırlatmaktan ayrı olarak bir hatanın tespitini yapmak için o hatayı doğuracak şartları hazırladığını düşündürttü bana. Öte yandan sondan bir önceki ayette “Göğüste gizlenenler görüneceği zaman” ifadesi bütün bir hayat sonunda göğüste gizlenenler olarak anlaşılabileceği gibi bu vahye ilk kez muhatap olanlar için de geçerli olabilecek bir ifade, göğsünde o malın düşkünlüğü var sakın bunu reddetmeye kalkışma gibi anlaşılmaya müsait. Dolayısıyla belki de kendisini mal düşkünü olarak nitelendirmeyecek insanlar için bu ayetler aracılığıyla durum fiili hâle getiriliyor diyebiliriz.

Surenin anlam yönü üzerine genel düşüncelerim bu şekilde. Kur’an-ı Kerim’i anlama çabam hiçbir zaman son bulmadığı için bu sure özelinde hâlâ düşündüğüm pek çok husus var. Bunlardan biri, sure girişindeki tasvir bölümü, yani birinci bölümün ikinci bölümle bağlantısı olduğu kadar üçüncü bölümle de doğrudan bir ilişkisi olduğu kanaatindeyim ancak kendimce düşüncelerime henüz ikna olabilmiş değilim bu sebeple şimdilik bu sureye dair acizane açıklamamı bu kadarla sınırlı tutacağım.
İnşallah bu çeviri denemesiyle ve açıklamalarla ortaya koyduklarım kimsenin inancına veya inançsızlığına saygısızlık olarak anlaşılmamıştır. Bir şeyden korktuğumdan değil ancak kendimi açıklamak gayesiyle söylemek isterim ki niyetim Türklerin dünyasında Kur’an-ı Kerim’e dair bir düşünce, bir katkı daha üretebilmektir. Fakat bunun ötesinde çok daha samimi -ilk aşamada gerçek olması daha mümkün olduğu için- bir niyetim daha var, Kur’an-ı Kerim’den metni okumaksızın sırf siyasi ve sosyal meseleler sebebiyle uzaklaşmış Türklerin kulağında bir lezzet bırakmak ve onların kalbini ısıtmak istiyorum. Zira kanımdan tek bir kimseyi dahi uyarmadan bu dünyadan göçmek istemem ve inşallah göçmeyeceğim.
Mevlüt Kaan Akçatepe'nin "Kuran Niçin Okunmaz?" başlıklı yazısını okumak için tıklayınız.
Ben ergenliğinin ilk yılında tanrıya inanmayı bırakmış, sonrasında bir genç ne kadar ciddi bir gayret gösterebilirse o kadar ciddi bir gayretle dinler tarihi ve İslam üzerine okumalar yapmış bir kimseyim. Bu tutku dolu okumalarım dört senelik bir inançsızlığın peşinden beni tekrar imana ulaştırdı. Bu geri dönüş safhasında tıpkı her onurlu ateist gibi çok sık Kur’an okuyan, neye itiraz getirdiğini anlamaya çalışan, anladığını savunmak gayretine sahip olan bir inançsızdım. Arap dilini bilmediğim için takdir edilir ki o vakitlerde Kur’an okurken en az Arapçası kadar Türkçesine de kıymet vermeye mecburdum. Tanrının kitabını indirirken bir dil seçmesi, bu seçimin bir veçheden manidar olması ve zaten Tanrının bunu da ifade ediyor olmasını doğal karşılayan bir inançsızdım, sözgelimi "Allah Türkçe anlamıyor mu yahu?" diyen bir düşüncesiz değildim. Ancak bu süreçte beynime kıymık gibi bir düşünce saplandı, Kur’an gibi kadim, sabit ve epey estetik bir metin daha etkili bir şekilde Türkçeye çevrilemez miydi?
Elbette çevrilebilirdi, hatta çevrilmiş de olabilirdi. İlk araştırmalarım beni Bedri Noyan Dedebaba’ya yönlendirdi. Dedebaba’nın manzum çevirisi beni hoşnut etmişti ancak bir yerden sonra ahenk uğruna metnin kendisinden çokça feragat edildiğini gördüm. Metinden feragat edilen hususlarda bir keyfiyet söz konusuydu ve bu benim nazarımdan kabul edilemez bir şeydi. Yine de Dedebaba’nın çevirileri gördüklerim arasında açık farkla en dikkat çekicisiydi, bu dikkat çekişin sebebini açıklamak gerekirse söylenebilir ki Dedebaba çevirileri arı ve yalın bir Türkçe tercih etmişti. Belki bu doğru bir tercihti ancak bunu tercih sırasında kimi zaman sakil bir yapı oluşmuştu. Binaenaleyh bu çevirileri tümden başarılı kabul edemedim. Ben veznin ve kafiyenin yerleşik ve sağlam, metinden sapılan yerlerin metnin söylemek istediğine hiç değilse yakın olmasını istiyorum. Bu sebeple diğer göz gezdirdiğim manzum çeviriler beni henüz intiba okumalarımda kaybetti çünkü onlar Dedebaba’dan daha çürük bir şiir anlayışına sahipti ve maalesef Dedebaba gibi dili özleştirdikleri yerlerde de Dedebaba’dan daha radikal hareket ediyorlardı. Yalnızca metni manzum şekilde çevirmek zaviyesinden Kur’an-ı Kerim’e yaklaşan ama açık bir şekilde metni nazma çekemeyen, biricik amacını gerçekleyemeyen çevirilerden de uzaklaştıktan sonra kendim bir deneme yapmak istedim.
Arapça bilmeyen biri olarak bir surenin, ayetin ve kelimenin doğrudan çevirisini alarak bunu nazma çekmek aklımdaki ilk düşünceydi. Ancak bunun derinlikli olmayan bir çalışma olacağı belliydi. Bu sebeple her çeviri denememde birden fazla -hatta epey fazla- meali yanıma alarak çapraz okumalar yaptım, bunun yanı sıra kelimelerin etimolojik tahlillerini inceleyebileceğim kaynaklardan da yardım aldım zira Arapça mana meselesinde gerçekten çok değişik imkanlara sahip olan bir dil. Bundan başka olarak Kur’an-ı Kerim’in var olan kelimelerden kendi kelimelerini yaratma gibi bir huyu var. Metin normal olarak Arapça üzerinden şekillendiği için Arapçadaki birçok kelimeyi İslam literatürünün özü hâline getirmiş, bu kelimeler ise kadim Arap kelimeleri. Dolayısıyla ortada bir anlam devrimi de mevcut. Bu sebeple ben de bu kelimelerin çevirisinde özellikle eski kabul ettiğimiz Türkçe kelimeleri aradım karşılık olarak, tıpkı Kur’an-ı Kerim’in Arapçada yaptığını Türkçede yapabilmek için. Genel meselelerden bahsettikten sonra aşağıya surenin Arapçasını, Elmalılı’nın orijinal çevirisini ve kendi çeviri denememi bırakıyorum, peşinden de çeviriye dair düşüncelerim ve sure açıklamamı okuyabilirsiniz.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا
فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا
فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا
فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا
فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا
إِنَّ الْإِنسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ
وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ
وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ
أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ
وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ
إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ
100: ADİYAT
Rahman, Rahim Allah'ın ismiyle
O harıl harıl koşular koşan
Çakarak da ateşler saçan
Ve sabahleyin baskın basan
Derken savurup da bir toz duman
Bir derneği o demde ortalayan kuvvetlere kasem eylerim ki
Pek nankördür o insan rabbine
Ve o kendi şahiddir buna
Ve o sevdiği için serveti katıdır, çetindir ona
Fakat bilmeyecek mi? Deşildiği zaman o kabirdekiler
Ve derildiği zaman o sadırdakiler
O gün o rableri onlara elbette habirdir
100: KOŞANLAR
Bismillahirrahmanirrahim.
Soluk soluğa koşan atlara yemin olsun,
Ant olsun nallarından alev çıkartanlara,
Sabahla akın eden süvâra yemin olsun,
Yemin olsun o tozu dumana katanlara,
Korkusuzca kendini meydana atanlara…
Şüphesiz pek nankördür insan Rabbine karşı,
Üstelik bunun bizzat şahididir o insan
Çünkü mal sevgisiyle kaplıdır içi dışı.
Bilmez mi, kabirlerde olan atıldığı an
Göğüste gizlenenler görüneceği zaman,
Rableridir şeksiz her şeyden haberdar olan.
Besmeleyle başlayalım. Besmele üzerine çokça yazılıp çizilmiştir, ben onun mahiyeti yerine çevrilmesi hususuna değineyim doğrudan. Besmeledeki Rahman ve Rahim isimleri benim gördüğüm kadarıyla “Esirgeyen ve bağışlayan / Acıyan ve acıyıcı / Rahmeti bol ve kesintisiz / Rahman ve Rahim” gibi birçok şekilde çevrilmiştir. Besmeleyi Türkçeleştirmeye çalışanların açıkça başarısız olduğu kanaatindeyim, Allah’ın isimlerinin Arapçaya özel olduğunu düşünüyorum, başka hiçbir dil üzerinde böylesi bir oturmuşluk olmadığı için Rahman ve Rahim’i Türkçeleştirmek benim kanaatime göre maalesef mümkün değildir. Bana gelecek olursak, Amme Cüzünün çoğunu çevirmiş olma aşamasına geldiğimde dahi bu ifade için bir karşılık bulamamıştım. Özel bir karşılık arıyordum ama şüphelerim de yok değildi. Şüphemin en büyük sebebi Nahl suresinin doksan sekizinci ayetiydi. Ayette Kur’an okunacağı zaman taşlanmış şeytandan Allah’a sığınılması gerektiği söyleniyor. Ben bunun bir tılsım değerinde olduğunu ve bu tılsıma besmelenin de dahil olduğunu düşünüyorum. “Euzubesmele” diye bir anlayışın ortaya çıkması da şüphesiz bu ayet üzerinden anlaşılmalı. Bu düşüncelerle güreşirken “Bismillahirrahmanirrahim” ifadesini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim, bu tercihimin birinci sebebi ifadenin zaten neredeyse bütün Müslüman Türkler tarafından anlamının biliniyor oluşuydu. Kaldı ki bütünü kadar olmasa da dikkate değer bir kısmı anlamını da biliyor. İkinci sebep ise ifadeyi tılsımlı kabul etmemdir, nasıl bir tılsımlı gömleğin veya herhangi bir tılsımlı eşyanın replikası aynı etkiyi göstermezse herhangi bir çevirinin de bu ifadedeki tılsımı taşıyamayacağını düşündüm. Bu sebeple bütün surelerin girişindeki -Fatiha hariç olacak muhtemelen ancak yüzlerce kez denememe rağmen henüz Fatiha’yı da çeviremedim- besmeleleri Arapçasıyla aynı bıraktım. Ancak yine de söylemek isterim ki eğer besmeleyi çevirecek olsaydım benim tercihim her ne kadar noksan da olsa -yapılacak eleştirileri tahmin edebiliyorum- “Yargılar ve yarlıgar o Allah’ın adıyla” ifadesi olurdu ancak yapmadım ve yapmayacağım.
Surenin içeriğine gelecek olursak, sure bir atın koşuşunun betimlenmesiyle başlıyor, betimleme uzuyor, insanın efendisi olan Tanrıya karşı nankör olduğuna değiniliyor ve nihayet kıyametin geldiği günün betimlenmesiyle son buluyor. Kur’an-ı Kerim’in çok sık kullandığı bir yöntem vardır, sure içerisinde ele alınan mesele değişeceği zaman ayet sonlarındaki harfler de değişir. Bu surede de bunun bir örneğini görebiliyoruz. Atın koşuşunun betimlendiği bölüm beş ayet sürmüş ve ayetlerin sonunda elif harfi var. Sonraki nankörlük ve mal düşkünlüğü vurgusu üç ayet sürer ve ayet sonlarında dal harfi vardır. Nihayet kıyameti anlatan son üç ayette ise ra harfi tercih edilmiş. Bu seçimleri ezoterik bakımdan incelemek isterdim ancak meselemiz çeviri. Bu ayet sonlarındaki harflerin değişimini ben de çeviri yaparken uygulamaya çalıştım ancak iki adet kusurum mevcut. İlki, ilk beş ayetteki kafiyelerde üçünün kendi içinde ikisinin kendi içinde uyumlu oluşudur. Bunun sebebi Türkçenin beş adet kafiye aradığım zaman istediğim anlamı doğru şekilde vermeme müsait olmaması. Yine de kendi içerisinde kafiyelediğim iki çeviri cümlenin kafiyeleri de biri redif biri kafiye olarak üçlünün kafiyesiyle uyumlu hâlde. Dolayısıyla bu kusurumu bir nebze hafifletebildiğimi umuyorum. İkinci kusurum ise ikinci, insanın nankörlüğü meselesinin ele alındığı üç ayetten ortadakinin çeviri denemesinde sondaki üç ayetin çevirisi arasında bir bağ kurulması. Bu durum, Arapça orijinalinin sıralamasında böyle değil ancak ben son üçlüye daha sağlam bir geçiş yapabilmek adına ve böyle yapmadığım denemelerde arzu ettiğim ahenge ulaşamadığım için böyle bir yol izledim.
Surenin içeriğine gelecek olursak, sure bence en ilginç girişe sahip surelerden biri zira Allah, Kur’an-ı Kerim’de bir şey üzerine yemin edip ona işaret edeceği zaman görünür bir şekilde yemin edilen şey surenin esasını belirliyor ve sonraki meselelere geçiş de nispeten daha aheste ve yumuşak gerçekleşiyor ancak burada hakikaten ilginç bir durum mevcut. Surenin ilk beş ayeti gerçekten müthiş bir tasvir içeriyor, haşa Muallakat-ı Seba’dandır dense içerik olarak da garip durmayacak bir kısım. İşte, bu düşünceler içerisinde ayetleri okurken o zaman beynimde bir şimşek çakmıştı ancak önce ilk anlaşılabilecek sebebi ele alalım. At, Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük malların başında gelir. Öyle ki onun üzerinde, onun yoldaşlığıyla harp edilir, cihat edilir. Tabiri caizse üzerindeki Müslümansa Allah yolunda o insan kadar mücadele eder. Dolayısıyla bu ilk beş ayeti Allah’ın insanlara verdiği bu güzel ve faydalı mal için bir hatırlatma olarak görmek makuldür. Öte yandan Sad suresinin otuz ikinci ayetini okumak, bu tasviri ve sonraki nankörlüğü anlamak için önemlidir. Sad’ın otuz ikinci ayetinde Süleyman peygamber mal sevgisini kendisine Allah’ı hatırlattığı için sevdiğini söyler, yani mala olan düşkünlüğünün sebebi onu ele geçirmekten, onun sağlayacağı faydalardan ziyade eline geçen her malda Allah’a şükretme sebebi ve fırsatı bulmasıdır. Bu perspektiften mal sevgisinin İslam nezdinde nasıl ipince bir çizgide yürümek olduğunu anlamak mümkündür.
Surenin ikinci kısmında insanın nankörlüğünden bahsediliyor ve bu nankörlüğün dayandırıldığı husus ise mal sevgisinin aşırıya gitmesi. Hakikaten enteresan bir geçiş ancak bir anda sure insanlardan bahsedilen gibi olanlarını suçlamaya başlıyor ve nihayet üçüncü kısımda kabirlerin açılıp herkesin hesabının görüleceği zaman Allah’ın her şeyi bileceğinden söz edilerek sure sonlandırılıyor. Surenin ana meselesini özetlemek gerekirse insanı pençesine düştüğü veya düşeceği bir mal sevgisinden kurtararak ahireti hatırlatmak ve faydalı işler peşinde koşmasını sağlamak denebilir.
Şimdi, beynimde çakan şimşeğe gelelim. Ben bu ilk ayetleri okurken, yukarıda sözünü ettiğim gibi Muallakat-ı Seba’dan dense içerik açısından şaşırılmaz demiştim. Bu sureyi okumadan epey önce ilk şiir okumalarımı yaparken Türkçe çevirilerini okuma fırsatı bulduğum bu övgü dolu şiirlerde övgülerin en çok dört unsur üzerine olduğunu görmüştüm. Kahramanlık, kadın, şarap ve genellikle at üzerinden şekillenen mal sahipliği. Şairler, bu şiirlerde kendi atlarının ne kadar hızlı veya görkemli olduklarını anlatarak bol bol tasvir yaparlar. Şimşek, zihnimde işte tam bu düşünce sırasında çaktı. Ben kendimi vahyin muhatabı yerine koyamamıştım zira günümüzde ata binmek her ne kadar mümkün bir şey olsa da ana ulaşım aracı at olmaktan çıkmıştı. Bir an için teşbihte hata olmaz diyerek şöyle diyelim, “Hızlı hızlı giden o arabalara, motorundan etkileyici sesler çıkaran, arkasında dumandan bir iz bırakan, son hızla ortalığı birbirine katan o arabalara yemin olsun” denseydi ne hissederdik? Mal düşkünü arkadaşlarımız muhtemelen kendi arabalarını veya hayallerini süsleyen arabaları gözünün önüne getirirdi, o Alman, Japon ve çeşit çeşit mühendislik harikası arabaları. Ve muhtemeldir ki -bir arabam olmadığı, olmasını istemediğim ve hiç sürmediğim için tahmin yürütebiliyorum ancak- bu mallarının kıymetini düşünürlerdi, içleri mal sevgisiyle bir güzel dolar ve arabaların övgüsünü uzun uzun dinlemek isterlerdi fakat sonraki ayet buna müsaade etmezdi, “Şüphesiz pek nankördür insan Rabbine karşı!” diyerek. İşte bu bakış açısı, Kur’an-ı Kerim’in bir nimeti hatırlatmaktan ayrı olarak bir hatanın tespitini yapmak için o hatayı doğuracak şartları hazırladığını düşündürttü bana. Öte yandan sondan bir önceki ayette “Göğüste gizlenenler görüneceği zaman” ifadesi bütün bir hayat sonunda göğüste gizlenenler olarak anlaşılabileceği gibi bu vahye ilk kez muhatap olanlar için de geçerli olabilecek bir ifade, göğsünde o malın düşkünlüğü var sakın bunu reddetmeye kalkışma gibi anlaşılmaya müsait. Dolayısıyla belki de kendisini mal düşkünü olarak nitelendirmeyecek insanlar için bu ayetler aracılığıyla durum fiili hâle getiriliyor diyebiliriz.

Surenin anlam yönü üzerine genel düşüncelerim bu şekilde. Kur’an-ı Kerim’i anlama çabam hiçbir zaman son bulmadığı için bu sure özelinde hâlâ düşündüğüm pek çok husus var. Bunlardan biri, sure girişindeki tasvir bölümü, yani birinci bölümün ikinci bölümle bağlantısı olduğu kadar üçüncü bölümle de doğrudan bir ilişkisi olduğu kanaatindeyim ancak kendimce düşüncelerime henüz ikna olabilmiş değilim bu sebeple şimdilik bu sureye dair acizane açıklamamı bu kadarla sınırlı tutacağım.
İnşallah bu çeviri denemesiyle ve açıklamalarla ortaya koyduklarım kimsenin inancına veya inançsızlığına saygısızlık olarak anlaşılmamıştır. Bir şeyden korktuğumdan değil ancak kendimi açıklamak gayesiyle söylemek isterim ki niyetim Türklerin dünyasında Kur’an-ı Kerim’e dair bir düşünce, bir katkı daha üretebilmektir. Fakat bunun ötesinde çok daha samimi -ilk aşamada gerçek olması daha mümkün olduğu için- bir niyetim daha var, Kur’an-ı Kerim’den metni okumaksızın sırf siyasi ve sosyal meseleler sebebiyle uzaklaşmış Türklerin kulağında bir lezzet bırakmak ve onların kalbini ısıtmak istiyorum. Zira kanımdan tek bir kimseyi dahi uyarmadan bu dünyadan göçmek istemem ve inşallah göçmeyeceğim.
Mevlüt Kaan Akçatepe'nin "Kuran Niçin Okunmaz?" başlıklı yazısını okumak için tıklayınız.
Kur'an'ı veya ilgili kısmı ezoterik açıdan inceleme bahsi bende merak uyandırdı. Acaba bu konu hakkında bir yazı gelebilir mi? Kolaylıklar dilerim.
Dinsiz biriyim. Buna rağmen yazı çok hoşuma gitti. Kuran'ın manzum bir çevirisi kültürümüze güzel bir katkı olur. Serinin devamını heyecan ve merakla bekliyorum.